Alişan AKPINAR
Kürt meselesinin müzakere ve barış yoluyla çözülmesi amacını taşıdığını düşündüğümüz süreç, bir yılını doldurdu. Bir yılın değerlendirilmesi mahiyetinde birçok yazı kaleme alındı. Görebildiğim kadarıyla bu yazıların önemli bölümündeki en büyük eksiklik, sürecin iç dinamiklere bağlı olarak değil, esas olarak dış dinamiklerin etkisiyle başladığının yeterince vurgulanmamış olması.
Ekim 2024’te başlatılan süreç, esas olarak Ortadoğu’da kurulan yeni statüko ve özelde Suriye’de yaşananlardan sonra gündeme geldi. Kurulmaya çalışılan yeni Ortadoğu’da İsrail’in egemenliğini kabul etmeyen ve kendisine yer açmaya çalışan Türkiye, öncelikle İsrail’in Hamas’a yaptığını Kürtlere yapmak istedi. Ancak arada bir fark vardı. Hamas, ABD ve Batı’nın “şer ekseni” olarak adlandırdığı “direniş ekseninin” bir parçasıydı. Oysa Kürtler, kurulmaya çalışılan yeni Ortadoğu’da, ABD ve Batı’nın müttefikiydi. Dolayısıyla Türkiye’nin bunu yapmasına izin verilmedi ve müzakere süreci başlamış oldu. Türkiye de Kürt siyasi hareketi de masaya avantajları ve sınırlılıklarıyla oturmak durumunda kaldı.
Bu noktada Türkiye’nin gücünü ve pozisyonunu küçümsememek gerektiği gibi, karşısında Kürtlerin çok önemli avantajlara ve şanslara sahip olduğu düşüncesini de abartmamak gerekiyor. Evet Kürtler çok uzun zamandır Batı ekseninde hareket ediyor ve artık bir kart olarak değil müttefik olarak değerlendiriliyor. Bu kesinlikle küçümsenmeyecek nitelikte bir dönüşüm. Kart olmakla müttefik olmak arasında çok önemli farklar var. Ancak Türkiye Ortadoğu’nun en güçlü ulus devletlerinden biri ve en önemlisi, bir NATO ülkesi. Eğer mesele müttefiklik ve çıkar üzerinden okunacaksa, Türkiye’nin şansının çok daha yüksek olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Ancak öyle anlaşılıyor ki ABD, Türkiye’yi de Kürtleri de kaybetmek niyetinde değil. Bu nedenle, sürdürülen müzakerelerde belirleyici bir role sahip. PKK’nin silah bırakması ve bunun karşılığında da Türkiye’nin savaş yerine müzakere masasını seçmesinde önemli bir etkisinin olduğu şüphesiz. “PKK silah bıraktı ama devlet hiçbir adım atmadı” görüşünü bu nedenle doğru bulmuyorum. Devletin adımı, Rojava’nın “Gazzeleştirilmesi” projesinden vazgeçip müzakere masasına oturmaktı. Bundan sonrası ise tamamen müzakere, pazarlık ve sahada yaşananların ürettiği sonuçlar üzerinden oluşturulacak pozisyonlara bağlı. Tam da bu nedenle, özellikle Suriye’de olup bitenler burada yürüyen süreci de doğrudan ilgilendiriyor ve etkiliyor. Sürecin iç dinamiklerini ve iç politik saiklerini elbette önemsiz bulmuyorum ancak sürecin Ortadoğu ve Suriye ayağı görülmeden içeride yaşananların yeterince anlaşılamayacağını düşünüyorum.
Rojava’ya askeri müdahale izni alamayan Türkiye şimdi ne yapmak istiyor? Yukarıda da belirttiğim gibi, gün gün sahada yaşanan her şey müzakere masasını da şekillendiriyor. Türkiye destekli gruplar bir taraftan her fırsatta Demokratik Suriye Güçleri’nin (SDG) gücünü ve dayanıklılığını sınarken, diğer taraftan Türkiye diplomasi yoluyla SDG’nin etki alanını ve gücünü kırmaya çalışıyor. Türkiye ilk başlarda bizzat oluşturup desteklediği SMO aracılığıyla SDG’yi geriletmeye çalışırken, son aylarda buna HTŞ de dahil olmuş durumda. Son denemeyi Halep’in Kürt mahallelerine (Şêx Maqsûd ve Eşrefiye) yapılan saldırıda görmüş olduk. Bu mahalleler, Fırat’ın batısında bulunan ve SDG’yi destekleyen son bölgeler. Dolayısıyla hem Kürtleri tamamen Fırat’ın doğusuna atmak hem de SDG’yi bir kez daha sınamak için yapılan bu saldırı başarılı olamadı ve Kürtler bir kez daha sahip oldukları toprakları korumayı başardılar. Ancak yeni saldırıların gelme ihtimali hiç de düşük değil. Bu arada Türkiye’de kendisine “muhalif” diyen medya organlarının tavrı da kaydedilmeye değer düzeyde mânidar. Sürecin başından itibaren daha dengeli bir yayın yapan Tele1 dahil tüm “muhalif” medya, haberi, “YPG terör örgütü Suriye Güvenlik Güçleri’ne saldırdı” biçiminde verdi. Söz konusu Kürtler olduğunda, binlerce Alevi’yi ve Dürzi’yi katleden cihatçı çeteler “Suriye Güvenlik Güçleri” olabiliyor. Mesele Kürtler olduğunda, muhafazakârından sosyal demokratına, Kürt karşıtı kampın arkasında hizalanan bu zihniyet, barış süreci açısından içerideki en büyük sorunlardan biri olarak ortada duruyor. Bu durum aynı zamanda iktidarın, Kürt siyasi hareketiyle CHP muhalefetini birbirinden uzak tutma politikasına önemli bir hareket alanı açıyor.
