Kürt meselesi, Türkiye’nin yakın tarihinde adalet, eşitlik ve barış arayışı olarak da hep gündemde kaldı. Savaşın ağır yüküyle geçen on yılların ardından, 1999 yılında barış için tarihi bir adım atılmıştı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, bir grup PKK’li, “Barış Grubu” adıyla Türkiye’ye gelerek silah bırakma ve demokratik çözüm arzusunu açıkça ortaya koydu.
Şiyar DİCLE
Bu adım, Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülebileceğine dair güçlü bir iradenin ifadesiydi.
Barış Grubu’nun gelişi, dünya tarihinde az rastlanan bir örnekti: Bir silahlı örgüt, kendi militanlarını müzakere niyetiyle gönderiyor ve siyasal çözüm için kapı aralıyordu. Ancak bu barış hamlesi, dönemin devlet aklı tarafından bir diyalog fırsatı olarak değil, bir tehdit olarak algılandı. Gelenler tutuklandı ve çözüm için gösterilen irade kriminalize edildi.
Bu söyleşide, 1999 Barış Grubu’nun bir üyesi olan Yüksel Genç ile o günlerin tanıklığını, barışa olan inancını ve yaşananları konuştuk. Bu söyleşi, yalnızca kişisel bir tanıklık değil; aynı zamanda barışın hangi kavşaklarda tıkandığını anlamak için kolektif hafızaya düşülen önemli bir nottur.
Şimdi, tarihin bu sıçrama noktalarından birinde atılan cesur bir adımın izini birlikte sürmeye çalışalım.
*1999 yılında Barış Grubu’yla birlikte hareket etmeye başladığında ilk anda zihninizde nasıl bir tablo vardı? Barışa katkı sunacağınızı düşündüğünüz o anlarda en çok neye inanıyordunuz?
O koşullarda Öcalan Kürt meselesinin barışçıl ve demokratik araçlarla çözülebileceğini dair yeni paradigmada samimi olduklarını göstermek, devleti bu çözüme ikna etmek, daha doğrusu motive etmek için bir iyi niyet adımı olarak bir grup gerillanın Türkiye’ye gelmesi çağrısında bulundu. Pek çok gerilla Sayın Öcalan’ın çağrısına yanıt vermeyi bir devrimci görev olarak algıladığı için bu çağrıya talip oldu. Günün sonunda biz sekiz arkadaş seçildik silahlarımızla birlikte askeri birliğe ulaşacak ve Kürt meselesinde barışçıl çözümü geliştirmek üzere bir iyi niyet adımı olarak geldigimizi deklare edecektik
Aslında 1 Eylül Dünya Barış gününde bu eylemi gerçekleştirmek istiyorduk ancak savaşın bitmesini istemeyen, bu savaştan nemalanan pek çok çevrenin engelleyici tutumlarıyla da karşılaştık. Son olarak hem Türk askerlerinin hem İran pastarlarının sıklıkla araziye çıkıp bizlere yönelik operasyon yapması, zamanın uzamasına yol açtı. Kendi imkanlarımızla kendi güvenliğimizi alarak 1 Ekim tarihinde Şemdinli’nin Gelişen köyünde konumlandırılan Kayseri 1. Dağ Komando Tugayına ulaştık. Bu tugay bizim gelişimize uygun olarak Gelişen köyüne konumlandırılmıştı. Bizi karşılayan ve bizimle muhatap olanlar General Galip Mendi ve yardımcıları oldu.
Zaten tugaya doğru indiğimizde, Gelişen Boğazı’nda yüzlerce askerin mevzilendiğini gördük. Yola çıkışımız, gerilla basını tarafından dünya medyasına duyurulmuştu. Bu, aynı zamanda bizim sağ salim barış eylemimizi gerçekleştirmemizin de teminatı oldu. Ardından askerlere cihaz yoluyla ulaşıp Barış Grubu olarak geldiğimizi söyledik; onlar da bizi beklediklerini ifade ettiler. Dağdan aşağıya indik. Mevzilenmiş asker grubundan bir binbaşı —adı Ümit’ti— öncelikli olarak geldi. “Merhaba arkadaşlar,” dedi. “Sizi bekliyorduk, silahlarınızı bırakın,” dedi. “Nereye?” diye sorduk. Sonra yanı başımızdaki köşeye silahlarımızı kendimiz bıraktık.
