Türkiye siyasetinde yıllardır hem iktidar hem muhalefet cephesinde yer almış bir isim, Kürt meselesi ve demokratikleşme üzerine çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Barış sürecinin geçmişten bugüne evrimini, çözümün toplumsal ve siyasal boyutlarını, devlet aklının dönüşümünü ve demokratikleşmenin önemini tartışmaya açtı.
Türkiye’nin en yakıcı ve en çok ertelenmiş meselelerinden biri olan Kürt sorunu, yeniden toplumsal ve siyasal gündemin merkezine oturdu. Geçmiş çözüm sürecinde aktif rol oynamış bir siyasetçiyle yapılan bu röportajda, barış arayışının dinamikleri, devletin yaklaşımı, siyasal aktörlerin pozisyonları ve demokratik dönüşümün zorunluluğu ele alınıyor.
“Ya biz bu meseleyi çözeriz ya bu mesele bizi çözer” cümlesiyle çerçevesi çizilen bu kapsamlı söyleşi, yalnızca bugünü değil, Türkiye’nin geleceğini de sorguluyor. Kimlik, eşit yurttaşlık, hukuk devleti ve toplumsal uzlaşı başlıkları etrafında şekillenen bu konuşma, ülkenin önünde açılabilecek yeni bir demokratik yol haritasının ipuçlarını da barındırıyor.
Çelik bir de uyarıda bulunuyor, ‘hesap kitap fazla uzarsa, işin cılkı çıkar. Süreç yine tıkanırsa, halkın siyasete, müzakereye, konuşmaya olan güveni de sarsılır.’
Bu röportaj bir çözüm çağrısı olduğu kadar, ertelenmiş sorumlulukların da hatırlatılması anlamına geliyor.
Kültür ve Milli Eğitim Eski Bakanı Prof. Dr. Hüseyin Çelik, Numedya24’ten Ezo Özer’e konuştu.
*Türkiye’nin yüzyılına mal olmuş bir Kürt sorunu ve onun getirdiği demokratikleşememe sorunuyla karşı karşıyayız. Son barış sürecinde ilk adımlar atıldı, daha da olumlu yönde devam edecek gibi görünüyor. Size göre ufukta Kürt sorununun çözümü var mı?
AK Parti sözcüsü olduğum dönemde, yani birinci çözüm sürecinin başladığı zamanlarda şöyle demiştim: “Ya biz bu meseleyi çözeriz ya da bu mesele bizi çözer.” Bu sözümün bugün de arkasındayım. Türkiye’nin en büyük, en can alıcı problemlerinden biri Kürt meselesidir. Elbette vatandaşın mutfak derdi, geçim sıkıntısı, ekonomik kaygıları önemli. Ama bu sorun, yalnızca bölgesel değil, uluslararası bir hal almış, Türkiye’nin genelini etkileyen, özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde kalkınmayı engelleyen, kaynaklarımızı tüketen bir mesele.
Kürt sorunu binlerce insanın ölümüne, milyarlarca doların heba edilmesine neden oldu. Türkiye’nin neredeyse doğrudan üçte birini, dolayısıyla bütününü ilgilendiren büyük bir sorundan söz ediyoruz. Akıllı insanlar, duygularını değil akıllarını ön plana koyar ve bu meseleleri çözer. Çözüm mümkündür. Yeter ki iyi niyetli olalım.
*Peki çözüm nasıl olur?
Bunun en tipik örneklerinden biri IRA meselesidir. Tony Blair gibi cesur bir lider çıktı, Sinn Fein’in lideri Gerry Adams’la masaya oturdu. Kolay olmadı, ama sonunda çözdüler. Bugün ne İngiltere’nin ne İrlanda’nın ne de Kuzey İrlanda’nın gündeminde IRA var.
Tabii her ülkenin şartları farklıdır. Türkiye’de Kürt meselesi ile PKK’nın eşitlenmesi de yanlış. PKK yokken de bu mesele vardı. PKK ortadan kalksa bile mesele hemen çözülmeyecek. Bu, zamana yayılarak çözülmesi gereken bir konu.
