Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Final sahnesi: Suriye

Final sahnesi: Suriye
Amed DİCLE

Ortadoğu’nun son on beş yılı, büyük güçlerin hegemonik hesaplarının, tekçi devlet tahayyülleriyle cihatçı vizyonları aynı zeminde beslediği bir dönem oldu. Statüko da, kaos da bu hesapların ürünüydü. Fakat bu hikaye yalnızca tıkanmışlık değil; halkların kendi iradeleriyle geliştirdiği alternatiflerin de sahnesiydi.

Suriye ise bu hikayenin final perdesidir. Çünkü burada üç dosya aynı anda kesişiyor: Kürtlerin statü ve güvenlik talebi, Türkiye’nin yüz yıllık inkar siyasetini dış politikaya tercüme eden refleksleri ve küresel-bölgesel güçlerin satrancı. Ama bütün bu hesapların ortasında halkların mücadelesi, özellikle Rojava deneyimi, yeni bir siyasal zemin açıyor. Bu yüzden Suriye yalnızca bir kriz alanı değil; Kürtler, Türkiye ve bütün bölge için gerçek anlamda bir final sahnesidir. Perde kapandığında yalnızca Şam’ın değil, Ankara’nın, Bağdat’ın, Tahran’ın ve bütün halkların kaderi farklı bir düzleme taşınacaktır.

Bu final sahnesinin en kritik aktörü ise Türkiye’dir. Ankara, on yılı aşkın süredir Suriye dosyasını bir güvenlik tüneline çevirdi: Rojava’nın kazanımlarını “terör” kategorisine sıkıştırdı, sahada paravan yapılarla Kürtlere saldırdı, HTŞ gibi yapılara alan açtı. Fakat bu siyaset, Ankara’yı bölgesel ağırlık merkezi olmaktan çıkardı; kısa vadeli manevra gibi görünen adımlar orta ve uzun vadede stratejik bir daralmaya dönüştü.

Kürtlerin dışlandığı her senaryo, yalnız sahayı parçalamıyor; diğer etnik ve inanç kesimlerinin merkezi otoriteye ilişkisini de tüketiyor. Bu daralmanın işaretleri kuzeyde Ankara’nın Rojava’ya yönelen saldırılarında, güneyde ise İsrail’in Şam çevresine düzenlediği hava saldırılarının bıraktığı izlerde okunuyor. Her hamle, Kürt dosyasını masanın merkezine biraz daha itiyor; Ankara’nın kredisi azalırken Kürtlerin ağırlığı artıyor.

Ankara’nın Kürt karşıtı siyasetine rağmen sahada ayakta kalan bir üçüncü yol var: Rojava’nın demokratik özyönetimi. Burada yerel meclisler çok kimlikli temsili, kadınlar siyasetin kurucu öznesi olmayı, güvenlik ise toplumu korumayı esas aldı. Üstelik bu bir laboratuvar deneyi değil; ağır ambargolar ve sürekli saldırılar altında sınanmış bir toplumsal sözleşme.

Bugün Kuzey ve Doğu Suriye’de inşa edilen model, ne statükocu ulus-devletçi çizgiye ne de cihatçı yapılara yaslandı. İkisini de boşa çıkaran, çok kimlikli ve demokratik temsiliyeti esas alan bir üçüncü yol oldu. Bu nedenle 10 Mart mutabakatı etrafındaki gelgitler ya da bazı kesimlerin “federasyonun biraz altında” diye sunduğu formüller, tek bir hakikati teyit ediyor: Kürtlerin iradesi artık görmezden gelinemez.

Bu nedenle çözüm sadece kurumsal değil, düşünsel bir ufka da bağlıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çizdiği perspektif, Suriye denklemini iki kapanın dışına taşıdığı için merkezi önemdedir. Bir yanda tekçi, merkezci ulus-devletin soykırım pratikleri; öte yanda dini mutlakiyetçiliğin toplum mühendisliği… Bu ikisinin toplamı çözümsüzlüğün kendisidir.

Öcalan’ın önerdiği demokratik ulus, bu aralığı hukukla, yerinden yönetimle ve toplumsal sözleşmeyle doldurur. Bağımsızlıkçı maksimalizmi reddeder, tekçi merkeziyetçiliği tasfiye eder; yerine dillerin ve inançların eşitliğini, güvenliğin toplum temelli tanımını ve kadın özgürlüğünü koyar. Bu, yalnızca bir iyi niyet çağrısı değil; Suriye’nin somut toplumsal yapısına uyan tek yönetilebilirlik önerisidir.

O nedenle bugün İmralı’da yürütülen görüşme veya müzakereler, yalnız Türkiye’nin iç barışına değil, Suriye’nin geleceğine de doğrudan temas eder. Ankara içeride Kürtlerle barışın hukukunu kurmadan dışarıda Kürtlerle rasyonel bir ilişki geliştiremez; Rojava’yı yok sayarak sınır güvenliğini kalıcılaştıramaz.