Colani’nin BM Genel Kurulu’nda “Suriye Devlet Başkanı” olarak yer almasından sonra neler yaşanacağı zaten merak konusuydu. Bilindiği gibi altmış yıl sonra ilk kez bir Suriye “Devlet Başkanı” BM Genel Kurulu’na geldi ve konuşma yaptı. Bizzat İngilizler ve ABD tarafından hazırlanmış ve Şam’a yerleştirilmiş Colani, böylelikle uluslararası bir meşruiyet de kazanmış oldu. Colani’nin bu meşruiyeti Kürtlere karşı kullanmak isteyebileceği ve zaten birkaç aydır yaşanan küçük çaplı çatışmaların büyüyebileceği konuşuluyordu. Şêx Maqsûd ve Eşrefiye mahallelerine saldırı, bu durumun ilk sonucu olarak düşünüldü. Ancak durum pek de öyle gelişmedi. Colani uluslararası bir meşruiyete kavuşmuş olsa da sahada bu meşruiyetini kullanacağı bir güce sahip değil. Özellikle SDG ve Kürt güçleri, bu konuda çok daha donanımlı ve hazırlıklı olduklarını her fırsatta gösteriyor.
Yine bu saldırı yaşanırken, ABD’nin Suriye Temsilcisi Tom Barrack ve CENTCOM komutanının derhal bölgeye intikal ederek Mazlum Abdi’yle görüşmesi, ardından Abdi’yi alarak Şam’a gitmeleri ve varılan ateşkes, ABD’nin, HTŞ ve SDG’nin çatışmasına izin vermeyeceğinin işareti olarak görülebilir. Öyle anlaşılıyor ki ABD, hem SDG’yi hem HTŞ’yi hem de Türkiye’yi, 10 Mart Anlaşması çerçevesine bağlı kalmaya zorluyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, yeni yasama yılının ilk grup toplantısında Öcalan’a yaptığı çağrı bu anlamda mânidar duruyor. Bahçeli aynen şunları söyledi; “PKK’nın kurucu önderliği SDG/YPG’ye direkt aynı mahiyet ve muhtevada bir çağrıda bulunarak, Şam yönetimiyle imzalanan 10 Mart tarihli mutabakata uyulmasını istemelidir.” Bu çağrı daha çok SDG’ye silah bıraktırılmak istendiği şeklinde okunsa da ben böyle düşünmüyorum. SDG silah bırakmalıdır söyleminden “SDG 10 Mart Anlaşması’na uymalıdır” söylemine bir geçiş olduğu kanısındayım. Nitekim SDG’nin silah bırakamayacağı, bunu yaptığı anda Kürt halkının HTŞ’li çeteler tarafından katliama uğratılacağı tüm dünya tarafından da görülmüş ve kabul edilmiş bir gerçek. Türkiye’nin SDG’yi silah bırakmaya zorlama politikasının hiçbir karşılığı yok.
Son görüşmelerle tüm taraflar 10 Mart Anlaşması’na uyma konusunda mutabakata varmış görünseler de durum bu kadar basit değil elbette. Çok ciddi uyuşmazlık noktaları mevcut. En önemli uyuşmazlık SDG’nin orduya dahil olmasıyla ilgili. HTŞ ve Türkiye, SDG’nin dağıtılarak ve bireysel olarak Suriye ordusuna dahil edilmesi gerektiğini savunurken, SDG bunu reddediyor. SDG’nin ortak bir Suriye ordusu kurulmasına bir itirazı yok ancak bu orduya birleşik bir güç olarak katılmak ve Kürt bölgelerinin güvenliğinden sorumlu olmak istiyor. Bu öneri kabul edildiğinde en önemli problemlerden biri ortadan kalkabilir. Diğer bir nokta ise SDG’nin sahip olduğu alanın büyüklüğü ve etkisi. SDG, Kürt nüfusunun çoğunluğu oluşturmadığı ama aynı zamanda petrol bölgesi olarak da bilinen Deyrizor ve Rakka’yı elinde tutuyor. Türkiye ve HTŞ’nin isteklerinden biri de, SDG’nin bu bölgeleri teslim etmesi ve buralardan çekilmesi. Mazlum Abdi son açıklamasında, Deyrizor ve Rakka’nın teslimini konuşmadıklarını ancak bir sonraki toplantıya, Deyrizor ve Rakka temsilcilerinin de geleceğini söyledi. Dolayısıyla bu bölgeler için ara bir çözüm üretilmeye çalışıldığı da düşünülebilir.