*İktidar çevreleri “terörsüz Türkiye” vurgusu yapıyor. Kimileri ise bu süreci yeni bir “çözüm süreci” olarak nitelendiriyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsminin ne olduğu önemli değil. Silahla, kavgayla, öldürerek bir meseleyi çözemezsiniz.
Kısa süre önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz dedi ki: “Bugüne kadar terörle mücadeleye harcanan para 2 trilyon dolar.” PKK ile mücadele kapsamında etkisiz hale getirilen kişi sayısı yaklaşık 70 bin. Bu şu anlama geliyor: Türkiye Cumhuriyeti Devleti her bir PKK’lı için ortalama 30 milyon dolar harcamış. Bu sadece kurşun parası değil elbette. Bu toplam maliyet içinde güvenlik harcamaları, altyapı kayıpları, sosyal etkiler var.
Bu kaynaklar eğitime, sağlığa, altyapıya, kalkınmaya harcanmış olsaydı Türkiye bambaşka bir yerde olurdu. Bu yüzden, Kürt sorunu sadece bir bölgenin değil, 85 milyonun meselesidir. Hem Kürtler hem Türkler için bu sorunun çözümü hayati önem taşıyor.
Yine söylüyorum: Ya biz bu meseleyi çözeriz ya bu mesele bizi çözer.
*Bu konuda engeller nelerdir sizce?
En büyük engel savaş ve silah ekonomisidir. Savaş baronları savaşın sürmesini ister çünkü silah satacaklar. Silah üretenler için barış, iş kaybıdır. Tıpkı bazı ilaç firmalarının hastalığın sürmesini istemesi gibi… Ama biz, bizim gibi insanlar, barışı ister. Kimsenin ölmediği, savaşsız bir ülke ister. Ben bu meseleye öteden beri böyle bakıyorum.
*MHP lideri Devlet Bahçeli’nin son açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açık konuşayım: Şaşırdım. Çünkü çok değil, kısa bir süre önce “DEM Parti kapatılsın” diyordu. Hatta “Anayasa Mahkemesi Dem Parti’yi kapatmıyorsa AYM kapatılsın” diyordu. Mitinglerde idam ipleri fırlatılıyordu. Bu, bildiğimiz klasik Devlet Bahçeli tutumuydu. Ama şimdi farklı bir tutum sergiliyor.
Ne oldu da bu değişiklik yaşandı? Buna ister “devlet aklı” deyin, ister “derin devlet aklı”… Ne derseniz deyin, ama bunu ciddiye almak gerekiyor. Bu bir fırsattır. Sayın Bahçeli bu açıklamalarıyla hepimizi şaşırttı, ama bizi şaşırtmaya devam etsin. Yeter ki böyle hayırlı bir meselede duruşunu sürdürsün.
*2013–2015 döneminden bahsediyorsunuz. Sıkça söylediğiniz gibi: “Eğer biz bu sorunu çözmezsek, bu sorun bizi çözer.” Aradan on yıl geçti, sorun çözülmediğine göre, bugün yaşadığımız sistem krizi bu sorunun artık bizi çözmeye başladığının bir işareti midir?
PKK içinde de, devlet içinde de –hatta derin devlet diyebileceğimiz yapılarda– bu süreci sabote etmek isteyen taraflar vardı. Nitekim Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi olayı hâlâ aydınlatılamadı. Üzerindeki sır perdesi hâlâ kalkmış değil.
Bu yüzden diyorum ki; bugün de bu meselenin riskleri var. Bugün de çözüm süreci hassas ve sıkıntılı bir mesele. Ama ben Hüseyin Çelik olarak iyimser olmaya devam ediyorum. Çünkü bu meselenin çözülmesini istiyorum. Hem bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hem de bir Kürt olarak bu işin çözülmesini canı gönülden istiyorum.
Bir örnek vereyim: Şems kayıptır, Konya’da yalancılığıyla bilinen bir kişi, Mevlana’ya Şems’i Bağdat’ta gördüğünü söyler. Mevlana, bu kişiye teşekkür ederek kaftanını hediye eder. Müritleri, adamın yalancı olduğunu bilmesine rağmen, neden böyle davrandığını sorduklarında Mevlana, “Yalanına kaftanımı verdim, doğruyu söyleseydi canımı verirdim” der.
