Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Belleğin Yüküyle Yazmak:

Neval’in Ardında Kalan Hikâyeler

Belleğin Yüküyle Yazmak:

“Politik yas sadece insan kayıplarını, insanın yaşadığı dehşeti değil, hukuk ve adaletteki aşınmayı, travmalarla yüzleşilememesini de bir yas biçimi olarak görüyor. Unutma ve hatırlamayı bu bağlamda politik yasın bir nevi sonucu diye düşünebiliriz. Politik yasın kendisi sadece şiddete doğrudan maruz kalanı değil, çevresindekileri de bir hortum misali içine alıyor.”

Şiyar DİCLE

Gazetecilikten edebiyata uzanan, tanıklıkla yoğrulmuş bir yazı serüveni… Romanlarında kayıp, bellek, göç ve anlam arayışı gibi temaları cesaretle işleyen yazar, ilk romanı Duasız ve Törensiz ile bireysel travmalarla toplumsal hafızayı iç içe geçiriyor.

Bu söyleşide, hayatın içinden süzülen karakterlerin doğumuna, gazetecilikten gelen gözlem gücünün yazıya nasıl dönüştüğüne ve edebiyatın sahicilikle olan ilişkisine dair derinlikli bir yolculuğa çıkıyoruz.

Gazetecilik yıllarından beri kalemini takip ettiğim, her metninde bir iz sürücüsünün titizliğiyle hakikatin peşine düşen bir yazar o. Duasız ve Törensiz, yalnızca bir ilk roman değil; yılların birikimiyle, tanıklığın, sessiz çığlıkların ve unutulmak istenmeyenlerin iç içe geçtiği sarsıcı bir anlatı. Okurken sadece bir hikâyeye değil, yazarın iç sesine ve belleğin en kırılgan katmanlarına da eşlik ediyorsunuz.

Gazetecilikten yazarlığa uzanan bir hikayeniz var. İkisini de deneyimlemiş biri olarak, gazetecilik ve yazarlık arasındaki temel farklar sizin için neler? Gazetecilikteki gözlem gücünüz, yazarlığınızın temelini nasıl oluşturdu?

Genç yaşlarımda edebiyata büyük bir merakım vardı. Beni gazeteciliğe yönlendiren şeyin kendisi de edebiyat oldu. Neden yazmaya değil de gazeteciliğe, bunun cevabını bilmiyorum. Tek bir ihtimal var. 90’lı yıllar sanki hepimizden bir şeyler yapmamızı istiyordu ve ben de gazetecilik yaparak bir nevi o dönem üzerime düşen sorumluluğu yerine getirdim. Daha o dönemlerde dahi 5N1K kuralını delmeye çalıştığımı hatırlarım. Haberde yeni biçim arayışında olduğumu. Adliye koridorlarında, sokaklarda o kadar çok hikâyeye ulaşıyordum ki, küçük insanların devasa hikayelerini belli kurallar dahilinde aktarmak bana çok yavan geliyordu. Çoğu zaman deldim bu kuralı zaten.

Roman yazmak aklımı hep meşgul eden bir konuydu. Ama birinden birini tercih etmek çok zorladı beni. Ben iki şeyi aynı anda yapamayan biriyim. Yazmak için gazetecilikten istifa ettim. İstifa ettim diyorum, mesleğin kendisi aynı zamanda zihni bir meseledir ya, o zihni yarılmayı sona erdirdim. Ama gazeteciliğin bana sağladığı olanakları sonuna kadar kullandım. Gazeteci olup edebiyatta kusursuz eserler vermiş olan Platonov, Marguez, Svetlena Aleksiyeviç ve elbette topraklarımızın medarı iftiharı Yaşar Kemal’in ve sayısız edebiyatçının gazetecilikten, hayatın kalbinden gelmesi de bir tesadüf olmasa gerek.

Yukarıda da bahsettiğim gibi gazeteciliğin olayları sınırlayan bir tarafı var. Ama edebiyat öyle mi? Kurgu evreni bir gazetenin iç sayfalarında sıkışmış küçük bir haberden bir evren yaratmanızı sağlar. Büyülü bir evrendir bu. Yazanı da okuyanı da içine çeken bir evren. Tıpkı Tanrı Parçacığı Teorisi gibi. Teori nasıl ki hiçliğe kütle vermeyi amaçlıyorsa edebiyat da hayat içinde kaybolan sınırsız ihtimalden birini seçer, onu büyütür ve kütle kazandırır. Edebiyatın gücü dediğimiz şey de tam olarak budur.

Nihai olarak edebiyata olan tutkumun beni fırlattığı gazetecilik; insan, sokak ve hayat deneyimi ile birleşerek bumerang gibi yeniden edebiyata, bu kez bir romancı olarak döndürdü beni.

Yaşadığınız coğrafyalar ve kültürel çeşitlilik, yazma tarzınızı ve hikâye anlatımınızı nasıl etkiledi? Farklı kültürlerle iç içe yaşamanın yaratıcılığınıza katkıları neler oldu? Sizi yazmaya iten en güçlü motivasyon neydi?