“Bakın,” dedik, “biz buraya, eğer çözüm gelişecekse, çözüm olanakları ortaya çıkacaksa, gerillanın silah bırakabileceğini göstermek için geldik. Barış ve demokratik çözüm için bir iyi niyet adımıyız. Bize göstereceğiniz yaklaşımı, gerilla kendisine yönelik bir tutum olarak algılayacak ve buna göre tavır geliştirecektir.
On yıl, yirmi yıl savaşsanız da Kürt meselesinde varacağınız yer, bugün size teklif edilen noktadır: Ya bugün, demokratik bir Cumhuriyet’te eşit yurttaşlar olarak, demokratik ve barışçıl araçlarla Kürt meselesini çözeriz ya da on, yirmi yıl sonra yine benzer bir çerçevede çözümü konuşmak zorunda kalırsınız.
Ancak bugün ıskalanacak barış imkânı, yarın binlerce Türk ve Kürt gencinin daha yaşamını yitirmesine, Türkler ve Kürtler arasında nefretin derinleşmesine, kopuşun ve bir uçurumun oluşmasına neden olacaktır. O zaman sadece bu sorunu değil, aynı zamanda bu büyük insani ve toplumsal kaybın yükünü de taşımak zorunda kalırız” dedik.
Dört gün boyunca kendisini Devlet, OHAL koordinatörü ve Askeri sorumlular olarak tanıtan değişik kişilerle barış ve demokratik çözüm ile Kürt meselesi hakkında neler düşündüğümüzü, gerillanın neler düşündüğünü anlattık. Beraberimizde getirdiğimiz örgüt merkezinin hazırladığı mektupları muhataplarına ilettik. Bu süre boyunca bize görevlendirilmiş birkaç rütbeli dışında kimse yaklaştırılmadı.
Günün sonunda tutuklandık aslında yola çıktığımızda olağan beklenti bu adımı bozmak isteyenlerin hamleleri sonucu öldürülme olasılığımızdı, tutuklanmak iyi ihtimaldi. Ve biz tutuklandık. Askerlerle ve devlet bürokrasisinden olanlarla geçirdiğimiz o dört günde bırakın Kürt meselesini, Kürdün varlığını reddeden, savaştığı örgütü tanımayan pek çok kişiyle karşılaştık.
Geldiğimizde Kürdün varlığını kabul etmeyen geniş bir kesim vardı. Bize dönük, Kürtlere dönük psikolojik bariyer oldukça yüksekti. Hepimiz üyelikten ceza aldık, cezalarımızın bitiminden sonra tahliye olduk. Hem cezaevinde hem tahliye olduktan sonra sürekli pek çok çevreyle iletişim kurmaya, bağ kurmaya, Kürt meselesini, demokratik çözümü, siyasal çözümü, demokratik cumhuriyet anlayışımızı anlatmaya dönük etkinliklerde bulunduk. Gerillaya, PKK’ye, Kürtlere, Kürt meselesine dönük oluşturulmuş ön yargıları kırmaya çalıştık ve aslında Türkiye safında büyük bir toplumsal barış hareketi kurmayı hedefledik. Bu çalışmalar sonunda, aslında geldiğimiz noktada ve tabii onca yıllık mücadelenin sonunda, Türkiye’de artık “Kürtler yoktur, Türktür” diyenlerin azaldığını, Kürt varlığının kabul edildiğini, Kürt meselesinin var olduğunun ilan edildiğini gördük. Bunlar önemli gelişmelerdi.
* Barış için geldiniz, ama cezaevine gönderildiniz. Hapiste geçen yıllar boyunca ülkeye, halka ve kendinize dair inancınızı nasıl taşıdınız?
Biz, Barış ve Demokratik Çözüm grubu olmayı bir yaşamsal misyon olarak ama aynı zamanda bir görev olarak algıladık. Her savaşın bir sonu olmak zorundaydı ve Kürt meselesinde barış ne kadar hızlı olursa insani kayıplar o denli az olurdu. Kürt meselesinde eşit ve tanınan yurttaşlık kolektif tanınması ile ortaya çıkan yeni Türkiye formuna inanıyorduk reel olarak Kürt meselesinin en güncel çözümünün bu olduğunu düşünüyorduk. Hiçbir şey olmasa bile ölümleri durdurmak, Kürt meselesinin çözümünü konuşmak önemli kazanımlar olurdu bize göre. Kürt meselesinin silahlı ifadesinden siyasal ifadesine doğru güçlü güçlü yönelişin kazanımlarını önemsiyorduk . Haklı olduğumuzu, doğru bir şey yaptığınızı biliyorduk. Devrimciliğin silah ve şiddet dışında dönüştürücü bir güç olarak da deneyimleyebileceğini göstermek istiyorduk. Bütün bu duygular içerisinde cezaevi süreci ve sonrasındaki bütün yönelimleri de göğüslememiz mümkün oldu.
