Sivil mücadelenin, yeniden-yurttaşlaşmanın, yurttaşı yeniden aktif bir özne kılmanın, siyaseti yeniden çoğulcu bir yurttaşlık aktivitesi haline getirmenin, yani demokratik barışın ekonomik etkileri ne olabilir?
İlhan DÖĞÜŞ
PKK, Irak Federe Kürdistan Yönetimi’ne bağlı Süleymaniye’de sembolik silah yakma töreniyle siyasi ve sivil mücadeleye yoğunlaşacağını, silahlı mücadeleye son verdiğini ilan etti. Kürdistan ulus-devletine imkan tanıyacak dünya-sisteminin SSCB’nin dağılması ile ortadan kalkması sonrasında 1993’te bağımsız ulus-devlet hedefinden vazgeçtiğini ilan ettiğinden beri farklı model önerileriyle koşullar sağlandığında silah bırakacağını defalarca belirtmişti PKK.
Yurttaşlık haklarına ve demokratik birlikte yaşamaya dair taleplerin silahla sağlanamayacağını birçok analist de yıllarca vurgulayageldi. Abdullah Öcalan da uzun yıllardır bunun teorik çerçevesini çizmeye çalışan bir entelektüel çaba içindeyken Ortadoğu’da mevcut yapının ve ilişkilerin İran-İsrail çatışmasıyla yeniden yapılanacağına dair emarelerin belirmesi üzerine MHP lideri Devlet Bahçeli’nin inisiyatif almasıyla devlet bu çağrıya nihayet cevap verdi.
Bu yeni durumu Albert Otto Hirschman’ın “loyalty-voice-exit” (sadakat-ses verme-çıkış) kategorisi ile açıklamak mümkün galiba: Bir organizasyonda (devlet, işyeri, örgüt) bir hoşnutsuzluk karşısında üç seçenek vardır: İtaat etmek, değiştirmek üzere tartışmak ya da terk etmek. Kibar Feyzo filminin senaristi İhsan Yüce, Hirschman’ı okudu mu bilmiyorum ama filmde köylülerin Maho Ağa ile ilişkisi bu üç seçeneği sırasıyla barındırır. Önce itaat eden köylüler, hoşnutsuzluklarını dile getirmek, değiştirmek için yürüyüş yaparlar, ses çıkarırlar; sonuç alamayacaklarını görünce de köyü terk etmeye kalkarlar.
1980 öncesi Kürt coğrafyasındaki birçok sivil dernek ve hareket, değiştirmek üzere ses vermeye (voice) çalıştılar. Ancak bu sese kulak verilmeyince, Diyarbakır Cezaevi’nde insanlık tarihinin en korkunç işkenceleri yapılınca, kimisi çıkış seçeneğini seçti, dağa çıktı; kimisi de itaat etti. 1990’larda HEP ile başlayan siyasi parti geleneği ile ve dergilerle, gazetelerle, derneklerle yeniden tartışmak, ses vermek seçeneğinde diretmek istedi Kürtler. Şimdi çıkış (exit) seçeneğini seçmiş gerillalar tekrar dönmek ve ses vermek seçeneğini güçlendirmek ve daha güçlü bir dönüşümü bu şekilde gerçekleştirmek hedefindeler.
Modern demokrasinin öznesi olarak yurttaşı; ‘ses veren, tartışan, kendi değerlerini ve çıkarlarını başkalarının değerleriyle ve çıkarlarıyla barışçıl yöntemlerle çatıştırarak ortaklaştırmak çabası içinde olan aktör’ olarak tanımlarsak, gerilla şimdi yeniden-yurttaşlaşmak istiyor. Özne olmayı ‘değiştirmek kapasitesi’, demokrasiyi de ‘hayatımızı etkileyen kararlara katılım imkanı’ olarak tanımlarsak, gerilla demokratik özne olmak istiyor, denebilir. NuMedya24’ten Diyar Ciwan’a verdiği röportajında da, silahları yakma törenindeki açıklamasında da, Beşe Hozat bunu açıkça dile getiriyor: “Amed’de İstanbul’da demokratik sürecin öncüleri olmak isteriz”.
