Amed DİCLE
Suriye, mezhebin, kimliğin ve ihanetle çizilmiş sınırların birbirine dolandığı yerdir. Haritası masa başında, kaderi sokakta yazılmış bu ülkede savaş yorgunluğunun yerini şimdi diplomasinin gölgesi aldı. Ama bu, barış arayışı değil; kimin neyi alacağına dair yeni bir hesaplaşma. Riyad’da yapılan görüşme, Körfez’in parası, Washington’un planları, İbrahimî Anlaşmalar ve yaptırımların akıbeti üzerinden kurulan bu denklem, Suriye’yi yeniden şekillendirmek isteyen güçlerin el yükselttiği bir döneme işaret ediyor. Herkes masada, evet, ama herkes birbirine karşı.
Görünürdeki diplomatik trafiğe rağmen Suriye sahasında tansiyon düşmüyor. Hmeymim Üssü’ne yapılan saldırıda iki Rus askerinin öldürülmesi, sadece askeri bir gelişme değil; Suriye’de Rusya’nın askeri varlığının artık tartışmaya açılabileceği bir zemin oluştuğunun işareti. Aynı anda yaşanan HTŞ’nin üst düzey bir komutanının DAIŞ’e geçmesi, cihatçı cephedeki çözülmenin ivme kazandığını gösteriyor. Bu ayrışma, ABD’nin “cihatçılar arası kontrollü savaş” senaryosunun ilk halkası olabilir.
Tişrin çevresindeki DSG güçlerine dönük provokatif saldırılar, Kürtleri çatışma içine çekme girişimi olarak okunabilir. Ancak DSG bu hamleleri püskürttü. Bu da sahada yalnızca çatışmaların değil, çatışmaya çekme stratejilerinin de devrede olduğunu gösteriyor.
Riyad Zirvesi: Şam’ı kim kendi ekseni altına alacak?
Sahadaki gelişmeleri anlamlandırmak için, geçtiğimiz hafta Riyad’da yapılan ve perde arkasında büyük diplomatik pazarlıkların döndüğü zirveye bakmak gerekiyor. Bu zirve, Suudi Arabistan’ın Trump’la yaptığı ekonomik anlaşmalar sayesinde mümkün oldu. Körfez sermayesi, Washington’un kapısını çaldı, Trump’ı Riyad’a getirdi ve Ahmed El Şara ile görüştürdü.
Amaç, Şam’ı Ankara’nın etkisinden koparmak. Bu bir rekabet: Körfez vs Türkiye. Suudi Arabistan, Suriye’yi Arap dünyası içinde kendi hizasına çekmek isterken; Türkiye, “ben olmadan bu masada karar alınamaz” mesajı vermeye çalışıyor. Erdoğan, zirveye Trump üzerinden telekonferansla katıldı. Ancak bu katılım, Türkiye’nin diplomatik yalnızlığının sembolüydü.
Türkiye masada olmak istiyor ama masayı kuracak kaynağı yok. Ne ekonomik gücü var ne de bölgedeki itibarını toparlamış durumda. Körfez sermayesi ve Avrupa (özellikle Almanya-Fransa hattı), Suriye’ye yön verecek esas finansal aktörler konumunda. Türkiye, denklemde “dahil” ama “şekillendirici” değil. Çünkü:
• Suriye’de harcadığı siyasi sermaye sonuç vermedi
• Ekonomik kriz içerideki öncelikleri dışa kapattı
• Kürtlerle kurduğu düşmanlık politikası, onu sahadaki en dinamik aktörle karşı karşıya getirdi
Riyad’daki zirvenin ardından Trump’ın yaptığı “Suriye’yi İbrahimî Anlaşmalar’a dahil edebiliriz” açıklaması, Washington’un bu ülkeyi artık yalnızca bir iç savaş dosyası olarak değil, bölgesel entegrasyon projelerinin parçası olarak gördüğünü açık biçimde ortaya koydu. Bu açıklama, aynı zamanda Körfez sermayesiyle şekillenen yeni diplomasi hattının, Suriye sahasında ABD eliyle meşrulaştırıldığını da gösteriyor.
El Şara’nın bu açılıma sıcak bakması, Şam’ın Körfez ekseniyle yakınlaşmaya istekli olduğunu gösterirken; Washington’un sahada doğrudan değil, dolaylı etki araçlarıyla hareket ettiğine işaret ediyor. ABD, Suriye’de yeni bir mimari kurmak istiyor ama bu defa taşları sahada sürerek değil, aktörlere görev dağıtarak diziyor.
Bu tabloda roller açıkça tanımlı:
• Suudi Arabistan, diplomatik normalleşme ve finansman kanallarını açacak aktör;
• Türkiye, sınırlı nüfuzunu kullanarak sahada dengeleyici bir pozisyonda tutulmak isteniyor;
• Kürtler, güvenlik ve istikrar açısından sistemin taşıyıcı unsurları arasında yer almak üzere konumlandırılıyor.
