1924 anayasasından bu yana Kürt inkarı sürecine girilmiş olup bunun en basit ve kolay yoldan sonuca götürecek yolu olarak dil üzerindeki baskılar seçilmiştir. Çünkü egemen zihniyet bilmektedir ki, bir halkın dili nesiller boyunca yok edilirse, bu durum o halkın varlığının inkârına bir delil olarak kullanılabilecektir.
Ali Diler*
Birleşmiş Milletler tarafından imzaya açılan Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeyi Türkiye 2003 yılında onaylamıştır. Sözleşmenin 27. maddesinin yalnızca inanç hürriyetinin sağlanmasını ve dilin kullanılmasının engellenmemesini öngörmesine rağmen Türkiye Lozan Antlaşmasına atıf yaparak bu maddeye çekince koymuştur. Lozan Antlaşmasında ise yalnızca Müslüman olmayan azınlıkların bir kısmının eğitim hakları güvence altına alınmıştır.
Türkiye’nin de üye olduğu Avrupa Konseyi tarafından Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Koruma Sözleşmesi imzaya açılmış ancak aradan geçen 33 yıla rağmen Türkiye tarafından imzalanmamıştır. Söz konusu sözleşme ilkokul öncesi eğitimden üniversite eğitimine kadar anadilde eğitim sağlanmasını, bunun müfredatın ayrılmaz bir parçası olmasını, anadilde yayın yapan medya organlarının kurulmasını vb. pozitif yükümlülükleri öngörmektedir. Türkiye’de Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı benimsenmeksizin her ne kadar buna benzer düzenlemeler yapılmışsa da tüm bunlar samimiyetten uzak ve güvencesiz kalmıştır. Zaten iktidarın arzuladığı amaç gerçekleşmeyince ya ortadan kaldırılmıştır ya da uygulamada zorluklar çıkarılarak insanların tercih etmemesi sağlanmakta.
1983 ve 1991 yılları arasında yürürlükte kalan 2932 Sayılı Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’un “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmî dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır” şeklindeki 2. maddesi ile başta Kürtçe olmak üzere tüm anadilleri yok etmek amaçlanmıştır. Bugün her ne kadar geçmişte kalmış olarak görülse de egemen zihniyetin idealinin ortaya koyan bir belge niteliğindedir. Yine aynı maddenin ikinci fıkrası devletler arası anlaşmalarla tanınan Türkçe dışında eğitim veren kurumları bu yasaktan azade kılmaktadır. Bu durum Kürtçe dilinin tanınması ve anadil hakkının -anayasal ve yasal- çeşitli mekanizmalarla güvence altına alınmasının önemini ortaya çıkarmakta.
Dil hakkı, her ne kadar Türkiye Devleti tarafından tanınmasa da -çünkü Anayasa’nın 66. maddesi Türk olmayan halkları yok saymaktadır- İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 2. maddesinde bulunan eşitlik kriterleri içerisinde yer almaktadır. Her ne kadar Türkiye de bu anlaşma ile bağlıysa da Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan resmi dilin Türkçe olduğu ibaresi, 42. maddesinde yer alan anadilde eğitim yasağı ve bunlara meşruiyet zemini oluşturan 66. maddesinde yer alan Türk halkı dışında kalan halkların inkarı eşitlik ilkesine tümden aykırıdır. Yıllarca bölünme paranoyası argümanına dayanarak korunan bu normlar bugün bu paranoya ile birlikte yok olmalı.
Yukarıda da değindiğimiz ve daha birçok sözleşme ile devletlere, dilin asimilasyon politikalarından korunmasının yanı sıra yaşayan dillerin gelişimini sağlamak, sosyal alanda kullanılmasını teşvik etmek amacıyla pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Aslına bakılacak olursa anayasalar ve devletler arası sözleşmeler de doğası gereği kişilerin temel haklarını güvence altına alırken devletlerin temel hak ve hürriyetlere müdahale gücünü sınırlamayı amaçlar. Ancak mesele Kürt halkının anadilini kullanması, geliştirmesi ve yeni nesillere aktarması talebi olunca yürürlükteki Türkiye Anayasası devletin sınırlama gücünü değil, bireylerin ve halkların temel haklarını sınırlama yolu tercih edilmiştir.
Aslına bakılırsa çeşitli çözüm süreçlerinin katkısıyla Türkiye’de de Kürtçe yayın yapan devlet televizyonu kurulması, Yaşayan Diller ve Lehçeler adı altında seçmeli ders olarak Kürtçe, Lazca, Arnavutça, Gürcüce vs. seçmeli ve sınırlı olarak ders verilmesi sağlansa da bunlar hem sınırlı hem de güvencesiz durumdadır. Bu haliyle haklar yönünden eşitlik sağlanmasına yönelik bir adımdan ziyade yasal değişiklikler yapmak veya uygulamada zorluklar çıkarmak gibi yöntemlerle hükümetlerin dilediği zaman geri alabileceği bir düzenleme.
Nitekim TRT Kurdî’nin yalnızca iktidar politikasının propagandasını yapan yayınlar yapması ve Kürt kültüründen uzak olması, bunun dışında Kürtçe yayın yapan özel radyo ve televizyonların olağanüstü hal döneminden itibaren kapatılmış olması, mahkemelerde Kürtçe savunma tercüman seçme hürriyetinin engellenmesi ve öğretmen bulunmadığı gerekçesiyle öğrencilere Seçmeli Kürtçe dersinin seçtirilmemesi yaşanmakta olan örneklerdir.
1924 Anayasasından bu yana gelen süreçte Türkiye Devleti tek dil, tek millet anlayışıyla tüm çeşitlilikleri yok saymıştır.
Gerçekliğe aykırı olan bu kabulün ortaya çıkmaması için her türlü asimilasyon yöntemini kullanmıştır. Özellikle Kürtçe üzerinde yoğunlaşan baskılara rağmen aradan geçen yüz yıllık süreçte başarılı olunamamıştır. Öyle ki bugünlerde dillendirilen kardeşlik söylemleri ile inkarın sona ereceği öne sürülmektedir. O takdirde insan hakları evrensel beyannamesinde ve anayasada da yer alan eşitlik ilkesi ışığında kardeş halkların dilleri de eşit statüde olmalı.
Türkiye devleti yüz yıldır tek dil politikasını sürdürmekte olup bu yolla asimilasyonu derinleştirmektedir. Gelinen durumda barış ve demokratik toplum sürecini yürütmeyi başarıya ulaştırmayı hedefleyen TBMM’nin dil alanını göz ardı etmemesi gerekir. Bu amaçla anadilde eğitim yapılmasına fırsat tanıyacak düzenlemeler yapılması başta olmak üzere dil hürriyetinin önündeki engellerin kaldırılması ve Kürtçeye statü taleplerinin daha yüksek sesle dillendirilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda ÖHD’nin hukukçular arasında başlattığı ve TBMM’ye sunulacak olan Kürtçe’ye statü talepli imza kampanyası önemlidir. Bununla birlikte farklı alanlardan da konunun öneminin vurgulanması için çalışmalar yapılması ideal demokratik standartlara ulaşılması için faydalı olacaktır.
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Kültür Sanat ve Dil Komisyonu Üyesi