İşte ben de yalan olduğuna inanmıyorum ama olsa bile inanmak istiyorum. Çünkü bu işin çözümüne inanmaya ihtiyacımız var.
Ama şunu da belirteyim: Ben romantik bir iyimser değilim. “Her şey çözüldü, gül gülistanlık” deyip halay çekenlerden değilim. Ben ihtiyatlı ve kaygılı bir iyimserim.
Bir de tam tersine, her şeyin kötüye gideceğine inanan karamsarlar var. Ayrıca bu meseleye doğrudan düşman olan, sırf kimlik nedeniyle karşı çıkan çevreler de var.
*İktidara yakın kimi kalemler, AKP içinde parçalı ekiplerin olduğu yönünde yazılar yazdı. AKP’nin bu süreçte aktif bir rol oynadığı kanaatinde misiniz? Atılması gereken adımların yerinde ve zamanında atıldığını düşünüyor musunuz?
Ben şu anda sadece AK Parti’nin üyesiyim. Partiye eleştirel yaklaşıyorum, hiçbir programına ya da etkinliğine katılmıyorum. Mekanizmanın içinde değilim. Bu nedenle çok detaylı bilgi veremem ama şunu söyleyebilirim: Süreç ilk başladığında şunu söyledim: En temel meselelerde Sayın Cumhurbaşkanı her zaman bizzat açıklama yapar. Memur maaşı artışlarında bile kendisi çıkar konuşur. Ama böylesine can yakıcı ve hayati bir meselede, açıklamayı küçük ortak olan MHP’nin genel başkanının yapmasını yadırgadım.
Eğer Sayın Erdoğan’ın bu açıklamadan haberi yoksa, Sayın Bahçeli ona emrivaki yaptıysa bu bir zaaftır. Yok eğer Erdoğan’ın bilgisi dahilindeyse ve toplumdaki desteği artırmak için bu açıklamayı Bahçeli’ye yaptırdıysa, bu da bir başka zaaf ama aynı zamanda olumlu bir strateji olarak değerlendirilebilir. Ancak bugün geldiğimiz noktada, AK Parti’nin bu meselede Bahçeli ve MHP kadar net ve istekli olmadığını görüyorum. Daha çekingen, daha ihtiyatlı davranıyorlar.
AK Parti’nin çekingenliği anlaşılabilir. Çünkü MHP’nin oyu konsolide, %7-10 arasında sabit bir tabanı var. Ama AK Parti’nin tabanı daha geniş ve değişken. Atılacak yanlış bir adım hem risk yaratabilir hem de siyasi bedeli ağır olabilir. Yoğurdu üfleyerek yiyorlar, çünkü geçmişte bu konuda toplumun tamamı bedel ödedi.
*Bu ihtiyat süreci akamete uğratır mı sizce?
Bunu zamanla göreceğiz. Kehanette bulunmak istemem. Ama örneğin Adalet Bakanı’nın yoğunluk nedeniyle DEM Parti İmralı Heyeti’yle randevusunu iptal ettiğine dair haberleri biraz garip karşıladım. Türkiye’de bir Adalet Bakanı’nın gündeminde bundan daha önemli bir konu olamaz. Bu mesele ne sadece DEM Parti’nin ne de Sayın Erdoğan’ın ya da Adalet Bakanı’nın meselesidir. Bu mesele Türkiye’nin meselesidir. Hatta artık Türkiye sınırlarını da aşan, uluslararası bir boyuta ulaşmış bir konudur.
*Yani mesele sadece bir oy meselesi değil…
Elbette değil ama siyasi partiler oy kaygısı taşımadan da hareket edemezler. Bu durum tüm partiler için geçerli. CHP de AK Parti de kamuoyunun tepkisini hesaplamak zorunda. İdeolojik partiler kendi tabanlarını daha kolay ikna eder. Mesela Bahçeli, zamanında Erdoğan’a en sert eleştirileri yapıyordu, şimdi ise “Sen bizim için olmazsa olmazsın” diyor. Tabanı da onunla birlikte aynı çizgide ilerliyor. DEM tabanı da buna benzer. Ama kitle partileri öyle değil; yüzer-gezer oyları çoktur, gelişmelere göre yön değiştirir.
