Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Egemenlik özgürlükle karşı karşıyadır tribünlerde

Egemenlik özgürlükle karşı karşıyadır tribünlerde

Devletin, Sermayenin ve Sessizleştirilen Kalabalığın Hikâyesi

Zeyno BAYRAMOĞLU

1970’lerin sonunda İngiltere’nin sanayi şehirleri sessizliğe gömülüyordu. Kömür ocakları kapandı, tersaneler sustu, fabrikalar işsizliğin anıtına dönüştü. Bu yalnızca ekonomik bir çöküş değil, bir sınıfın umudunun çöküşüydü. Neoliberalizmin soğuk eli, toplumsal dayanışmanın damarlarını kesiyor, işçileri birbirinden ayırıyordu. Fabrika bacalarından yükselen duman sönünce, öfke yeni bir adres aradı — tribünlerde.

Statlar artık sadece maç izlenen yerler değildi; kolektif hafızanın, aidiyetin, kimliğin, dayanışmanın son kaleleriydi. Bu yüzden devletin gözünde “tehlikeli”ydi.

13 Mart 1985’te Kenilworth Road’un koridorlarında taşlar uçuştu.

29 Mayıs’ta Heysel Stadı’nda duvar çöktü, 39 insan öldü.

Ve 15 Nisan 1989’da Hillsborough’da 96 kişi ezilerek can verdi.

Basın bu sahneleri “İngiliz hastalığı” diye manşetlere taşıdı; devlet, şiddeti bahane ederek yeni bir düzen kurmaya koyuldu.

Oysa bu patlamalar kendiliğinden değildi.

Sosyolog Eric Dunning ve arkadaşları Murphy ile Williams, bu dönemi “endüstriyel toplumun krizinin tribünlere taşınması” olarak tanımlar. Onlara göre statlardaki şiddet, bireysel taşkınlıktan ibaret değildir; toplumsal yapının derin kırılmalarının — işsizlik, sınıf hiyerarşisi, güvencesizlik ve umutsuzluk — sahadaki tezahürüdür. Tribün, o dönemde işçi sınıfının kaybolan kamusal alanıdır; devletin sendikaları ve grevleri bastırdığı yıllarda kitle enerjisinin sığındığı son toplumsal mekândır.

Kısacası, fabrika kapısında susturulan ses, tribünde yankılanmıştır.

Bu nedenle Dunning, hooliganizmi “toplumsal patolojiden” çok sınıfsal bir ifade biçimi olarak okur: Kolektif öfke, maça değil, düzene yöneliktir. İşte tam bu noktada, tribün artık yalnızca sınıfsal değil, kültürel bir sahneye de dönüşür.

Richard Giulianotti, bu dönüşümün ikinci halkasını açıklar: Ona göre 1980’lerin tribünleri, artık yalnızca ekonomik kırılmaların değil, kimlik savaşlarının da alanıdır. Yerel aidiyetler, erkeklik normları, “öteki” takıma karşı duyulan düşmanlık — hepsi kimlik inşasının bir parçasıdır. Tribünler, kaybolan toplumsal gücün yerine sahte bir aidiyet hissi üretir: kendini dışarıda var edemeyen birey, o öfkeyi içerde, rakip tribünde arar.

Bu geçiş, Thatcher döneminin politik aklını anlamak için belirleyicidir: devletin bastırdığı sınıfsal dayanışma, kimliksel bir rekabete dönüştürülür; kolektif öfke yön değiştirir, politik potansiyel denetim altına alınır.

Hükümet futbolu bir güvenlik tehdidi olarak kodlar, taraftarı yurttaşlıktan çıkarıp şüpheliye dönüştürür. Futbol Seyircileri Yasası (Football Spectators Act, 1989) ile kimlik kartı uygulaması getirilir, kameralar statlara yerleştirilir, polis yetkileri genişletilir. Gerekçe “şiddeti önlemektir”; gerçek sebep ise kolektif özgürlüğü dizginlemektir.

Thatcher, tribünleri kontrol ederek aslında yeni bir toplum tasarlıyordu. Devlet, “düzensizliği bastırmak” bahanesiyle dayanışma kültürünü bastırdı. Stat, artık işçi sınıfının ya da “yoksulların gürültülü meydanı” değil; özgürlüğün yeniden tanımlandığı bir alan olmaktan çıkarılıp güvenlikli bir tüketim mabedine dönüştürüldü.

