Özetle milli egemenlik anlamdaki cumhuriyet ilan edilir, ama bu ilan, en küçük anlamda milli egemenlik getirmez halkın iktidarı denetleme, hele ki belirlemesine kapı açmaz. Ne yapar? Meclisin o ana kadar kullandığı hükümeti belirleme ve geri alma, keza cumhurbaşkanının bilgisi ve onayından bağımsız çalışabilme imkânlarını sona erdirir. Egemenliği cumhurbaşkanında toplarken, Meclisi bir onay kurumuna indirger.
Faik Bulut
Mevcut sürecin ve tartışmaların sürdüğü ortama uygun olarak yazar Erdoğan Aydın ile Kemalistlerin Cumhuriyet anlayışı üzerine bir söyleşi yaptım. Gerekliydi, çünkü geçmiş ile gelecek arasında bocalayan, geçmişin hesabını kapatmadan geleceğin inşasına kalkışan bir anlayışla karşı karşıyayız. E. Aydın, geçmişi irdeleyip yanlış ile doğruları bilince çıkarıyor.
1921 Anayasası neydi?
1920 Meclisi hakkında farklı fikirler söz konusu. Mesela Mehmed Mazlum Çelik, bu husustaki bir makalesinde şu tespiti yapar: “1921 Anayasa’nın bir diğer önemli özelliği son derece dindar kimliği bulunan kişilerin de reyi ile hayata geçirilmesiydi. Bu da yine Meclisin yapısından kaynaklanan bir durumdu.
Dindar ve muhafazakâr kimliğiyle bilinen General Kazım Karabekir, meclis açılışındaki abartılı ve ağdalı dini motiflerin kullanılmasını sert bir şekilde eleştirmişti.
“Tarihimizde bu kadar koyu bir taassuplu merasimi diniye ile ilgili hiçbir meclis açılmamıştır. Fetvaları takip eden bu muazzam ihtilafat acaba yer yer başlayan kıyamlara karşı bir sigorta mı olacağı düşünüldü. Ne olursa olsun selabet (İnanç) ile taassubu Meclisi Millinin başlangıcı gününden ayırmak daha ihtiyatlı olurdu. Yani ne Cuma günü intihaba (Seçmeye) ne de bu kadar velveleye lüzum yoktu. Beliğ (Samimi) bir dua lazımı tesiri daha iyi yapardı. Gösterilen bu taassubun idamesi mümkün olamayacağından aksi tesiri daha vahim olabilir. Meclisi Milli 23 Nisan Cuma günü pek dindarane, daha doğrusu pek dervişane bir merasimle açılıyor…”
Bu iki tespite cevabın nedir?
Bu noktada anımsayalım ki Birinci Mecliste “son derece dindar kimliği bulunan kişiler” siyasal İslamcı ve halifeci değildi. İçlerinde Şeyh Servet gibi, THİF’nın meclisteki üç vekilinden biri olabilecek kişiler bile vardı. “Son derece dindar” kişilerin de olduğu bu meclis, fiilen demokratik ve laik olan 21 Anayasasını yapabilmiş, keza oybirliği ile saltanatı da kaldırabilmişti. Burada belirtilmeli ki bu ileri durum Meclisin yapısından, yani çoğulculuğundan kaynaklanıyordu ve bu dindarlar, bu ileri duruma engel değillerdi. Demek ki onları, tepki ve destekle yükselen bugünkü İslamcılıktan ayırmak gerek. Buna karşılık muhafazakâr Karabekir’in bile eleştireceği “kadar koyu taassupla yapılan açılış” ise bu dindarların değil, kendisi ateist olan Mustafa Kemal’in dini araçsallaştırmasının sonucu gerçekleşecekti. Bu durum 29 Ekim 1923’te, üstelik Meclisten bir talep gelmediği halde “devletin dini, din-i İslam’dır” maddesini