Faik BULUT
İki hafta önce Moskova Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. İkbal Dürre’den Rusya’nın küresel stratejik politikası ile Ukrayna ve Ortadoğu tasavvuru hakkında bizleri bilgilendirmesini rica etmiştik. Farklı alanlarda faaliyet gösteren siyasi ve kültürel birikimleri olan birkaç iş insanı da aramızdaydı.
Konuşma bitip yemek faslı başladığında, TBMM’de temsil edilen 11 siyasi partiden toplam 51 üyenin katılımıyla Meclis çatısı altında faaliyetlerini sürdüren Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun neler yaptığını merak ettik.
Cevval bir arkadaşımız birkaç yerle temas kurup konuştuktan sonra durumu bize özetledi:
“YENİ YOL (Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve DEVA Partisinin ortak meclis grubu) süreç ve muhtemel sonuçları hakkında gayet iyi çalışmış; mükemmele yakın bir dosya hazırlamış.
AKP Grup Başkanvekili Abdülhamit Gül ise arada bir kalkıp ‘ortak gelecek inşası’ vurgusu yapıyor; ancak AKP grubu, sessiz ve sakin gelişmeleri izlemekle yetiniyor. MHP adına Feti Yıldız anayasa ve benzeri hukuki konularda sürecin işlemesine yarayabilecek açıklamalarda bulunuyor.
CHP, bazı hoş sözler söylemekle birlikte Ekrem İmamoğlu ve CHP’ye yönelik polis-yargı baskısının yol açtığı mağduriyet noktasına yoğunlaşıyor; bu anlamda Kürt meselesinden ziyade hukuk ve demokrasi gibi genel konuları işaret ediyor.
EMEP ile TİP temsilcileri esas olarak AKP’nin çözüm hususunda samimi olmadığı ve masayı devirebileceği ekseninde sert eleştirileri dillendiriyorlar. DEM ise genelde pasif kalıyor.”
Bu tür tespitler üzerine yakından izlemek için Ankara’ya gitmeye karar verdik. Orada siyaset erbabı bazı şahsiyetlerle sohbet ettik. Ayrıntılara girmeyeceğim; zira olgunlaştırıp doğrulattıktan sonra yazıp yayınlayacağım.
Şimdilik sohbetimiz sırası ve sonrasına denk gelen gelişmeleri ele alarak bahsedilen husustaki bazı tespitlere yer vereceğim:
Suriye’de İsrail nüfuz bölgesi ve “PYD terörist değil, ABD müttefiki”
Emekli Büyükelçi ve yazar Hakan Okçal, 29 Ağustos 2025 tarihli T24 gazetesinde yayınlanan “Suriye’de merkezi yapı çatırdarken Ankara ne yapacak?” başlıklı makalesinde AKP iktidarının yönettiği Türkiye’nin Suriye konusundaki hatalarını şu sözlerle vurguladı:
“Şam’dan gelen tüm açıklamalara rağmen HTŞ’nin PYD/YPG ile başa çıkma olanağı yok. Ankara’nın sürekli olarak HTŞ’ye bu yönde baskı yapması boşuna. Şam ne kadar Ankara’dan hiza alıyor görünse de esas komut Washington’dan geliyor.”
Akdoğan Özdoğan imzası ve “Bir an için 2013 Ağustos’una dönsek…” başlığıyla 1 Eylül 2025 tarihli T24 gazetesinde yayınlanan yazı, Suriye yönetiminin İsrail saldırıları karşındaki çaresizliğine işaret ediyor:
“Sky News Arabia televizyon kanalının İsrail 12. Kanal’ına referans vererek aktardığına bakılırsa, ABD arabuluculuğunda ve bölgesel güçlerin desteğiyle 25 Eylül’de Şam ve Tel Aviv yönetimleri tarafından New York’ta imzalanması beklenen anlaşma; a) Suriye’de füze ve hava savunma sistemleri de dâhil stratejik silah konuşlandırılmasını yasaklıyor. b) Şam’dan (Dürzi bölgesi) Süveyda’ya kadar uzanan bölgenin silahsızlandırılmasını gerektiriyor. c) Süveyda vilayeti dâhilinde bir ‘insani koridor’ kurulmasını zorunlu kılıyor.