Hiç şüphesiz Türkiye’nin amacı, SDG’yi gücünü ve etki alanını sınırlayarak Fırat’ın batısında küçük bir alana hapsetmek. 10 Mart Anlaşması’nın hayata geçememesindeki en önemli nedenlerden biri Türkiye’nin bu tavrı. Ancak artık sona gelinmiş görünüyor. ABD, tüm tarafların anlaşmasını istiyor ve belli ki bu konuda bir baskı da oluşturuyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın Trump ile 25 Eylül 2025’te ABD’de yaptığı görüşme sonrası, Rojava konusunda nasıl bir sonuç çıktığı merak konusuydu. En azından şimdilik öyle anlaşılıyor ki, 10 Mart Anlaşması çerçevesinde bir uzlaşı yapılması kararı alınmış. Hem SDG’nin hem HTŞ’nin hem de Türkiye’nin bu bağlamda belirli tavizler vererek 10 Mart Anlaşması’nı hayata geçirmek durumunda kalacakları kanısındayım.
Bu arada Gazze’de varılan Ateşkes Anlaşmasını da Suriye’de yaşananlardan ayrı görmemek gerekiyor. Hamas’ı barış anlaşmasını kabul etmeye ikna eden ve “Gazze Görev Gücü”nde yer alacağı söylenen Türkiye’nin, Suriye’de savaş çıkarma olasılığı giderek azalıyor. Gazze’den sonra Suriye’de de belirli bir statüko oluşturmak isteyen ABD’nin, asıl hedefi olan İran’a yönelmek gibi bir amacının olduğu tartışılıyor. Suriye’de yakın zamanda bir mutabakat sağlanabileceği umudu, tüm bu gelişmelerden sonra biraz daha güçlenmiştir diyebiliriz. 2003- 2024 yılları arasında Ortadoğu’da statükonun dağıldığı bir döneme şahitlik ettik ve Türkiye bu noktada “oyun bozucu” rolünü oldukça sık kullandı. Ancak artık Ortadoğu’da yeni bir statüko kurulmaya çalışılıyor; Türkiye’nin, sürekli oyun bozmak üzerine kurulu dış politikası artık işe yarayamayabilir. Ortadoğu’da kendine yer açmaya çalışan Türkiye, hegemon güçlerin kurduğu oyunda bir alan kapabilmek için daha yapıcı ve uzlaşmacı bir tavra yönelmek durumunda.
Suriye’de belirli bir uzlaşı sağlandıktan sonra Türkiye’deki süreçte de belirli adımlar atılacak gibi görünüyor. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi gün gün Suriye sahasında yaşanan her şey müzakere masasındaki durumu etkiliyor ve belirliyor. Bölgede henüz bir uzlaşı olmadığı gibi, çatışma potansiyeli hâlâ var. Türkiye destekli SMO ve HTŞ, SDG’yi sınamayı ve zorlamayı sürdürüyor. ABD şimdilik çatışmaya izin vermeyecek gibi görünse de bu konuda göstereceği kararlı tavır, tarafları taviz vermeye ve anlaşmaya zorlayabilir.
Bu gelişmeler birebir Türkiye’deki çözüm sürecini ve müzakereleri etkiliyor, etkileyecek. Türkiye, en azından istediğine yakın bir sonuç almadan adım atmak niyetinde değil. Diğer taraftan sürecin uzaması, iç politikada AKP’nin işine geliyor. CHP’ye operasyonlar yapılırken ve alternatif iktidar adayları etkisizleştirilirken, Kürt siyasi hareketi buradaki direniş odağından uzak tutulabiliyor. DEM Parti’nin barış ve demokratik siyaset alanında bir üçüncü yol siyaseti geliştirememesi, daha doğrusu yaşanan somut gelişmeler karşısında üçüncü yol siyasetini görünür ve anlaşılır kılamaması, Meclis açılışında verilen fotoğraflar gibi meseleleri tartışılır hale getirebiliyor. DEM Parti ve genelde Kürt siyasi hareketi, iktidarın ve muhalefetin peşine takılmadan, her iki tarafla da temel ilkeler çerçevesinde bir ilişki geliştirmek ve bu ilkesel tutumu yaşanan her somut gelişmede pratik olarak ortaya koymak durumunda. Demokratik bir toplum paradigması ve barışın toplumsallaşması açısından bu çok önemli bir yerde duruyor. Rojava’da 2011’den sonra, Kürt hareketinin hayata geçirdiği üçüncü yol siyasetinin kazanımları yol gösterici olabilir. Bir taraftan iktidar diğer taraftan kendi ulusalcı tabanı ve medyası tarafından baskılanan ve yalnızlaştırılmaya çalışılan CHP yönetiminin daha ne kadar dayanabileceği ise ayrı bir soru işareti olarak ortada duruyor.