Türkiye’nin konumu bu denklemin hem en kritik hem de en kırılgan halkasıdır. Anti-Kürt siyaset, Ankara’yı bölgesel ağırlık merkezi olmaktan çıkarıp cihatçı grupların neredeyse tek hamisi konumuna itti. Diplomatik masalarda belirleyici değil; sahadaki varlığı da giderek daralan bir pozisyona indirgenmiş durumda. Washington ile ilişkiler stratejik ortaklıktan “dosya yönetimi”ne dönüşmüş; Arap başkentlerinde ve sokaklarında ise güvensizlik ve mesafe hakim.

Böylece Suriye dosyası yalnızca dış politikada değil, içeride hukuk devleti ve toplumsal barışta da turnusol işlevi görüyor: İçeride inkar siyasetine kilitlenen bir ülkenin, dışarıda kapsayıcı bir vizyon üretmesi mümkün değil.

Diğer yandan, Suriye’nin yakın iç tarihine bakıldığında da, Rojava deneyiminin niçin kurucu olduğu berrak biçimde görülür. On yıllara yayılan Arap Kemeri’nden IŞİD saldırılarına ve kent işgallerine kadar ülkenin çok kimlikli yapısı sürekli tahrip edildi. İşte bu enkazın ortasında ortaya çıkan Rojava Devrimi, toplum odaklı bir karakterle bambaşka bir sözleşme kurdu: Halk meclisleri, kadınların siyasetin ve savunmanın kurucu öznesi olması, inançların eşit temsili, kooperatif ekonomileri ve toplum temelli güvenlik.

Rojava’yı kurucu kılan tam da bu kontrasttır: Şam’ın merkeziyetçi inkarına ve cihatçı yapıların zorbalığına karşı, toplumun kendi iradesiyle çok kimlikli ve demokratik bir düzen inşa etmesi.

“Entegrasyon” tartışmasının da yolu buradan geçer. Entegrasyon, merkeze biat değil, demokratik entegrasyondur: Yetkinin hukukla yerelleştirildiği, kaynakların şeffaf paylaşıldığı, savunmanın toplum temelli tanımlandığı bir model. Ortak bir ordu fikri, ancak bu çerçevede anlam kazanır; aksi halde tasfiyenin yumuşak adı olur.

Bugün Kuzey ve Doğu Suriye’den yükselen çağrı da budur: Kürtlerin, Arapların, Dürzilerin, Alevilerin, Hristiyanların ve Türkmenlerin eşit yurttaşlık temelinde buluştuğu bir sözleşme. Bu çağrı yalnız bir model önerisi değil; on beş yılın enkazı altında kalmış toplumsal sözleşmenin yeniden yazımıdır.

Final sahnesinin ağırlığı burada düğümlenir. Suriye’de kalıcı istikrar, Kürtlerin statüsünün tanınması ve bu statünün ülke ölçeğinde demokratik bir mimariye bağlanmasıyla mümkündür. Aksi her deneme parçalanmayı kalıcılaştırır; başarısı ise yalnız Suriye’yi değil Türkiye’yi de nefes aldırır.

Çünkü Türkiye’nin bölgesel varlığını sürdürebilmesinin tek yolu, Kürtlerle entegrasyonu kabul etmek, Öcalan’ın demokratik çözüm perspektifini hem iç barışın hem dış politikanın ekseni yapmaktır. Bu kabul, ortak yaşamı “inkarın güvenliği”yle değil, “tanımanın hukuku”yla güçlendirir; sınır güvenliğini betonla değil siyasetle kalıcılaştırır.

Geleceğe dönük tabloyu karartmadan konuşursak, önümüzde üç eşik var. İlki, İmralı hattının siyasal meşruiyetinin resmen tanınması: Şunu unutmayalım ki, müzakerenin kriminalize edildiği bir iç dil, hiçbir ortaklığı ve çözümü mümkün kılmaz. İkincisi, Suriye ölçeğinde ademi merkeziyetin anayasal çerçevesi: Yerelleşme, savunma mimarisi ve kaynak paylaşımı konuşulmadan hiçbir geçiş planı işlemez. Üçüncüsü de, dış aktörlerin vekalet savaşlarını kurumsal barışa çevirmesi: Saldırı-misilleme sarmalı denge kurmuyor, yalnız zemini aşındırıyor.

Bu üç eşik aynı anda ilerlerse, Suriye’nin kuzeyinde kurulan sözleşme ülke ölçeğinde çoğaltılabilir; aksi halde siyaset yeniden silahların gölgesine kalır.

Suriye’nin neden final sahnesi olduğu şimdi berrak: Çünkü burada çözülecek olan yalnız savaş değil; halkların eşitliğiyle kurumsal barış arasındaki bağdır. Kürtlerin demokratik statüsü ve Öcalan’ın çözüm ufku bu bağın merkezindedir. Türkiye bu gerçeği görüp iç barışını tanıma hukukuyla kurabildiği ölçüde dışarıda da aktör kalacaktır. Görmezse, Suriye defteri her açıldığında Ankara kendi içine kapanacaktır.

Final sahnesi, bu yüzden bir bitiş değil; yeni bir başlangıcın eşiğidir. Halkların rızası olmadan kurulan her denge dağılır; rızaya dayalı sözleşme ise yıkıntının ortasında bile yeni bir yaşam kurar.

Benzer Haberler