Kaynaklar, Suriye ve İsrail’in yakın gelecekte kapsamlı bir barış anlaşması imzalamayacağını ve bu anlaşmanın yalnızca güvenlik boyutuyla sınırlı kalacağını da bildiriyor. Denildiğine göre Suriye lideri El Şara henüz tam olarak ikna edilmiş değil. Ama ABD’den medet umarak hareket eden İslamcıların hele de bütün üsleri ve cephanelikleri vurulduktan sonra pek fazla şansı var gibi durmuyor.
Özetle, Türkiye’nin Suriye ile Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurup ortak Bakanlar Kurulu toplantıları yaptığı komşusu Suriye, nasıl bir yapı ya da yapılar bütünü arz edecekse etsin ilerde, İsrail’in nüfuz bölgesine dönüşüyor.
Bu arada 3 milyon Suriyeli mülteci olarak Türkiye’ye itelenmiş oluyor. Ankara’ya ‘alın şu ihaleleri size verelim’ denerek ağızlarına belki bir parmak bal çalınıyor.
Süreç ile umulan YPG’nin tasfiyesi ise ‘bir başka bahara’ kalıyor. Nitekim ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, “YPG artık PKK ile ilişkili değil, Amerikan müttefikidir” diye konuşuyor. ABD’nin adeta bir bölge valisiymiş gibi davranan Barrack, bir anlamda; ‘Ee, PKK tasfiye olduysa, YPG’nin PKK bağlantısı da tasfiye olmuş demektir’ şeklinde bir mantık yürütüyor.
Bu durumda, Ankara’nın bir ‘ön alma’ hamlesi olarak 2024 Ekim ayında ABD ile koordinasyon halinde tasarladığı ve Bahçeli’nin ağzından ilk kez telaffuz edilerek bir yol haritası çerçevesinde kurguladığı ‘süreç’ de, farklı bir gelişme olmadıkça ‘fare doğurmuş” oluyor.”
Erdoğan ve Fidan’ın tehditleri
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 13 Ağustos 2025’te Suriyeli mevkidaşıyla düzenlediği ortak basın toplantısında, şunları söylüyor:
“Lazkiye’de başlayan olaylar ve daha sonra Süveyda’daki hareketlilik, YPG’nin bir türlü sisteme entegre olmamadaki oyunbozanlık rolü gösteriyor ki Suriye’de açılan bu olumlu sayfanın, insanların umduğu gibi, istediği gibi gitmesi bir hayli zor olacak gibi gözüküyor. Burada bir meydan okuma da var…
Örgütün ne 10 Mart’tan sonra Türkiye’de yürüyen süreçte ne de Suriye’de herhangi bir olumlu manada güven telkin edici, silahlı hareketteki tehdidi ortadan kaldırdığını ifade eden bir gelişmeyi görmüyoruz.
SDG, oyalama taktikleri içindedir. Kusura bakmayın kimse enayi değil, biz enayi değiliz. Ortaya koyduğunuz küçük kurnazlıkları görmüyor değiliz. Durduğunuz yer, yer değil. Aldatılan olma gibi bir tarafta da olmayacağız. Kendilerini bir an önce Türkiye için bir tehdit olmaktan çıkarsınlar!”
Bu gibi tehditlerin sonucunu, emekli büyükelçi ve CHP Milletvekili Namık Tan’ın 31 Ağustos 2025 tarihli yazı T24 nüshasından aktarıyorum:
“Erdoğan’ın aklına eser, PKK’lıları dağdan indirecek bir yasayı, bir de cezaevlerindeki PKK’lıları çıkaracak bir diğer yasayı, yılsonuna dek ısmarlama çıkartmak üzere bir komisyon kurulur. Ama daha yolun başında haşmetmeabın uzayan tartışmalardan canı sıkılır, başlar Suriye konusunda ‘bir gece ansızın gelebilirim’ yollu uyarılara.