Peki bu sivil mücadelenin, yeniden-yurttaşlaşmanın, yurttaşı yeniden aktif bir özne kılmanın, siyaseti yeniden çoğulcu bir yurttaşlık aktivitesi haline getirmenin, yani demokratik barışın ekonomik etkileri ne olabilir?
Öncelikle bu soruya, bu önemli gelişmeyi görmezden gelen, önemsemeyen, ekonomiyi elitlerin uğraştığı toplumdan azade teknik bir mesele olarak gören neoliberal iktisatçıların yanıt verecek bir entelektüel dertlerinin ve kapasitelerinin olmadığını; yanıtın alternatif bir iktisat teorisinden neşet etmesi gerektiğini vurgulamalıyım. Liberal iktisatçıların liberal demokratik değerlere, demokratikleşmeye ilgisiz kalmalarına, sahip çıkmamalarına şaşıracak olanlara da iki hatırlatma yapmak isterim:
1-) İlk olarak sosyalist Allende’yi darbe ile deviren Pinochet’in Şili’sinde Milton Friedman’ın danışmanlığında uygulanan neoliberal iktisat politikaları hiçbir ülkede demokratik yöntemlerle uygulanmadı; askeri darbe, savaş ya da doğal afet gibi olağanüstü durumların ardından ‘başka alternatif yok’ söylemiyle dayatıldı. Zira hiçbir toplum deli gömleğini, yoksullaştıran kemer sıkma politikalarını rıza ile kabul etmez. Göçmen sayısı artmayan ülkelerde de ırkçı ve aşırı-sağ partilerin yükselmesi, merkez-sol ve merkez-sağ partilerin güç kaybetmesinin temel açıklayıcısı, son yıllarda uygulanan bu kemer sıkma politikalarıdır. Öncesinde milyonlarca göçmenin geldiği Almanya’da 2021 seçimlerini SPD ve Yeşiller seçim kazanırken, göçmen sayısının azaldığı 2025 seçimlerinde her iki parti koalisyondayken FDP’nin dayatmasıyla uyguladıkları kemer sıkma politikaları nedeniyle kaybetti, ırkçı AfD ikinci parti oldu. Yani, ülkelerinde devletlerinin egemen kimliklerini taşıyan ve destekleyen neoliberal iktisatçıların teorileri ve önerdikleri politikalar toplumsal barışı zedeleyen bir fonksiyon üstlenmiştir.
2-) Tüm işlevleri küresel ve ulusal tekellerin çıkarlarını topluma bilimsellik kılıfı altında dayatmak olan neoliberal iktisatçıların demokrasi diye pazarladıkları aslında teknokrasidir. Bunun en bariz kanıtı, aslında işgücü piyasasının güvencesizleştirilmesi, esnekleştirilmesi, sendikasızlaştırılması olan ‘yapısal reformları’ hukukun üstünlüğü ve eğitim reformu diye pazarlarken hiçbir hukuksuzluğa ve demokrasinin ilgasına itiraz etmediler. Kürt vekillerin, gazetecilerin, Barış Akademisyenleri’nin, belediye başkanlarının, öğrencilerin hukuksuzca tutuklanmalarına, kayyumlara itiraz etmeyi geçtim; Cumhurbaşkanı adayları olarak gördükleri Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına dahi itiraz edemediler. Peki neye itiraz ettiler? TCMB Başkanı’nın görevden alınmasına “hukuksuzluk” dediler. Başka hiçbir itirazları olmadı AKP’ye. Oysa enflasyonu düşürmekle hiçbir alakası olmayan Merkez Bankası bağımsızlığı, demokrasiye kökten aykırı bir uygulamadır çünkü bu atanmış teknokratların tüm yurttaşların hayatlarını etkileyen, onları iflasa, işsizliğe sürükleyen faiz artışı kararlarına yurttaşlar etki edemezken, tek vaatleri olan enflasyonu düşürmek konusunda başarısız olmaları durumunda da hesap vermemektedirler. Kararlarının bedelini seçilmiş hükümetler ödemektedir. Bunu da iktisadı herkesin anlamadığı teknik bir meseleymiş gibi pazarlayarak yapıyorlar. Yurttaşlar da teknik jargonları duyunca bunların iddialarının kendi içindeki tutarsızlıklarını ve gerçek hayatla çelişkilerini fark edemez oluyorlar; fark etseler de itiraz etme cesaretini yitiriyorlar.
