BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Habermas’ın “kamusal alan” teorisiyle çözüm/barış sürecini okumak

Habermas’ın “kamusal alan” teorisiyle çözüm/barış sürecini okumak

Zelal SADAK

Türkiye bugün, kendisini tarihin tekrar eden ama her defasında daha da daralan bir koridora sıkıştırmış durumda: İç içe geçmiş sınır bölgelerindeki savaş söylemleri, ulusalcı-milliyetçi refleksler, medya manipülasyonu, siyasetin korku dilinin hâkimiyeti ve buna eşlik eden güçlü bir toplumsal alan daraltması.

Tam da böylesi bir dönemde Türkiye bir yılı aşkın süredir yeni bir çözüm sürecinin içinde. Ancak bu süreç, geçmişteki girişimlerden daha geniş olmak şöyle dursun, daha da daralmış bir çerçevede yürütülüyor; kapalı, seçilmiş birkaç aktörün kontrolünde, toplumdan itinayla uzak tutulmuş bir biçimde. Müzakerenin iki taşıyıcı ayağı, AKP’nin iktidar stratejisini önceleyen ve seçim politikası gibi bakan dar politik aklı ile MHP’nin devletçi ve güvenlikçi çizgisi. Bu hat karşısında ise masada sürecin temel muhatabı olarak Abdullah Öcalan bulunuyor. Öcalan, İmralı’dan yıllardır ısrarla dile getirdiği ve bugün yeniden altını çizdiği net bir çağrıyı sürdürüyor: Süreci toplumsallaştırın. Şeffaflaştırın. Kamusallaştırın. Öcalan’ın bu ısrarı, modern siyaset teorisinin en güçlü kavramlarından biriyle birebir örtüşür: Habermas’ın kamusal alanı.

Habermas’a göre kamusal alan, iktidarın gölgesinin dışında kurulan bir tartışma zeminidir; bürokratik aklın tahakkümünden bağımsız, toplumun kendi kaderini konuşabildiği, tartışabildiği, fikir üretebildiği özgür bir alan. Bu alan yalnızca bir mekân değil, aynı zamanda meşruiyetin üretildiği bir süreçtir. Çünkü Habermas için herhangi bir siyasal kararın meşruiyeti, kararın içeriğinden çok o karara nasıl varıldığıyla ilgilidir. Bir karar ancak tartışmanın niteliği sayesinde meşru hâle gelir; tartışma yoksa meşruiyet de yoktur.

Kamusal alanın doğası gereği şeffaf olması bu nedenle zorunludur. Gizlilik, müzakerenin özüne aykırıdır. Şeffaflık toplumun katılımını, katılım ise rıza üretimini sağlar; rıza olmadan da kalıcı bir barışın toplumsal temeli kurulamaz. Habermas’ın bu çerçevesi, siyasal süreçleri iletişimsel aklın işlediği alanlar olarak görür. Yani aktörlerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, hakikati aradıkları, karşılıklı olarak birbirlerini ikna etmeye çalıştıkları bir zemin. Bunun karşısında stratejik akıl vardır; bu akıl, müzakereyi hakikat arayışının değil, güç dengelerinin bir parçası olarak görür.

Bugün ilerleyen süreç, geçmişte yürütülen barış/çözüm süreçlerine nazaran daha kapalı, kamusal alandan izole bir şekilde sürdürülüyor. Medyanın dili önceki dönemlere kıyasla belirgin biçimde daha milliyetçi ve sertleşmiş; siyaset, tartışma üretmek yerine kutuplaştırıcı reflekslere yaslanıyor. Sivil toplumun bir bölümü hâlâ direnç göstermeye devam etse de genel atmosfer, bu alanların etkisini zayıflatan bir baskı ve oto-sansür iklimi yaratıyor. Muhalefet partilerinin bir kısmı sürece dair sorumluluk almaktan kaçınırken, bir kısmı toplumsal baskı nedeniyle temkinli davranıyor. Mecliste kurulan komisyonlar tamamen işlevsiz değildir elbette; ancak siyasal irade bu yapıları genişletmek yerine daraltmayı seçtiği için potansiyellerinin çok altında çalışıyor. Sürecin toplumsal aktörleri —akademi, hak örgütleri, demokratik kamu—müzakere alanının merkezinde değil, kenarında tutuluyor.

Bu tablo, kamusal alanın bütünüyle kapanması değil; ancak ciddi biçimde daraltılması anlamına geliyor. Habermas’ın “kamusal alanın sömürgeleştirilmesi” dediği durum tam da burada devreye giriyor: Tartışmanın çerçevesi genişletilmek yerine iktidarın ve milliyetçi söylemin ağırlığı altında sıkıştırılıyor.