anayasaya monte edilmesinde de görülecekti. Tabii bu durum, nasıl bir rejim tasarlandığının yansımasıdır. Makbul vatandaşlığın Hıristiyan ve tabii Alevi kimliklere kapatılması, devletin ve ülkenin Türk Sünni kimliğe ait olduğunun Anayasal düzeyde gösterilmesi için bu yola başvuruluyordu. Sünni/Hanefi dinin Anayasal maddeyle yeni Türkiye’nin kimliği kılınması, “gericilikle” suçlananların değil, Cumhuriyet’in kurucu aklının tercihidir ve İttihatçılardan devralınıp tamamlanan “Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak ve muasırlaştırmak” konseptinin yansımasıdır. Bu süreçte dini seremonilere, örneğin nitekim Balıkesir camii minberinden siyaset konuşulmasına itiraz eden de Kazım Karabekir olacaktı. Ama buna rağmen devlete din biçen anti-laik dayatma 24 anayasasında da sürecektir. Devletin ülkesi ve milletinin Müslümanlığında istenen netlik ve kurumlaşmanın sağlandığına inanılan 1928’de ise, bu kez anayasadaki din hanesi kaldıracaktır; yani Hıristiyan ve Alevi nüfusun boyun eğdirilmesi sağlanmış olduğuna göre, bu kez de modernleşmeyi geliştirmenin önündeki Sünni engellerin kaldırmasına yönelinecekti… Kapitalizmin gereksindiği modernleşmenin ilk adımı Medeni Yasa’nın ilanıyla başlayacak olan bu yönelim 1937’de laikliğin anayasal bir müeyyide kılınmasıyla devam edecekti.
Meclisi Egemenliğinin kötürümleşmesi konusunu biraz açar mısın?
Bir meclis ne yapar? İktidar eder. 21 Anayasası “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” der ve Meclisi de bu egemenliği kullanmanın tecelligâhı olarak saptar. Oysa ordu ve bürokrasiye dayanan fiili gücüyle Mustafa Kemal’in bu anayasal gereklilikle hep sorunu olacak ve onu kötürümleştirecekti. Meclis tarafından içişleri bakanı seçilen Komünist Nazım Beyin, keza adalet bakanı seçilen demokrat Abdulkadir Kemali Beyin bakanlıkları veto edecektir. Daha sonra Nutuk’ta, “Yüksek Meclisçe güvenilen ve seçilen bir bakanı kabul etmemekle yaptığım işlemin niteliğini ve önemini kuşkusuz biliyordum” diyerek, yaptığı işin anayasa ihlali olduğunu kabul edecek, ama yine “yurdun büyük çıkarı beni böyle yapmaya zorluyordu” diyerek Meclis iradesini çiğnemenin gerekçelendirilmesini yapacaktı.
Bu keyfilik, Meclisten gizli olarak Çerkes Ethem’i üzerine ordu gönderme, yine Meclisten gizleyerek dışişleri bakanını Vahdettin’le uzlaşma arayışı için İstanbul’a gönderme, Lozan görüşme heyetini ve müzakerelerin devamında Meclisi ekarte etme, İzmir İktisat Kongresi’ni Meclisten gizli toplama, vb. örneklerle devam edecekti. O bütün karar süreçlerini denetleyen, muktedir bir Meclise yürümeyi kabullenmeyen bir yönetim anlayışını dayatacaktı. Oysa çoğulculuğuyla Birinci Meclis, anayasadan gelen yetkilerini kullanmakta ısrar edecek, bu çerçevede Mustafa Kemal Meclisi birkaç kez tasfiye etmeye karar verecek ve her seferinde İnönü’nün, meclis olmadan savaşı başaramayız uyarısı üzerine bundan vazgeçecekti.