‘Kılıç kınından çıkarsa kaleme kelama yer kalmayacağını’ o bilinen belagat şehvetiyle buyurur. Bu çıkış herhalde komisyonun sırtına da -deyim yerindeyse- değnek vurmak anlamına gelir. Hükümet etmek, hüküm sürmek demek değil midir?”
Ankara’dan Rojava’ya bakış
Rojava’daki Kürt sorunu yani HTŞ-SDG çekişmesi, Türkiye’nin PYD hareketine yönelik tehditleri ve gözdağı vermesine ilişkin “çizme giyme, kılıç çekme” türünden sözlü meydan okumalar hakkında Ankara’da görüştüğümüz iki farklı siyası kaynağın ortak fikri şöyleydi:
“Bütün o sert çıkışlara ve gözdağı vermelere rağmen Türkiye’nin tek yanlı engelleme çabaları sonuç vermez, ayrıca faydalı da değildir. ABD ile Batı Avrupa politikası benzeşiktir: Suriye merkezi bir yönetimle değil; diğer azınlıkların haklarını anayasal temelde güvenceye alan ve âdemi merkeziyetçiliğe (yerel yönetime) dayalı bir tarzda yönetilecektir.
Burada eyalet değilse bile vilayet temelinde yerel yönetimin bütün gerekleri (yerel kültür, eğitim, idare, güvenlik, asayiş ve örgütlenme) yerine getirilecektir. Bu haliyle bakıldığında Suriye’deki Kürt meselesi, bütün araz ve arızalarına rağmen giderek ete kemiğe bürünecektir. Türkiye’nin bu gidişatı engelleyecek meşru ve uluslararası teamüle dayalı gerekçeleri yoktur.”
Farklı bir tefsire daha yer verelim:
“Tom Barrack’ın PYD hakkındaki demeci, aslında Türkiye’deki iktidara yönelik bir uyarı niteliğindedir. Bir anlamda ‘ya bu saha gerçekliğine dayalı yeni durumu kabullenirsin ya da paşa keyfin bilir!’ denilmektedir.
Bana gelince, Barrack’ın, “PYD bizim müttefikimizdir” açıklamasını ciddiye almak gerek; ancak çok büyük önem atfedip sonuna kadar açık çek verilmemeli bu tür değişken ve yazıya dökülmeyen tavırlara. Nitekim SDG yetkilileri, “Suriye yönetimiyle bütünleşelim bürokrasiyi ve ordumuzu onlara teslim ettiğimizi varsayalım; iyi güzel de bize saldırılmayacağını nasıl güvence altına alalım?” diyerek endişelerini dile getirmekteler.
Acaba Amerikalı diplomatın şimdiki tutumu, “Rojava’daki Kürtlerin güvenlik kaygılarını gidermeye yönelik boş bir demeç miydi?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Ya da Pentagon bastırdı da ondan mı emlak bezirgânı ağız değiştirdi, soruları kafama takılıp kaldı.
Ayrıca ABD Kongresi’ndeki bazı üyelerin, Türkiye’nin Hamas örgütüyle ilişkisi hakkında derin bir araştırma yapma önergesi de devreye girdi son zamanlarda. Amerikan Yönetimi bu önergeyi ciddiye alır veya almaz, lakin ülkedeki farklı karar odakları böyle bir soruşturma sonunda ciddi bilgi ve belgelere ulaştıklarında Türkiye’nin Suriyeli Kürtlere yönelik sert tavrı ne olacaktır? Üzerinde düşünmek gerek!