Bu nedenle CHP’nin de AK Parti’nin de bu tür hesapları yapmasını yadırgamıyorum ama bu hesap kitap fazla uzarsa, işin cılkı çıkar. Süreç yine tıkanırsa, halkın siyasete, müzakereye, konuşmaya olan güveni de sarsılır. Hep şunu söyledik: “Arkadaş, konuşmak varken, düz ovada siyaset yapmak varken dağa çıkıp silah almanın anlamı yok.” En aykırı fikir bile varsa, gelin konuşun. Ama bu kapı da kapanırsa başka bir tehlike ortaya çıkar.
Çünkü her geçen gün daha bilenmiş, daha keskin genç nesiller geliyor. PKK’lı bir genç öldürülüyor, fotoğrafı duvara asılıyor. Kardeşi, kuzeni soruyor: “Bu kimdi?” Cevap: “Senin abin, amcan. Öldürüldü.” “Kim öldürdü?” “Türk askeri.” Aynı şey askerde şehit olan genç için de geçerli. Onun da resmi duvara asılıyor. Bu sefer cevabı başka biri veriyor: “Onu da Kürtler öldürdü.” Siz evladı şehit olan eğitimsiz bir anneye Kürt’le PKK‘lının farkını kolay kolay anlatamazsınız. Bu böyle bir kısır döngüye dönüşüyor.
Buna rağmen toplum büyük bir sağduyu gösterdi. Bazı mevzii sıkıntılar yaşansa da olaylar bir Türk-Kürt çatışmasına dönüşmedi. Ama bu hep böyle sürer mi, emin değilim. Onun için bu neslin bu meseleyi çözmesi, sonraki nesillere huzurlu bir Türkiye bırakması gerekiyor.
Yönetilmesi en zor ülke, gayrimemnunu çok olan ülkedir. Bugün ekonomik kriz nedeniyle zaten ciddi bir memnuniyetsizlik var. Toplum gergin. Trafikte insanlar birbirini boğazlamak için fırsat kolluyor. Adam karısını öldürüyor, kadın çocuğunu boğuyor veya çöpe atıyor. Türkiye çok ciddi bir toplumsal travma yaşıyor. Bunun üstüne bir de Kürt’ü, Alevi’yi, gayrimüslimi memnun edemezseniz, yani birçok kesimi dışlarsanız işte o zaman ciddi tehlike başlar.
Geçmişte AK Parti iktidara gelmeden önce en gayrimemnun olan kesim dindarlardı, hatırlayın. Bugün geldiğimiz noktada öteki yaratmamak gerekiyor. Ötekisi olmayan ülke huzurlu bir ülkedir. Bu da çoğulculukla, demokrasiyle, hukuk devletiyle mümkündür. İnsanların birbirinin etnik kökenine, diline, inancına ve hayat tarzına saygı duyduğu bir toplum inşa etmeliyiz. Yoksa biz bu sorunları yaşadık, akıl duygunun önüne geçmezse, çocuklarımız da yaşamaya devam eder.
*Devlet Güvenlik Mahkemelerinde (DGM) yargılanan, hiç de demokratik olmayan koşullarda uzun cezalar alan insanlar var. Bazı insanlar 30 yılı aşkın süre hapiste kalmış. Tahliye süreçlerinde ise kurulan Gözlem Kurulları, “çok kitap okudun”, “pişman olmadın” gibi gerekçelerle tahliyeleri sürekli erteliyor. İnfazı 8 kez ertelenen, 3 yıl fazladan yatan insanlar var. Türkiye’de adalet ve yargı nasıl işliyor?
Çok önemli ve spesifik bir konuya değindiniz. Ben bu vesileyle Türkiye’deki adalet sisteminin temel problemlerini birkaç maddeyle özetlemek isterim:
Birinci madde: Bir ülkede güçler ayrılığı varsa, orada adalet vardır. Yasama, yürütme ve bağımsız bir yargı… Bunların birbirinden ayrı olması şarttır. Hukuk devletiysek, bu ilkeler işler hâlde olmalıdır. Ama “hukuk devleti miyiz?” sorusuna cevabım maalesef hayır.