Benim annem Diyarbakırlı bir Kurmanç. Babam Siverekli bir Zaza. Ama ben babamın atandığı şehir ve kasabalarda ağırlıklı olarak ‘batılı’ öğretmenlerin eğitim verdiği okullarda okudum, devlet lojmanlarında büyüdüm. Sonra İstanbul gibi metropol bir şehirde üniversiteyi okudum, gazetecilik hayatına atıldım. Şimdi buradan bakınca inanılmaz bir zenginlik. Bu zenginlik beni tarifsiz bir çeşitlilikle yoğurdu. Özellikle insan psikolojisine anlayışlı, eşit ve vicdani bir yerden bakmamı sağladı. Bence bir romancının en önemli özelliğidir insanı yansız olarak anlatma becerisi. Bence ben bu önemli terbiyeyi aldığımı düşünüyorum.

 “Duasız ve Törensiz” Romanının Doğuşu: Romanınız, kayıplar ve bellek üzerine güçlü bir anlatım sunuyor. Bu romanın yazılma süreci nasıl başladı? İlk cümleyi yazarken zihninizde nasıl bir hikaye vardı? Karakterler ve olay örgüsü zamanla nasıl şekillendi?

Aslında mesleğe başladığım ilk yıllardan itibaren, içimde biriken, kafamı meşgul eden konulardı bunlar. Sayısız insan, ki bunların pek çoğunu kadınlar oluşturuyordu, unutma ve hatırlama döngüsünün içinden çıkamıyordu bir türlü. Sayısız ölüm, sırasız ölüm, geride kalan sayıları bir rakamdan çok bir olguya dönüşmüş büyük bir hafıza meselesi. Bu meseleyi anlatmanın bir yolu olmalıydı. 90’lı yıllara odaklanan Duasız ve Törensiz’in psikolojik bir roman olacağı, bir kız kardeşlik romanı olacağını hissediyordum. Bir gün babasını kaybetmiş genç bir kadının sohbetimiz arasında ettiği tek bir cümle metne başlamamı sağladı. Artık nasıl bir yol izleyeceğimi biliyordum. Roman sevdiği kişinin öldüğünü bilmesine rağmen ölümünü kabullenememesine odaklanacaktı. Ve ilk sahneyi yazdım. Baş karakterim Neval, soğuk ve karlı havada sevdiği adamın mezarına gitmeye çalışacak ama her defasında yolda kalacaktı. Yine uzun yıllar üzerinde çalışmak istediğim bir konuyu, yatılı ilköğretim bölge okullarında yaşananları da romana yerleştirecektim. Derken roman tam da istediğim gibi şekillendi. Uzun ve titiz bir çalışmanın ardından Duasız ve Törensiz ortaya çıktı.

Romanınızda kayıp ve bellek temaları merkezi bir yer tutuyor. Bu temaların sizin için kişisel bir anlamı var mı? Unutmak ve hatırlamak arasındaki dengeyi neden bu kadar güçlü bir şekilde işlemek istediniz? Bireysel ve toplumsal bellek arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Marc Auge <Unutmak ve hatırlamak tamamen zıt şeyler değildir. Biri var olduğu için diğeri mümkündür.> der. Bu iki kavramın fasit bir daireymişçesine zihnimizde yer edinmesi içinde yer aldığımız zorba iktidar sistemlerinin bir sonucu ne yazık ki. Bugün artık toplumları ve dolayısıyla insanı akamete uğratan zorba yönetim sistemlerinin yarattığı sonuçlar politik yas tanımı içinde ele alınıyor. Politik yas sadece insan kayıplarını, insanın yaşadığı dehşeti değil, hukuk ve adaletteki aşınmayı, travmalarla yüzleşilememesini de bir yas biçimi olarak görüyor. Unutma ve hatırlamayı bu bağlamda politik yasın bir nevi sonucu diye düşünebiliriz. Politik yasın kendisi sadece şiddete doğrudan maruz kalanı değil, çevresindekileri de bir hortum misali içine alıyor.

İlk romanlar her ne kadar kurgu olsalar da hep daha kişisel olagelmiştir. Sanırım benim mesleki ve hayat deneyimim de bunu kaçınılmaz kıldı. Gazetecilikte tanık olduğum pek çok olayın bende yarattığı tesiri mutlaka yazacaktım. Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak kitabında da işaret ettiği felaketin izleyicisi olmak halinden çıkıp bir kuşağın meselesini yazmak istedim. Romanımı, Sontag’dan farklı olarak, başkalarının acısını görmenin bir biçimi olarak gördüm.

Neval ve Hasan, romanınızda derin bir bağla birbirine bağlı, ancak farklı kaderlere savrulmuş iki karakter. Onların hikayesini yazarken ilham aldığınız gerçek kişiler veya olaylar oldu mu? Karakterlerin içsel dünyalarını yansıtırken nelere dikkat ettiniz?