Hakan Fidan’ın geleceğine dair üç yorum
Emekli Büyükelçi ve CHP’li politikacı Namık Tan, yukarıdaki yazısının devamında Hakan Fidan’ın siyasi geleceğine ışık tutuyor:
“AKP’nin Hakan Fidan gibi sözcüleri hep yüksek kürsülerden ders vermeye ve akılları sıra muhalefete ama özellikle CHP’ye not dağıtmaya alışıktır…
Fidan, tek kaşı gökte tek kaşı yerde karanlıkların derin prensi rolünü oynar. Ancak gün ışığına çıkınca yaldızları dökülür, kekeler, bocalar. Bir yandan Dışişleri Bakanlığı’nda istihbarat teşkilatı standartlarını yerleştirmeye çabalar, diğer yandan sürekli sahne ışığını almaya çalışır.
Deyim yerindeyse, konuştukça batsa da konuşmadan da duramaz. Üstelik tek adam rejimlerinde prenslik bir yere kadardır, ‘veliaht prenslik’ iddiası akılları çelince böyle yukarıdan aşağıdan yolun sonu görünür.
Hakan Fidan sanki Türkiye’nin değil Suriye’nin Dışişleri Bakanı gibi konuşuyor, ödevler veriyor. Hâlbuki Suriye’de henüz devlet yok, ordu yok, komuta-kontrol zinciri yok, disiplin yok; hele var olan milisten gerilladan, hele yağmacı ganimetçi selefi cihatçıdan düzenli ordu çıkarmak olasılığı hiç yok veya çok güç ve uzun soluklu bir uğraş.”
Namık Tan’ın öngörüsünü doğrulayan iki siyasi şahsiyetle konuştum. Deneyimli bir AKP’li kaynak, şunları söyledi:
“Hakan Fidan, bu aralar sert tavırlarıyla AKP içinde Erdoğan sonrası iktidar kavgasına hazırlık yapıyor. Ancak Erdoğan, hanedanlık peşinde. Ya oğlu Bilal yahut damadı Bayraktar tahtın varisi olmaya aday gibi görünüyorlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın ‘veliaht prensi’ olmaya soyunması aynı zamanda Hakan Fidan’ın da siyaseten devre dışı kalması anlamına geliyor. Yani Süleyman Soylu’nun akıbetine uğrama ihtimali fazladır.”
“Fidan neden tehdit diline sarılıyor?” sorusuna farklı cevap fazlasıyla iyimser düşünen bir siyasi şahsiyetten geldi:
“Çünkü MİT-PKK arasındaki Oslo görüşmelerinden beklenen sonucu alamadı. Bu yüzden Kürt hareketine öfkelidir. Ayrıca MİT başkanlığı yaptığı dönemdeki şiddet dilini bir türlü terk edememiştir. Rojava’daki Kürtleri silah-zor yoluyla bastırırsa, Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanı olmasına yarayan önemli bir puan kazanmış olacaktır. Bu da Erdoğan sonrasında başkanlık koltuğuna oturmanın zeminini hazır hale getirecektir!”
Demokrasi Platformu’nun “Barış Çağrısı”
Demokrasi Platformu, 1 Eylül Dünya Barış Günü münasebetiyle “Barış Çağrısı”nda bulundu. Eski Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır, eski bakanlar Bahattin Yücel, Ertuğrul Günay, Hakan Tartan, Hüseyin Çelik, Müslüm Doğan, eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile Doğu Ergil’in de aralarında bulunduğu Demokrasi Platformu, bildiriyi Türkçe ve İngilizce olarak hazırladı.
19 kişinin imzası bulunan bildirinin dikkat çeken noktaları şöyle özetlenebilir:
* Dünyanın, özellikle Orta Doğu bölgesinin ve Türkiye’nin barışa her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır.
* Türkiye her geçen gün artan bir gerginlik ve toplumsal kargaşa riski içinde yaşamakta, dünyadaki saygınlığı ve etkisi giderek aşınmaktadır. Oysa Türkiye, dünyanın gelişmiş ve en saygın ülkelerinden biri olabilir, bölge ve dünya barışına önemli katkılar yapabilir. Bunu sadece bakış açımızı, ufkumuzu ve söylemimizi değiştirerek yapabiliriz.
* Avrupa’da yükselen faşizm de Batı karşıtlığıyla körüklenen radikalizm de barış sağlanarak önlenebilir. Ancak bunun bir ön koşulu var. Önce kendi ülkemizde, kendi içimizde barışı sağlamalıyız.