İkinci madde: Güçler ayrılığı var mı? Kâğıt üzerinde var. Uygulamada ise ciddi sıkıntılar var.
Üçüncü madde: Yargılamalar kişilere, siyasi görüşe, ideolojiye göre değişiyorsa burada büyük bir adaletsizlik söz konusudur. Oysa Adalet’in sembolü olan tanrıça Themis’in gözü kapalıdır. Ahmet, Mehmet, Jacob ya da Yorgo kim olursa olsun, adalet karşısında eşit olmalıdır.
Adil yargılanma herkesin hakkıdır. PKK’dan da yargılansa, Gezi olaylarından da, FETÖ’den de, fark etmez. Adil yargılanma evrensel bir haktır. Ayrıca tutukluluk bir cezalandırma yöntemi değildir; istisnadır. Oysa Türkiye’de yıllardır hükmü kesinleşmeden içeride tutulan insanlar var.
Burada sadece infaz kanunuyla ilgili değil, yapısal bir problem var. Konfüçyüs’ün güzel bir sözü vardır: “Hükümdar adilse, kanuna gerek yoktur. Hükümdar adil değilse, kanunun anlamı yoktur.”
Bizim anayasamızda “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” yazıyor. Ama gerçekte öyle miyiz?
– Demokratik miyiz? Hayır.
– Laik miyiz? Gerçek anlamda değiliz.
– Hukuk devleti miyiz? Değiliz.
– Sosyal devlet miyiz? Gelir dağılımı bu kadar adaletsizken, asla.
Sadece kâğıt üzerinde yazmakla gerçek değişmiyor. İlkokuldan beri bize cumhuriyeti demokrasiymiş gibi öğretiyorlar. Halbuki cumhuriyetin demokrasiyle birebir ilgisi yoktur. İran, Irak, Suriye, Libya Kuzey Kore, Çin, Rusya da cumhuriyet. Ama otoriter ve totaliter rejimler.
Öte yandan İngiltere, Belçika, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka, İspanya gibi krallıkla yönetilen ama özgürlüklerin olduğu gerçek anlamda demokratik olan ülkeler var. Siz hangisinde yaşamak istersiniz? Cumhuriyeti, sadece sistemin adı belirlemez. İçerik önemlidir. Seçimle gelmek, her şeyi meşrulaştırmaz. Beşar Esad babasının yerine geçti. Azerbaycan’da Haydar Aliyev gitti, oğlu İlham geldi. Bu saltanat değil de nedir? Türkmenistan’da Kurbankulu Berdi Muhammedov gitti yerine oğlu Serdar Berdi Muhammedov geldi. Saddam malum şekilde ölmeseydi, yerine oğlu Uday gelecekti. Kaddafi malum akıbete uğramasaydı yerine oğlu Seyfülislam gelecekti.
Kuzey Kore örneğinde dededen toruna geçen bir sözümona “demokratik halk cumhuriyeti” görüyoruz. Adı “demokratik” ama hiçbir demokratik yanı yok. Cumhuriyetiniz demokratik değilse, adının cumhuriyet olması hiçbir anlam ifade etmez. Bu, aptal bir çocuğa “Zeki” ismini koymak gibidir; isminin zeki olması onu zeki yapmaz.
Bu bir sistem sorunudur. Dediğim gibi: Demokrasi var mı? Güçler ayrılığı işliyor mu? Yargı bağımsız mı? İnfaz hukuku adil mi? Bütün bunlara bakmak gerek.
Abdurrahim Karakoç’un “Hâkim Beğ” adlı şiirinde dediği gibi:
Gene tehir etme üç ay öteye,
Bu dava dedemden kaldı Hâkim Beğ.
Otuz yıl da babam düştü ardına;
Siz sağ olun, o da öldü Hâkim Beğ.
Nesiller boyu süren davaların olduğu bir ülkeyiz, yapısal problem var burada.
*Bu tahliyelere “hukuk yerini buldu” diye değil, “neden tahliye ediliyorlar” diye tepki gösterenler var. Bu nasıl bir kardeşlik anlayışı?