Refah ve hakikat karşıtı olan hakim neoliberal iktisat paradigmasından demokrasi ve barış çıkmayacağını kabaca belirttikten sonra refah ve hakikat derdi olan alternatif iktisat teorisine dayanarak barışın ekonomik etkilerini tartışabiliriz.
Öncelikle 41 yıllık savaşın ekonomik maliyetine dair kaba bir hesap yaparak başlayabiliriz.
Demokratik Gelişim Enstitüsü (Democratic Progress Institute) için 2021 yılında İzzet Akyol tarafından hazırlanan raporda, Türkiye’nin silahlı çatışma nedeniyle 37 yılda 3 trilyon dolar kaybettiği bulgulanmıştı.
Savaşın maliyetini sadece savaşa harcanan parayla ölçmek yeterli değil kuşkusuz. Savaşın maliyeti, savaşa heba edilen insan kaynağının ve diğer kaynakların savaş yerine diğer faaliyetlere yöneltilmesi ile ortaya çıkacak değerden yoksun kalınmasını da içerir. Savaşta hayatını kaybeden veya gerillaya katılan insanların sivil işlerde çalışsaydılar yapacakları tüketim, yatırım ve üretim katkılarının noksanlığı, savaşın en büyük ekonomik maliyetidir. Ancak iktisatta, özellikle de makroiktisatta, faktörlerden bazılarını sabit tutup diğerlerinin nasıl sonuç vereceğini gözlemlemek üzere deney yapmak ve tarihi de ‘öyle olmasaydı ne olurdu’ şeklinde bilimsel bir çerçevede okumak mümkün olmadığından “PKK ile silahlı çatışma olmasaydı hangi iktisadi faktör nasıl şekillenirdi?” sorusuna yanıt vermek çok zor. Daha net bir ifadeyle, savaş olmasaydı yatırım miktarı, cari açık, faiz, enflasyon, döviz kuru ne olurdu diye tek tek kestirimde bulunmak ve bunu modellemek pek mümkün değil.
O zaman şöyle kaba bir varsayım ile tüm iktisadi faktörlerin etkileşimini kuşatmak mümkün: Çatışmanın yoğun olduğu yıllardaki Dolar cinsinden büyüme ve enflasyon oranları ile çatışmanın olmadığı/düşük yoğunlukta olduğu yıllardaki oranları karşılaştırırsak, savaşın maliyetine dair fikir edinebiliriz. TCMB verilerine dayanarak yaptığım hesaplamayı aşağıdaki tabloda özetledim.
Türkiye 1984’ten sonra, çatışmanın düşük veya hiç olmadığı yıllardaki kadar büyüseydi hep, 2024’teki kişi başı milli geliri 15 bin 147 $ değil, 20 bin $ olacaktı. Yani %33 daha yüksek olacaktı. Bu da 424 milyar $ kadar daha az GSYİH demek. 41 yılın ortalama enflasyonu da %50 değil %17, yani yarısından çok daha az olacaktı. Elbette bu hesaplama, diğer iktisadi, siyasi ve sosyolojik faktörlerin savaşın olmasına ve olmamasına göre kendini adapte ettiği varsayımına dayandığı için kesin olmayan, kaba ve kısıtlı bir hesaplamadır.
Kısıtlı bir hesaplamadır örneğin bu hesaplamada silahlı çatışma olmasaydı ve 1987’de tam üyelik başvurusu yapılan AB’ye 1994 gibi tam üye olunsaydı, bu sayede Türk Lirası güçlü para birimlerine (öncesinde Alman Markı’na, 2000 sonrasında Euro’ya) sabitlenseydi, ya da Euro’ya geçilseydi, bir kur şokuna maruz kalınmayacağı ve kur şokunu bastırmak için ekonomiyi krize sürükleyen yüksek faiz artışlarına gidilmeyeceği yok.