Fakat bu planın hayata geçmesi için en kritik eşik ABD Kongresi. Çünkü Suriye’ye yönelik ağır yaptırımlar ancak Kongre onayıyla kaldırılabilir. İşte tam da bu noktada ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun yaptığı çıkış devreye giriyor. Rubio’nun Kongre kürsüsünden yaptığı “Suriye kısa sürede bölünebilir, rejim haftalar içinde çökebilir” uyarısı, yüzeyde bir alarm zili gibi görünse de, aslında soğukkanlı bir ikna stratejisidir.
Bu bir korku politikası değil; bir karar mekanizmasına yön verme planıdır. Rubio’nun asıl mesajı şudur:
Eğer El Şara rejimi desteklenmezse, ortaya doğacak boşluk IŞİD gibi radikal örgütler tarafından hızla doldurulacaktır. Ve bu senaryo sadece Suriye için değil, bölge ve Batı açısından da ağır sonuçlar doğurur. Bu nedenle, El Şara’yı belirli koşullar altında sistem içinde tutmak, radikalizmin yeniden yükselmesini önlemenin en “maliyet-etkin” yolu olarak sunuluyor.
Buradaki taktik zekâ şu: Washington yönetimi, Şam yönetimini açıkça aklamadan, ama onu tamamen dışlamadan “zararın en azı” formülüyle bir geçiş planı oluşturmaya çalışıyor. Bu plan, hem İbrahimî Anlaşmalar’ın genişletilmesi açısından hem de İran etkisinin kırılması bağlamında işlevsel bir araç olarak görülüyor.
Rubio’nun Kongre’ye taşıdığı bu retorik, sadece iç politikayla sınırlı değil; uluslararası finans ve güvenlik mimarisini de etkilemeye dönük bir müdahaledir. Çünkü yaptırımlar kalkmazsa, Körfez’in vaat ettiği yatırım ve yeniden inşa projeleri askıda kalır. Kalkarsa, bu sefer de ABD kamuoyuna “neden rejime taviz verildiği” açıklanmalıdır. İşte Rubio, bu dengeyi sağlamak için Kongre’de psikolojik zemini hazırlıyor.
Ancak El Şara’nın Batı ile yürüttüğü diplomaside derin bir inandırıcılık krizi var. DSG ile imzalanan anlaşmalar uygulanmıyor; anayasa taslağı, Rojava’nın sunduğu adem-i merkeziyetçi vizyonu tamamen yok sayarak merkeziyetçi bir sistem üzerinden fiilen yürürlüğe kondu. Yakında ilan edilmesi beklenen parlamento da bu çizgiyi sürdürüyor. Şara, geçmişle yüzleşmeden geleceği yeniden tasarlamaya çalışıyor ama bu yaklaşım, içeride meşruiyet üretmediği gibi dışarıda da güven yaratmıyor. Dahası, merkeziyetçilik ısrarı yalnızca Kürtlerle değil, ülkedeki azınlıklarla da yeni bir kırılmanın kapısını aralıyor.
Bu tablo, sadece Şam’ın değil, Ankara’nın da manevra alanını daraltıyor. Şara’nın çözümden uzak tutumu, Türkiye’nin uzun süredir dayandığı “rejime karşı pozisyon alma” zeminini anlamsızlaştırıyor. Suriye’de artık “karşı olmak” yetmiyor; yeni dengelerde nerede durduğunuz, kimlerle ilişki kurduğunuz belirleyici hale geliyor.
Türkiye için çıkış yolu…
Türkiye, Suriye denkleminde uzun süredir askeri varlığıyla görünür, söylemiyle iddialıydı. Ancak bugün geldiği yer, masada etkisi azalan; sahada ise yalnızlaşan bir pozisyon. Bunun temel nedeni, izlediği çatışmacı ve dar hesaplı dış politikadır. Astana sürecinde Rusya ve İran’la kurduğu geçici ortaklık çöktü. ABD ile kurduğu güvenlik temelli ilişki, Kürt meselesi üzerinden tamamen dağıldı. Suriye muhalefetini dizayn etme çabası başarısız oldu; radikal gruplarla kurduğu angajman, Batı’nın gözünde Türkiye’yi sorunun parçası haline getirdi. Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte, yeniden inşa sürecinde söz sahibi olacak mali gücü de kalmadı. Körfez parası Riyad üzerinden akıyor, diplomasi Washington’un kontrolünde ilerliyor, Avrupa ise siyasi çözüm için Türkiye’yi değil, Şam’la diyalogu önceleyen aktörleri muhatap alıyor.
Tüm bu gelişmelerin ardından Türkiye’nin önünde gerçekçi bir seçenek kalıyor: Rojava Kürtleriyle statü temelinde bir uzlaşı. Bu adım atılmadığı sürece Türkiye, sadece masadan dışlanmakla kalmaz; Suriye’nin kuzeyinde şekillenen yeni yapıda, sınırının hemen ötesinde meşruiyeti olan bir yapıya karşı sürekli teyakkuzda kalan, kırılgan ve izole bir aktöre dönüşür. Uzlaşı ise Türkiye’ye yalnızca güvenlik avantajı değil, bölgede yeniden sözü geçen bir aktör olma imkânı sunar. Belki de şimdi İmralı’da konuşulan konu tam olarak bu.