Nihayet Lozan’da sağlanan ve yine Meclisten gizli Musul’suz mutabakatın Mecliste onaylatılamayacağının kesin olarak görülmesi üzerine, Meclisin feshine gidilecekti. Yeni Meclisin ilk işi, önceki Meclisin iradesi hilafına Musul’suz imzalanmış olan Lozan Antlaşmasını imzalamak olacaktı. Gümüşhane’den Zeki Bey hariç bütün üyeleri Mustafa Kemal’in onayından geçmiş bir şekilde oluşturulan bu ikinci Meclis, sadece alkış ve onay geliştirilebilen bir Meclis hattına girilmesinin kritik adımıydı. Mustafa Kemal, Nutuk’ta “milletvekili olmak isteyenler, önce görüşlerimize katıldığını bana bildiriyordu. Adayları ben saptayacak ve ben ilan edecektim. Böyle bir yöntem izlemeyi gerekli görmüştüm. Çünkü milleti aldatmaya çalışacaklar olacağını biliyordum” diyerek, her şeye karar verme yetkisini kendinde toplayan bir vesayet anlayışı gerekçelendirecekti.
Ancak bu ikinci Mecliste de, Milli Mücadeleyi ilk başlatmaktan gelen çok güçlü vekiller vardı ve doğal olarak onlar Meclisin ve kendilerinin yönetimden dışlanmasına itiraz ediyorlardı. Ama kısa bir zaman sonra onlar da tasfiye edilecek ve böylece sadece onay ve alkışla yetinen kötürüm bir Meclisimiz, böylece tek milletli, tek inançlı, tek partili ve hepsinin üstünde tek şefli bir rejimimiz olacaktı. Cumhuriyet ilanı da, söylenenin ve genellikle sandığımızın aksine tebâlıktan vatandaşlığa yükselmemizin değil, tek şefli bir sisteme yönelişin anayasallaştırılması olacaktı.
Yani Cumhuriyet ilanı, gerçekte bir cumhur (halk) yönetimine geçiş değil miydi?
Kitabımda belgeleriyle gösterdiğim gibi ne yazık ki değildi. Bizde Cumhuriyet, bir cumhuriyette olması gerektiği gibi özgürlüklere, vatandaşlık haklarına doğru bir genişleme olarak değil, aksine başkanın Meclis üzerinde hâkimiyet kurmasının anayasal düzenlemesi olarak gerçekleşti. Nitekim 29 Ekimde yapılan 6 maddelik anayasa değişiminde bu gerçeği net olarak görüyoruz. Öyle ki bu 6 madde içinde hak ve özgürlük genişleten tek bir madde bile olmayacak, aksine o ana kadar Meclisin kullandığı bazı egemenlik yetkilerini de cumhurbaşkanına devreden paradoksal bir “cumhuriyet” ilanı söz konusu olacaktı.
Söz konusu değişimlerden birincisi “Türkiye devletinin hükümet şekli cumhuriyettir” şeklinde işin adını koymaktır. İkinci madde, bir cumhuriyet ilanıyla en küçük bir ilgisi olmayan, aksine nüfusun bir kesimini egemenlik hakkından dışlayan, “devletin dini, din-i İslamdır, resmî dili Türkçedir” şeklindedir.
- madde, “Türkiye devleti, Büyük Millet Meclisi’nce yönetilir. Meclis hükümetin bölündüğü idari şubelerini bakanlar aracılığıyla yönetir.”
- madde, “Türkiye cumhurbaşkanı, Meclisi genel kurulunca seçilir. (…) Yeniden seçilmek caizdir.”
- madde, “cumhurbaşkanı devletin başkanı niteliğiyle gerekli gördükçe Meclis’e ve bakanlar kuruluna başkanlık eder.”
- madde “Başbakan cumhurbaşkanınca ve meclis üyeleri arasından seçilir. Öteki Bakanlar başbakanca seçilir, daha sonra tümü cumhurbaşkanınca Meclis’in onayına sunulur.”
Görüldüğü gibi 3. madde Meclisin o ana kadar kullandığı yürütme yetkisini bakanlar kuruluna devreder, 4. madde cumhurbaşkanının sınırsız sayıda seçilmesini anayasallaştırır, 5. madde cumhurbaşkanına Meclis ve bakanlar kuruluna başkanlık keyfiliği sağlar, 6. madde ise başbakan ve hükümetin cumhurbaşkanınca belirlenmesini kayıt altına alır.