Keza bu hesaplamada savaşın yarattığı politik gücün merkezileşmesinden beslenen rant ekonomisinin yarattığı verimsizliğin büyümeye negatif katkısı ve devletin ihtiyaç duyduğu savaşa toplumsal desteği sahip oldukları medya kanalları ile sağlamak karşılığında ihaleler, vergi afları, sübvansiyonlar ve özelleştirmeler ile tekelci konumunu güçlendiren holdinglerin yüksek kar marjı fiyatlamaları ve düşük üretim ile artırdıkları eşitsizliğin büyümeye negatif katkısı da yok.
Bu hesaplamada savaştan beslenen otoriter iklim altında sendikal mücadelenin baskılanması nedeniyle ve ırkçı söylemlerle Kürt ve Suriyeli göçmen işçilerin ucuz işgücü olarak kodlanmaları nedeniyle işçilerin ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirememiş olmalarının etkisi de yok.
Buradan harekete barışın ekonomiye etkilerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Türk, Kürt ve Suriyeli göçmen işçilerin ortaklaşmaları sayesinde ve savaşı bahane edegelmiş otoriter iklimin bertaraf olmasıyla sendikal mücadelenin güçlenmesi ölçüsünde ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin imkanlarının gelişmesi;
2- Demokratik yurttaşlık bilincinin gelişmesiyle eğitim, sağlık, ulaşım, ısınma, barınma, ulaşım, şu, elektrik gibi temel hakların asgari ihtiyaç düzeyine kadar olan kısmının ücretsiz karşılanması talebinin güçlü dillendirilmesi ile artacak olan refah;
3- Siyasi gücün merkezileşmesinden beslenen holdinglerin savaşa destek karşılığında ekonomik güçlerini konsolide edecekleri imtiyazlardan mahrum kalmalarıyla tekelleşmenin ve beraberinde eşitsizliğin, işsizliğin azalması ve tekelci firmaların aşırı-kar fiyatlamalarıyla sebep oldukları kronik yüksek enflasyonun bertaraf edilmesi (Daha rekabetçi bir piyasa yapısında düşük kar marjından ötürü firmalar hedefledikleri kar oranına erişmek için üretimlerini artırmak durumunda kalacaklarından istihdam ve dolayısıyla ücretler desteklenecektir);
4- Savaşın yarattığı baskıcı ortamdan ötürü ülkeyi terk eden üniversite mezunu işgücünün yaratacakları yüksek teknolojik inovasyonların tetikleyeceği büyüme;
5- Savaşın sebep olduğu politik istikrarsızlığın ve Batı ile gerilimli ilişkilerin başat sebebi olduğu kurdaki dalgalanmanın tetiklediği yüksek enflasyon ve kuru baskılamak için başvurulan yüksek faiz (kur-faiz sarmalı) durumundan barışın sağladığı politik istikrara kavuşulmasıyla kurtulunacak olunması;
6- Demokratik toplum siyasetinin gücü ölçüsünde savaş etrafında örgütlenmiş ‘rant devletini’ sosyal refah devletine dönüştürmesi sayesinde yoksulluğu, eşitsizliği ve işsizliği düşürmeye dönük kamu yatırımları ve kamu istihdamı ile refahın yükselmesi.
Özetle, barış kendiliğinden bir ekonomik refah yaratmayacaktır. Çatışmasız ortamda güçlenen demokratik yurttaşlık ve onun örgütlediği sosyal refah mücadelesi, refahı artırarak adil bölüştürecektir. Aslolan, yurttaşların gerekli ve yeterli özgüvene sahip olmalarıdır. Borç yükü ve maruz kaldığı belirsizlik yüksek olan insanlar sadece ötekileriyle değil, kendileriyle de barışçıl, huzurlu ilişki kuramazlar. Dolayısıyla barışa toplumsal desteği güçlendirmek için borç/gelir oranını azaltan, insanların kendilerini güvende hissettikleri bir iktisat politikasını devreye sokmak gerekiyor.