Türkiye toplumu bu açıdan acımasız bir toplum. İnsan cezasını çektikten sonra bile rahat bırakılmıyor. Bu linç kültürüdür.
Yani hem sistemsel hem de toplumsal problemlerimiz var. Yargının düzelmesi için sadece hukuk reformu yetmez; toplumsal bilinç ve adalet duygusu da gelişmeli.
*Meclis çatısı altında yasal ve anayasal hangi kanunlar çıkarılabilir? 7 yaşında Türkçe öğrenmiş Kürt bir annenin evladı olarak, anadilin kullanılması gerekliliği nasıl tesis edilebilir? Zorunlulukları nelerdir?
Şu anda bizim mevcut kanunlarımız bunun için yetmiyor. Mesela şu andaki Ceza Kanunu’nun mimarlarından biri olan Profesör İzzet Özgenç, dil hakkıyla ilgili önemli bir kanun çalışması yaptı ve bunu ilgili çevrelere sundu. Ana dilde eğitim herkesin hakkıdır. Türkiye’nin resmi dili Türkçedir, herkes resmi dili öğrenmek zorundadır. Mesela Almanya’da da resmi dil Almancadır ama isteyen istediği dili öğrenebilir. Amerika’da da isteyen kendi ana dilinde eğitim alabilir. Bu, medeni toplumların, hukuk devletlerinin çözdüğü bir meseledir. Bu yüzden birbirimizin gırtlağını sıkmaya gerek yok. Türkiye’de herkes Türkçe öğrenecek, Türkçe bilecek diye İngilizce eğitim engelleniyor mu? Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim İngilizce veriliyor, ODTÜ’de de aynı şekilde. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kısmen İngilizce eğitim var. Bilkent, Sabancı, Koç Üniversitesi tamamen İngilizce eğitim yapıyor. Bu öğrenciler Türkçe bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Türkiye’nin resmi dili Türkçedir, yazışma dili Türkçedir ama başka bir dilde eğitim yapmak yasak değildir. Yüksek öğretim için değil, lisede bile birçok kolej yabancı dilde eğitim yapıyor.
Yeter ki, iyi niyetli ve sağduyulu olalım, bunların hepsi çözülebilir.
*Anayasa değişikliği tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokratik bir Cumhuriyeti kurabilmek hangi koşullarda mümkün olabilir? CHP’ye baskılar devam ederken, CHP sürece nasıl dahil olacak?
Eğer hayallerimizi acı hatıralarımızın önüne geçiremezsek, hiçbir işi başaramayız. Her iki tarafın da çok acı hatıraları var. Helalleşme süreci gerekirse, hakikatleri araştırma komisyonu kurulabilir, yakılan köylerin hesabı sorulabilir. Ancak şu anda öncelikli mesele, barış sürecinin ilerlemesidir. TBMM böyle bir inisiyatif aldı, komisyon kurulacak. Ancak bu sürecin nasıl ilerleyeceği konusunda kesin konuşmak zor.
Mesela bu çözüm sürecinde, dağdaki militanlar ne olacak? Süleymaniye’de ilk grubun silah bırakacağı haberleri var. Silah bırakanlar ne olacak? Bu konuda eve dönüş yasası ya da Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu yeterli değil. Bu nedenle TBMM’de bir komisyon kurulması bence çok önemli ve anlamlı. Dağdan inecek olanlar için anayasa değişikliğine gerek yok. Ama Kürt meselesinin topyekûn çözümü için anayasal değişiklik şart. Hem yasal hem anayasal altyapının hazırlanması gerekiyor. Ancak bazı partiler bu komisyonda yer almayacaklarını açıkladılar.
Türkiye’de tansiyon ve gerginlik devam ettiği sürece, özellikle CHP ile Cumhur İttifakı arasındaki kavga sürerken, bu meseleye uzlaşmayla yaklaşmak zor görünüyor. Mesela Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş CHP ile randevulaştı ancak belediye başkanları cezaevine girince bu iptal edildi. CHP de “İktidar benim gırtlağıma ayağını basmış ama benden güzel konuşmalar yapmamı bekliyor” diyerek tepki gösteriyor. Ben bunu anlıyorum ve haklı buluyorum. Türkiye’de tansiyonun düşmesi gerekiyor.