Nihayetinde tahliye olduktan sonra yürüttüğümüz barış çalışmaları, yazdığımız barış yazıları, yaptığım gazetecilik, her şey zor ve kritik zamanlarda suç olarak tariflenebildi. Kürt meselesinde devlet baskıyı her artırmak istediğinde hedef haline geldim. Yine tutuklandım. Örneğin barış ve gazetecilik çalışmalarım hedef gösterilerek yani sivil siyasal hayatta var olmak. Pek de güvenceli olmadı. Hala Kürt meselesinde baskıyı artırmak istediğinde hükümetlerin hedefi olabileceğimizi farkındayız. Ben buna barışın bedeli diyorum.
*Sizce bugün Türkiye toplumu barış gruplarının gelmesine ne kadar açık? 1999 ile bugünün toplumsal iklimi arasında ne fark görüyorsunuz?
Bugün 1999’un geldiği çözüm diyetini paradigmasını konuşuyor olsak da kimi farklar var tabi. O dönem halklar arasındaki kutuplaşma, nefret, özellikle Türklerin Kürtleri neredeyse total olarak bir nefret nesnesi görme hali bu kadar derin değildi. Toplumlar arası ilişki bu denli zehirlenmemişti o yıllarda. İkincisi aradan geçen 26 yıl içinde on binlerce asker ve gerilla, aynı zamanda sivil yaşamını yitirdi. Bu ölümlerin ortaya çıkardığı ayrışmaların etkilerini görmek gerekiyor. Üçüncüsü siyaset, halklar arasında tercihen bir kutuplaşma ve nefret dengesiyle siyaset yürütme, toplumu kontrol ve konsolide etme pratiğini bu denli sistematikleştirmemişti. Dördüncüsü o dönemlerde Kürt meselesinin boyutlarından, devletin suçlarından haberdar olmayan geniş bir kitle vardı. Şimdiyse Kürt meselesinin çözüldüğünü sanan, savaşın TSK-devlet tarafından kazanıldığını sanan, PKK’nin zaten bitmiş olduğunu sanan, dolayısıyla bir barışa ihtiyaç olmadığını sanan bir toplum var.
Savaşın, hayatından, ekmeğinden, cebinden, özgürlüğünden, adaletinden, hukukundan çaldığını göremeyen; Türkiye’deki otoriterleşmenin ve krizlerin nedenini anlayamayan bir Türkiye toplumu var.
Kürtler açısından ise, bölgeselleşmiş bir Kürt hareketi, yenilmeyen bir Kürt hareketi ve iki parçada neredeyse özerkleşmiş, büyük kazanımlar elde etmiş bir durum söz konusu. Orta Doğu konjonktürü Kürtler lehineyken ve devlete güvenilemeyeceğini gösteren onca deneyim varken, silahsızlanma ve fesih fikrinin ciddi riskler barındırdığını düşünen bir kesim bulunuyor.
Ancak her durumda, Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülebileceğine inanan çok daha geniş bir kesim mevcut. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, toplum barışabilme potansiyeline sahip. Ancak süreç o kadar kapalı ilerliyor ki, toplum henüz bu sürecin öznesi olarak kendisini konumlandıramamış durumda.
* Zamanı geriye sarsak ve aynı sınır çizgisinde bir kez daha dursanız… Aynı adımı atar mıydınız? Yoksa barışı başka bir yerden, başka bir sesle aramayı mı seçerdiniz?
Aynı zaman çizgisine yeniden gitsem yine barış ve demokratik çözüm grubu olarak tüm riskleri üstlenip gelirdim elbette. Barışı daha mümkün kılacak araçlar ve yöntemleri tekrar tekrar düşünürdüm. O dönem bizim gelişimizi bir yenilgi olarak ele alan, hiçbir yasal düzenleme ve yapısal dönüşüm çabasına girmeyen, çözüm imkanını zamana yayarak çürütmeye kalkan akla ‘çözmesen çözüleceksin’ demeyi daha etkili kılacak, savaşın toplumu çürüten yanlarına müdahale edebilecek ve o dönemin barış fırsatının ıskalanmamasını sağlayacak şeyler yapmak isterdim. 26 yıl çok uzun bir zaman 26 yıl önce gerçekleşebilecek bir imkan ancak şimdi çok büyük kayıp ve acılara mal olarak mümkün hale gelmiş görünüyor. Umarım bu yeni fırsat da kaçırılmaz.