Özetle milli egemenlik anlamdaki cumhuriyet ilan edilir, ama bu ilan, en küçük anlamda milli egemenlik getirmez halkın iktidarı denetleme, hele ki belirlemesine kapı açmaz. Ne yapar? Meclisin o ana kadar kullandığı hükümeti belirleme ve geri alma, keza cumhurbaşkanının bilgisi ve onayından bağımsız çalışabilme imkânlarını sona erdirir. Egemenliği cumhurbaşkanında toplarken, Meclisi bir onay kurumuna indirger.
Kürtlere eşitlik vaadiyle başlatılan Milli Mücadele süreci nereye vardı?
Milli Mücadele daha Erzurum Kongresinde İslam milliyetlerini, geleceğin eşit ortakları ilan etti. Nitekim Erzurum Kongresi sonuç bildirgesi, Kürtler ve Türkleri kastederek “Saadet ve felakette tam ortaklığı kabul eder ve gelecek hakkında aynı amacı hedef alır. Bu sahada yaşayan bütün İslami unsurlar birbirlerine karşı karşılıklı bir fedakârlık hissiyle dolu, ırki ve toplumsal vaziyetine riayetkâr, öz kardeştirler” der. Bu durum Sivas Kongresi bildirgesinde yinelenir. Amasya Protokolleri’nin ikincisinde, “Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırı, Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi içine aldığı izah edildikten sonra, Kürtlerin serbest gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmalarının desteklendiği” belirtilir. 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında Mustafa Kemal, “burada yüksek meclisinizi teşkil edenler yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden oluşan anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır” der. Yani Milli Mücadele Türklerin milli mücadelesi değil, bütün İslam unsurlarının ortak mücadelesidir ve gelecek de bunların hak eşitliğini taahhüt ekseninde başarılabilmiştir.
İnönü de, “Kürtler Millî Mücadele’nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan antlaşması yapılırken de Kürtler yurtsever olarak Türklerle birlikte bulunmuşlardır. Hatta Lozan’daki konuşmalarımızda, millî davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye savunduk ve kabul ettirdik” diyerek bu dönemin gerçekliğini belirtir. Ama Lozan tutanaklarına sadece Türkler geçirilecek, Kürtler yok sayılacak ve antlaşma, Meclis atlatılarak Musul’suz imzalanacaktı. Burada sadece bir kaçına atıf yaptığım Milli Mücadele belgeleri, resmi tarihin masallarından bambaşka bir gerçekliğe işaret eder. Özetle Milli Mücadelenin önceki tüm taahhütleri ve Meclisin Misak-ı Milli kararı Lozan’da çiğnenecekti. Bundan sonrası ise hem Kürtlüğün inkârı ve asimilasyonu hem de Meclis egemenliğinin devre dışı bırakılmasıydı. Kürtlerle kazanılabilen zafer, ne yazık ki Kürtlüğün inkârıyla kurumlaşacak ve bunun bedeli olarak memleket, 100 yıllık bir kanama sürecine mahkum edilecekti.
“Öz kardeş” varsayılan Kürtlerin inkâr, tenkil ve tedibine yönelik askeri-siyasi operasyonlarda neler oldu?
Öncelikle İngiltere ile yapılan gizli mutabakatla Kürt toprakları, iki ulusun egemenleri arasında paylaştırıldı. Yani Türk milliyetçiliğinin Arap coğrafyası için kullanmaktan hoşlandığı metaforla Türkiye Irak sınırı, halkların hakları ekseninde değil, sömürgeci çıkarlar tarafından cetvelle çizildi. Bu gerçeklik bizim, “mazlum Türk halkının emperyalist İngiltere’ye karşı hak mücadelesinden” öte, önce Ermeni ve Rumları tasfiye eden, şimdi de kendine kalan Kürdistan üzerinde Osmanlı tahakküm mirasını derinleştirerek sürdüren bir devlet aklı karşısında olduğumuzu gösterir. Bu paylaşımın iki sömürgeci için getirisi, İngiltere için Musul’a, Türkiye için ise Kürdistan’ın büyük parçasına egemenlik olacaktı. Tabii bu paylaşım, Kürtlerin Türkleştirilmesi için uygulanacak ezme ve dağıtma politikalarına emperyalist sistemden herhangi bir tepki gelmemesi ve Türkiye’nin de kapitalist yoldan kalkınma ve emperyalist sermayenin dolaşımına açık tutulması mutabakatıydı.