Kavga eden iki kişi varken üçüncü birinin sorununu çözemez. Burada ana aktörlerin uzlaşması lazım. Kayyum politikalarına da hep karşı oldum. Halkın iradesine müdahale olarak görüyorum. Ancak suç işleyen varsa, belediye meclisi içinden birini seçmek gerekir.
1994’te İBB Başkanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1998’de ceza alınca İBB Meclisi’nde partisi çoğunlukta değildi. Fakat Erdoğan’ın yerine partisi Refah’tan Ali Müfit Gürtuna seçildi. Kayyum atanmadı.
28 Şubat süreci istese kayyum tayin ederdi, ama askeri zihniyet, vesayet sistemi bile bunu yapmadı.
Ama 15 Temmuz sonrası OHAL döneminde yasal düzenleme yapıldı, kayyum uygulaması başladı ve bu sorun yarattı. Bu düzenlemenin geri alınması lazım. TBMM’nin inisiyatif alması gerekiyor. Meclis başkanı böyle bir komisyon kurulmasını önerdi; geçmişi değil, geleceği konuşalım diyorlar. Ben de bunu doğru buluyorum.
Eğer Kürt meselesinde olumlu adımlar atılacaksa, ana muhalefetle iktidarın medeni ölçülerde uzlaşması, birlikte hareket etmesi şart. Bayramda bile bayramlaşmayan iki parti var; bu talihsiz bir durum. 70’li yıllardaki siyasi kavgalara da şahit oldum; bunlar maalesef 1980 darbesine giden süreci hazırladı.
*Bugüne dek Türk ve Kürt kardeşliğinden dem vuruldu, ancak pratikte hiçbir zaman Kürtler eşit bir evlat, kardeş olamadı Cumhuriyet içinde. Oysa şimdi eşit bir yurttaşlık vurgusu var. Örneğin Suriye’de, yanı başımızda, sınırlarımızın hemen altında ‘Kardeşlerimizden oluşan bir güvenlik gücü’ Türkiye’nin yararına olmaz mı?
Suriye’deki kimlikleri tanınmayan Kürtlerin büyük bir kısmı Cumhuriyet sonrası Türkiye’de baskı görüp Suriye’ye kaçanlardan oluşuyor. Ayrıca Suriye’de yerleşik, kadim Kürtler de var. Bu ayrımı bilmek önemli.
Türkiye eğer bölgede abi rolü üstlenecekse, Suriye’deki taraflar arasında hakemlik yapacaksa böyle davranmamalı. Mesela, SDG ile Suriye merkezi hükümeti arasında adil bir arabulucu olmalı. Bir tarafa açıkça sevgi, diğerine nefret göstererek bu rolü üstlenemezsiniz. Adalet ve yapıcılık olmazsa, hakemliğiniz kabul görmez.
Bir de şunu söylemek lazım; Türkiye’nin sınırında Kürt devleti kurulacak korkusu yıllardır var. Ama örneğin Irak Kürdistan’ı kurulduğunda birçok kişi “Bu savaş sebebidir” dedi. Ancak bugün Erbil ile Ankara arasında ciddi bir sorun yok. Irak’a yapılan ihracatın yüzde 70’inden fazlası Kuzey Irak üzerinden gerçekleşiyor. Süleymaniye ile bazı sorunlar var, o da PKK’ya yakınlıkla ilgili, ama bunlar çözülebilir.
Suriye’de ise fiili durum farklı. Oradaki Kürtler’in önemli bir bölümü PKK’ya sempati duyuyor, bu Türkiye’deki PKK sorunu çözülmeden de değişmeyebilir. Bu meseleler ancak akıl ve sağduyu ile konuşularak aşılabilir.
Son olarak, Kürtlerle sürekli kardeşlik vurgusu yapan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk milleti asırlardır kardeşi olan Kürtleri İsrail’in ya da Amerika’nın insafına ve merhametine terk etmemelidir.