* Söz konusu olan sadece silahla çözüm arayan örgütlerin bu yöntemden vazgeçmesiyle sınırlı değildir. Devlet, başta Kürtler olmak üzere, ‘ötekileştirilen’ veya kendisini ‘öteki olarak hisseden’ tüm yurttaşlarıyla barışmalıdır.
* Unutmayalım ki, terörden arındırılmış Türkiye hedefine, demokrasiyi ve hukuku hiçe sayarak ulaşamayız!”
Barış Çağrısı’nın muhtevası hakkında bir gün önce bizi bilgilendiren politikacı Hüseyin Çelik oldu. Kendisi 58. Hükûmette Kültür Bakanı, 59. Hükûmette Millî Eğitim Bakanı, TBMM 22 ve 23. Dönem AK Parti Van, 24. Dönem Gaziantep milletvekillerindendir. Aynı zamanda akademisyen ve yazardır.
Onunla sohbetimizde “barış süreci” hakkındaki fikrini şöyle açıkladı:
“Daha önce temkinli iyimserdim, şimdiyse endişeli iyimserlik içindeyim. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan bu sürecin kendi lehine sonuçlanacağından emin değil. Kürt meselesi hukuk ve demokrasi kapsamında çözülmedikçe Türkiye’de şiddet ve farklı terör olayları bitmez. Ayrıca kardeşim dediği Suriyeli Kürtlerle barışık değil iktidar. Her türlü şiddet, tehdit ve gözdağı verme yolunu deniyorlar.
Teröre başvurmuş El Kaide, IŞİD, El Nusra ve HTŞ gibi cihatçı örgüt geleneğinden gelenlerin hamisi olacaksın, onları gözün gibi koruyacaksın ama oradaki kardeşin sayılan Kürt’e silahı doğrultacaksın. Hem Suriyeli Kürtleri ezeceksin hem de Türkiye’deki süreci barışla sonlandıracaksın! Birbirine tamamen zıt ve saha gerçekliğine aykırı bir politika…
Bu yüzden de son günlerde süreçte bir durgunluk, ayak sürüme, yavaştan alma var. TBMM Komisyonu da güya kamuoyu zeminin hazırlanması için kurulmuştu. Belli ki bu görev ifa edilmiyor. Kısacası Erdoğan cebindeki anket sonuçlarına bakar. İktidarı kazanacak gibi görürse, süreci devam ettirir bir şekilde. Yoksa şöyle ya da böyle masayı devirir. Suçu kime yükleyeceği de belli olmaz.”
İki olayın anlamı:
Son günlerde AKP’nin ayak sürümesiyle İmralı sürecin tıkandığına dair çok sayıda sözlü ve yazılı değerlendirme var. Ben, bir YouTube kanalındaki söyleşim münasebetiyle AKP’nin barış hususundaki gönülsüzlüğü ve ikircikli tutumunu gösteren iki olaya değinmiştim.
1-Kürt yoğunluklu bir vilayetin mülki amiri, davet ettiği yöredeki iş insanlarından “Jandarma kuvvetlerine onlarca araba hibe edilmesini” istemiş. Bazıları sormuşlar: “Barış sürecinde değil miyiz? Bu arabalara gerek var mı?”
2-Bölgedeki korucular, kendi yörelerinden başka yerlere, mesela Irak Kürdistan bölgesinde devam eden Pençe-Kilit operasyonlarını yürüten askeri birimlere katılmak için gönderilmektedir. Rotasyon usulü yapılan bu sevkiyatın amacı sadece tedbir ve savaşa hazırlık mıdır? Yoksa gerektiğinde çatışmaları yeniden başlatmak üzere yöredeki silahlı birimlere yönelik askeri bir faaliyet midir?
Soruların yanıtını okuyucuya bırakırken, temkinli ve hatta tedirgin bir iyimserlikle olayları değerlendirmenin gereğine tekrar işaret ediyorum.