İki karakterim de gerçekte yaşamış insanlar değil, ama bu hayatta yaşamış olma ihtimalleri çok güçlü! Ben iki karakterime de ruhlarını giydirirken temel insan duygusu etrafında şekillendirmeye çalıştım. Bir insanı unutmak istememeye, burada bir direnç var nitekim, iten nedenleri ele aldım. Sorularla dolu bir ölümün, Hasan’ın Neval’in dünyasında bir varlıktan öte büyük bir boşluk olarak yer kaplaması üzerine çok düşündüm. Sonuç olarak tamamen kurgu bir metin, ama hayatın daha yaratıcı olmadığını kim iddia edebilir! Romanın 90’larda geçtiği düşünülürse Neval ve Hasan’ın yaşadıklarını deneyimlemiş sayısız insan olması çok normal. Sonuç olarak biz romancılar yok’tan var edebildiğimiz gibi, var’dan da var elde edebiliyoruz. Burada önemli olan kendimize dert ettiğimiz meselenin ne ölçüde edebiyatın olanakları içinde anlatabildiğimizdir. Metni ve dili nasıl inşa ettiğimizdir.

Göç, Yabancılaşma ve Anlam Arayışı: Siirt’ten Almanya’ya uzanan bir göç hikayesi anlatıyorsunuz. Göç, yabancılaşma ve anlam arayışı temaları, kişisel deneyimlerinizin bir yansıması mı? Bu temaları yazarken bireysel ve toplumsal perspektifi nasıl dengelediniz?

Anlam arayışı deyince aklıma hemen Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı adlı, insan ruhunu anlamak bakımından benim için özel bir yeri olan kitabı geliyor. Çok kez okuduğum, hayatı ve deneyimlerimi anlamamı sağlaması bakımından çok kez faydalandığım bir eser. Viktor Frankl, 2. Dünya Savaşı esnasında Auscwitz’te kendisinin de içinde bulunduğu Nazi toplama kamplarında yaşananları bir psikoterapist olarak yaşıyor. Kamptan sağ çıkmayı başarıyor. Ve kampta kaldığı süre boyunca insanın karanlığını ve aydınlığını ustaca kavradığı bu eseri yazar. Psikoloji kitaplarından öğrendiği bilgilerin çoğu kamptaki acımasız deneyde tamamen değişir.

Bu bağlamda ben bir romancının, hayata bir laboratuvar gibi değil de, tıpkı Frankl gibi hayatı ve insanı gözlemlemesini ve hayatla çarpışmasını değerli buluyorum. Hayattaki varlığımızı nasıl kılıyorsak yarattığımız edebi metinlerin bundan bağımsız olmasını bekleyemeyiz. Kalemi sivrilten, kelimeyi kesik bir cam parçasına dönüştüren şeyin sahicilik olduğuna inanıyorum. Okuduklarımızı hayatın bileylediğini,,bu bakımdan öğrendiklerimizin hayatın terazisindeki tartısına bakılması gerektiğini düşünüyorum. En azından benim edebiyatı algılama ve ele alış biçimim böyle. Felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin alanlarına girmeyen bir edebi metin, hayatın deneyiminde kavrulmamışsa, hele de hikayesi hayatın ta orta yerinden anlatılıyorsa çok eksik kalıyor. O nedenle hep, kaybını ararken kendi de kaybolan bir Neval’i psikolojinin ve deneyimlerim içerisinde ele aldım. Hasan’ı, varlık-yokluk meselesinin tahterevallisinde felsefenin olanakları ve hayatın soruları içerisinde işlemeye özen gösterdim. Ama böylesine zor bir konuyu ve karakteri ancak elimi metnin kalbine daldırarak anlatabilirdim. İnebildiğim kadar derine indim. Bu derinliğe inen merdiven elbette benim deneyimlerim de oluyordu.

Göç temasına gelecek olursak. Göç sadece bir insanın fiziki olarak bir yerden bir yere ulaşmaya çalışması değildir bana göre. Ki karakterim Hasan çocukluğundan itibaren kendi iç dünyasında bir yalnızlık ve yabancılaşma içinde. Ta ki gerçekten bu dünyadan göçene dek. Keza Neval, Hasan’ın ölüm haberini ilk aldığında var olan düzeni ve düşünce dünyasından başka bir duygu evrenine göç ediyor. Almanya’ya göçü ruhsal göçünden sonra oluyor. O nedenle ben kavramları bilindikleri yerden değil de ruhsal halleri içinde ele almayı deniyorum.

“Duasız ve Törensiz” romanınız güçlü bir iz bıraktı. Okurlarınız yakın gelecekte sizden yeni bir eser bekleyebilir mi? Üzerinde çalıştığınız projeler veya yeni eserler var mı?

Bir süredir üzerinde düşündüğüm bir konu ve onu çevreleyen bir tema olgunlaştı. Şu an bu roman üzerinde çalışıyorum.

Benzer Haberler