Bütün bunlar tesadüf değildi. Bu müdahalenin ardında, yalnızca güvenliği sağlama arzusu değil, neoliberal düzeni yerleştirme iradesi vardı. Toplumsal kolektivizm yerini bireyselleşmeye, dayanışma yerini rekabete bıraktı. Taraftar artık halkın sesi değil, pazarın müşterisiydi. Futbol, devletin denetiminde bir endüstri; seyirci ise veriyle, biletle, kimlikle ölçülen bir tüketiciye dönüştürüldü.

Devlet bastırdı, sermaye sattı, medya alkışladı. Böylece yalnızca oyunun anlamı değil, toplumun ortak hafızası da yeniden dizayn edildi.

Futbol, artık halkın sokağından koparılmıştı.

Ama hiçbir şey tamamen yok edilemez.

O günlerden itibaren, tribünlerin ruhu başka bir şeye evrildi;

devletin susturduğu yerde hafıza konuşmaya devam etti.

Egemenlik özgürlükle karşı karşıyadır tribünlerde. Taraftar tribünlerde artık kendini kandırmayan bir insana dönüşür; bu da özgürlüğün temelidir. Orada, siyasete, iktidara, egemenliğe, faşizme, futbolculara, hatta takımı yönetenlere karşı bir karşı ses doğar. O ses, her şeyi kuşatan otoriteye rağmen, özgürlüğün kolektif biçimidir. Devletin de, sermayenin de, kulüp sahiplerinin de tribünleri “sessizleştirme” arzusu ortaktır. Çünkü özgürlük bulaşıcıdır — bir statta yankılandığında, sokaklara taşabilir.

Yıllar sonra, bu kez Türkiye’de, benzer bir hikâye yeniden yazıldı. 2011 tarihli 6222 sayılı “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun” ve 2014’te yürürlüğe giren Pasolig sistemi, yalnızca dijital bir uzantı değildi; tribünlerde yükselen muhalif sesleri bastırmanın yeni yöntemiydi.

O yıllarda statlarda yankılanan öfke, artık sadece maçlara değil, iktidarın baskıcı diline karşı yükseliyordu. Başbakan Erdoğan tribünlerde yuhalanıyor, taraftar grupları “Hükümet istifa!” sloganlarını aynı anda, farklı şehirlerde haykırıyordu. Devletin gözünde bu artık “sporda şiddet” değil, örgütlü bir muhalefetin yankısıydı.

Ardından Pasolig geldi. Artık her taraftar bir kimlik numarası, bir banka kartı, bir veri kaydıydı. Tribünler kameralarla, yasalarla, algoritmalarla kuşatıldı. Bir dönemin “savaş kabinesi”, bu kez veri tabanına dönüştü. Üstelik Ankara 16. Tüketici Mahkemesi hâkimi Atilla Pınar, e-bilet düzenlemesini “temel ve evrensel hak ve özgürlüklere aykırı” bularak 22 Aralık 2014’te Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı; ancak AYM, 12 Kasım 2015’te iptal istemini reddetti. Yani devlet, yalnızca tribünleri değil, hukuku da denetim altına almıştı.

Hafıza ise kolay silinmez.

Çünkü hafıza, devletin erişemediği tek alandır.

Heysel’de, Hillsborough’da, Amed’de, Adana’da, Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Eskişehir’de —

her yerde aynı yankı sürer:

duvarlar yıkılır, fakat ses kalır.

O ses bazen bir tezahüratta, bazen bir suskunlukta,

bazen bir pankartta kendini yeniden kurar.

Ve Galeano’nun dediği gibi:

“Sistem bizi sessizleştirmeye çalışır, ama futbol hâlâ halkın en yüksek sesidir.”


Dipnotlar

  1. Eric Dunning, Patrick Murphy & John Williams, The Roots of Football Hooliganism: An Historical and Sociological Study, Routledge, 1988.
  2. Richard Giulianotti, Football: A Sociology of the Global Game, Polity Press, 1999.
  3. Stuart Hall, Policing the Crisis: Mugging, the State, and Law and Order, Palgrave Macmillan, 1978.
  4. The Football Spectators Act 1989, United Kingdom Parliament.
  5. 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun, Resmî Gazete, 14 Nisan 2011.
  6. Anayasa Mahkemesi Kararı, E-Bilet Uygulaması (Pasolig) Başvurusu, 2015/16 E., 2015/95 K., 12 Kasım 2015.
  7. Tanıl Bora, Futbolun Politik Ekonomisi Üzerine Yazılar, İletişim Yayınları, 2019. (Yazının genel kuramsal çerçevesi için başvurulan kaynak.)

Benzer Haberler