Böylece elde edilen uluslararası güvenceyle, Kürdün asimilasyonu seferberliği başlatılacaklardı. 29 Ekim 1923’teki resmi dil ilanı, kamusal işlemlerde Kürtçenin dışlanması olarak uygulanacak, Türkçe bilmeyen Kürtler ağır mağduriyetlere uğratılacak, ardından 1924 Anayasasında bu inkâr resmileştirilecek, 1925 Kürt isyanı ardından ilan edilen Takrir-i Sükûn ile yaygın bir ezme, tenkil politikası başlatılacak, 1925 tarihli Şark Islahat Planı ile tüm Kürdistan yerleşimlerine açık bir kolonizasyon siyaseti uygulanacaktı.
Genel Müfettiş Abidin Özmen’in: “tabiatın birçok varlıklar ve zenginliklerle doldurmuş olduğu bu bölgenin daima Türk vatanının öz ve ayrılmaz bir parçası olarak kalmasını temin”; keza, “Kürtler tamamıyla asimile edilerek cennet kadar güzel olan oturdukları ülke, Türk vatanının öz ve ayrılmaz bir parçası haline getirilecektir” sözleri, bu kolonizasyon iradesinin ilanıdır. Şark Islahat Planı ve onun eksikliklerini tamamlamak üzere 1934’te çıkarılan İskân Kanunu ve diğer fiili uygulamalarla yüzbinlerce Kürt, zorunlu göçle yerinden edilip batıya yerleştirilecek, Kürt yerleşimleri içine Balkanlı, Kafkasyalı, Laz, vb. yerleştirmeler yapılacak, artan bir anadil yasağı ve Türkleştirme uygulanacaktı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, İskân Kanunu’nun amacını; “Bu yasa tek dille konuşan, bir düşünen, aynı duyguyu taşıyan bir memleket yapma” şeklinde açıklar. Kanun, “Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle ve küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba ve şehirlere iskânı mecburidir” diyecekti. Kurulan cumhuriyet gibi ısrarla vurgulanan vatandaşlık hukuku da içerikten yoksundur.
Başbakan İnönü’nün 1925’teki: “Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” sözleri, bu açıdan çarpıcıdır. Türkleştirme ve ilhak politikalarında öylesine hukuksuz davranılacaktı ki yine İnönü’nün 1935 tarihli raporunda, “şimdi bu havali bizim tedbirlerimize ve tasavvurlarımıza olgun ve balmumu kadar uysal bir hale gelmiştir” yargısı belirtilebilecekti. Kısacası önceki “özkardeşlik” taahhüdünün böylesine hukuk tanımaz yöntemlerle çiğnenmesi, çok kimlikli bir toplumda demokrasinin, gerçek bir cumhuriyetin (keza Alevileri ve Hıristiyanları da anımsayınca gerçek bir laikliğin) kurumsallaşabilmesini de imkânsız kılacaktır.
1925 Şeyh Said hadisesi, gerçekten bir isyan mıydı ve asıl sebebi neydi?
İsyandı ama Kürtlerin kendilerine yönelik inkâra karşı örgütlenmelerini ve birleşik bir tepki geliştirmelerini engellemeye yönelik bilinçli olarak erken doğurtulmuş bir isyandı. Niçin erken doğurtulduğu meselesine girmeden önce, kitabımda da belgeleriyle gösterdiğim gibi İngiltere tarafından manipüle edilmiş bir isyan değildi. Aksine İngiliz elçilik görevlileri bile, Londra’ya ilettikleri raporlarda, basında çıkan böylesi haberleri şaşkınlıkla izleyecekler, sonunda büyükelçi Lindsay, gidip İnönü’ye bizzat soracak ve “Türkiye’deki iç karışıklıkların İngiltere’nin çıkarına olmadığını” anlatacaktı. Tabii İnönü de farklı düşünmüyordu, çünkü bu sırada İngiltere ile Türkiye ilişkisinde sıkı bir dostluk ve işbirliği söz konusuydu.