*Eğer koşullar oluşturulursa, Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşüp süreç konusundaki fikirlerinizi paylaşmak ister misiniz?
Şu anda ben devlet ya da MİT yetkilisi değilim, İçişleri Bakanı veya Adalet Bakanı gibi bir pozisyonda da değilim. Bu nedenle böyle bir isteğim ya da gayretim yok. Abdullah Öcalan da bu röportajı görecektir. Daha önce parti sözcüsü iken de hep söyledim; Türkiye’nin esas problemi demokratikleşmedir.
Abdullah Öcalan da açıklamasında dedi ki, “Biz bağımsız devlet istemiyoruz, federatif yapı da istemiyoruz, kültüralist bir yaklaşım içinde değiliz.” Yıllar önce ben de şunu söyledim: İçinde bulunduğumuz odanın oksijeni artırılırsa hepimiz rahat nefes alırız. Kimsenin ağzına oksijen tüpü dayamaya gerek yok.
Türkiye’de hukuk devleti olursa, Selahattin Demirtaş da bundan yararlanır, Osman Kavala da, diğer insanlar da…
Demokratikleşme gerçekleştiğinde Kürt de bundan istifade eder, Çerkes de, Gürcü de, Arnavut da, Yörük de, Türkmen de..
Kuzey Irak’ta federatif yapı mantıklıydı çünkü Kürtlerin %95’i orada yaşıyordu. Ama Türkiye’deki Kürtlerin dörtte üçü ülkenin batısında, özellikle İstanbul ve diğer metropol şehirlerde yaşıyor.
Dolayısıyla 13-14 vilayeti ayrı bir eyalet ilan etmek de çözüm olmaz, mantıklı da değildir. Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümü bu değildir.
Türkiye’nin en büyük Kürt nüfusu İstanbul’dadır, aynı zamanda Akdeniz sahilinden Ege’ye kadar birçok yerde Kürtler yoğun olarak yaşamaktadır. İç Anadolu’ya ise göç azdır.
Terör sonrası göçlerle büyük şehirlerdeki Kürt nüfus daha da arttı.
Bu nedenle Türkiye’nin esas derdine deva olacak şey demokratikleşmedir. O zaman herkes, hepimiz, demokratik bir Türkiye’de rahat nefes alırız, oksijenimiz artar.
×HÜSEYİN ÇELİK KİMDİR?
Prof. Dr. Hüseyin ÇELİK 1959 yılında Van’ın Gürpınar ilçesinde doğdu. 1983 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne asistan olarak girdi. Siyasete 18 yaşında iken Adalet Partisi Gençlik Kollarında başladı. 1987 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kadrosuna geçti. 1988-1991 yılları arasında doktorası ile ilgili araştırmalar yapmak üzere, İngiltere’de bulundu. Aynı zamanda Londra Üniversitesi The School Of Oriental and African Studies’te Turkish Politics bölümünde Master programına devam etti.
Türkiye’de ilk siyasal muhalefet hareketi olan “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” ile ilgili araştırmalar yapmak üzere Belçika, Hollanda, Almanya, Avusturya, İsviçre, İtalya ve Fransa’da bulundu. 1991 yılında “Ali Suavi ve Dönemi” konulu doktorasını tamamladı. 1992’de Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yardımcı doçent, 1997 yılında doçent oldu. Üniversite yıllarında ve akademik hayatında siyasetle yakından ilgilendi.
18 Nisan 1999 Milletvekili Genel Seçimlerinde DYP’den Van Milletvekili seçildi. 3 Temmuz 2001’de DYP’den istifa ederek AK Parti’nin kurucuları arasında yer aldı. Milletvekili seçildiği ilk yıl TBMM Başkanlık Divanı Üyeliğine seçildi. TBMM’de Ak Parti Grubu oluştuktan sonra Grup Başkan Vekili oldu. 3 Kasım 2002 Milletvekili genel seçiminde yeniden Van Milletvekili olarak parlamentoya girdi. 58. Cumhuriyet Hükümetinde Kültür Bakanı olarak görev aldı. 59 ve 60. AK Parti Hükümetlerinde ise, Millî Eğitim Bakanı olarak yer almıştır.