Buna rağmen halkın “anti emperyalist ve millici” manipülasyonu için çok kullanışlı bir malzeme olduğundan sürdürülecekkti. Bu kapsamda Nizamettin isimli bir polis memurundan “Mr. Templen” isimli sahte İngiliz ajanı bile üretilecekti. Esasen sonradan İnönü de, “Şeyh Sait İsyanı’nı doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır” diyecektir ama resmi tarih yazını bu kullanışlı uydurmadan asla vazgeçmeyecektir. Feodal gericiliğe karşı medeniyet götürme manipülasyonu da benzer.
Şark Islahat Planı’nın hazırlayanlardan Çankırı Mebusu Abdülhalik Renda, Şeyh Sait İsyanı’nın “tamamen millî bir isyan” olduğunu belirtir. Keza Plan’ın diğer hazırlayıcısı ve İçişleri Bakanı Cemil Uybadın de, Şeyh Sait Ayaklanması’nı üreten atmosferi, “Şark mıntıkasında Kürtçülük vardır ve işlenmektedir. Halk lisan ve milliyetine çok bağlıdır. Aydınlar kâmilen Kürtçüdür” şeklinde belirtir. Şark İstiklal Mahkemesi kararında ve onun savcısı ve Milletvekili Süreyya
Örgeevren de “Şeyh Sait İsyanı denilen o köklü, dallı budaklı ayaklanma; bir zamanlar sanıldığı ve denildiği gibi, cahil, mutaassıp, geriye, kötüye bağlı, sapık dinli ve çarpık şuurlu bir insanın şahsi bir endişe veya maksadıyla meydana gelmiş bir isyan değildi!.. Şark’taki o ayaklanma; dış görünüşü itibariyle güya sadece dinci ve şeriatçı idi. Fakat asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerinin maksat ve gayesi bakımından ise, tastamam bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devleti ve hükümetçiliği olmaktan başka bir şey değildi” diyecekti.
Şeyh Said olayı bahane edilerek Kürt toplumu ve Türkiye nasıl şekillendirildi?
Modern Kürt subay ve bürokratların oluşturduğu Azadi örgütlenmesince ve Kürt varlığının inkârına cevap olarak hazırlanan Kürt ayaklanmasının Şeyh Sait üzerinden erken doğurtulmasından amaç, sadece asimilasyonun uygulanması için Kürt politizasyonunu ezmek değildi.
En az bunun kadar önemli diğer amaç da bir bütün olarak Türkiye’yi, liderin kafasındaki program doğrultusunda formatlayabilmenin, lideri dengeleyebilecek ve denetleyebilecek her türden muhalefetin tasfiyesi için gereken bahaneyi oluşturmaktı.
Nitekim bu mevzii isyan gerekçesiyle çıkarılan Takrir-i Sükûn yasası ile tüm Türkiye sıkıyönetim altına alınacak, tam boyun eğmeyen tüm basın organları kapatılacak, sendika, parti, yayın organı sola dair ne varsa zaten kapatılacak, 1 Mayıs ve her türden yasal tepki yasaklanacak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kapatılacak, böylece lider, partisi ve devleti ile halk arasında hiçbir aracı kurum bırakılmayacaktı.
İlgili okurlar için bu sürecin ayrıntılı ve belgeli hikâyesini “Yanlış İliklenen Düğme” kitabımda anlattığım için şimdilik sözümü burada bitireyim. Ama bu vesileyle belirtmeliyim ki bu şekilde formatlanan Türkiye, evet modernleştirilecekti, ama 100 yıldır görüldüğü gibi, demokratikleşebilmesi de, gerçek bir cumhuriyet ve vatandaşlık hukukuna yükselmesi de imkânsızlaştırılacak, dolayısıyla modernleşmesi de kötürümleştirilecekti.