Bu alanın daralmasında birçok siyasal dinamiğin rolü var. İktidarın süreci stratejik bir hesapla yönetmeye çalışması, MHP’nin devletçi ve güvenlikçi ideolojisinin müzakere zeminini daraltması, medyanın geniş kesimlerinin milliyetçi–şoven bir söyleme yaslanarak tartışmayı kriminalize etmesi ve muhalefetin önemli bir bölümünün toplumsal baskı nedeniyle temkinli, yer yer de pasif bir tutum alması, kamusal alanın doğal genişleme imkânlarını kısıtlıyor. Bu tablo, tüm aktörlerin aynı ölçüde etkili olduğu anlamına gelmiyor; ancak farklı siyasal odakların birbirini besleyen pozisyonları, tartışma alanını daraltan bir atmosfer yaratıyor. Böyle bir ortamda toplumun bilgiye erişimi sınırlanıyor; bilgi sınırlanınca tartışma daralıyor; tartışma daralınca ortak rıza üretmek güçleşiyor; rıza olmayınca barışın toplumsal güveni zayıflıyor. Sonuç olarak toplumun geniş kesimleri barışa mesafeli görünmekle kalmıyor, barışa dair kanaat üretme imkânını da kaybediyor.

Kamusal alan çöktüğünde toplum, kendi aklını kullanabilen yurttaşlardan oluşan bir topluluk olmaktan çıkar; manipülasyona daha açık, edilgen bir kitleye dönüşebilir. Bugünkü Türkiye’de tartışmanın bu denli daralması, barışa dair güvensizliğin yalnızca bir duygu değil, kamusal alanın daraltılmasının ürettiği siyasal bir sonuç olduğunu gösteriyor.

Bugün Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı tüm çağrılar, Habermas’ın kamusal alan teorisiyle dikkat çekici bir paralellik taşıyor. Öcalan sürecin ancak toplumsallaşarak ilerleyebileceğini, meclis komisyonlarının dar değil, geniş ve kapsayıcı olması gerektiğini vurguluyor. Sivil toplumun, akademinin, demokratik kitle örgütlerinin ve muhalefet partilerinin sürece dahil edilmesi gerektiğini her fırsatta dile getiriyor; müzakerenin yalnızca devlet ile kendisi arasında sıkışan dar bir pazarlık olmaktan çıkarılıp kamusal bir tartışma alanına taşınması gerektiğini savunuyor. Toplumun tüm çevrelerinin tartışmasının hayati bir gereklilik olduğuna dair bu çağrı, aslında müzakerenin gerçek muhatabının geniş toplum kesimleri olduğu fikrini sık sık hatırlatıyor. Bu yaklaşım, Habermas’ın iletişimsel eylem modeline denk düşen; stratejik hesaplara değil, ortak akla ve karşılıklı rızaya dayanan bir model. Tecrit koşullarında, devlet kontrolündeki görüşme pratiklerinin eşitlikçi bir tartışma üretmesi yapısal olarak mümkün değildir. Asimetri kişiden değil, ortamın demokratik olmayan niteliğinden doğar. Bu nedenle müzakerenin toplumsallaştırılması, yalnızca siyasal tercih değil, iletişimsel aklın işlemesi için teorik bir zorunluluktur.

Temsil meselesi de benzer şekilde, birey merkezli bir okuma ile değil, kamusal alanın yapısı ile anlaşılabilir. Demokratik temsil, toplumun farklı kesimlerinin farklı kanallar aracılığıyla karar süreçlerine katılabildiği durumlarda çoğullaşır. Türkiye’de ise bu kanallar büyük ölçüde kapatıldığından, temsilin tek bir figüre sıkışması bir siyasal mühendislik değil; devletin daralttığı bir siyasal alanın zorunlu çıktısıdır. Kürt siyasetindeki temsiliyet tartışmalarını doğru bağlama oturtmak için, önce bu yapısal kapatmayı görmek gerekir.

Kamusal alan manipüle edildiğinde toplum artık tartışabilen bir topluluk olmaktan çıkar ve yığına dönüşür. Bugünkü medya düzeni tam da bu dönüşümün taşıyıcısı olarak işliyor. Kürt karşıtı milliyetçi bir dilin sürekli tekrar edilmesi, eski savaş söylemlerinin yeniden dolaşıma sokulması, barışın topluma bir “tehdit” gibi sunulması ve çözüm sürecine dair haberlerin şeytanlaştırıcı bir tonla aktarılması, kamusal aklın yerini korkuya bırakmasına yol açıyor. Bu medya atmosferi, toplumun eleştirel düşünme kapasitesini zayıflatıyor; bilgi edinme hakkını sınırlandırıyor; barışa dair korkunun, kaygının ve güvensizliğin toplumsal zeminini yeniden üretiyor. Böyle bir ortamda toplumun yığınlaşması bir tercih değil, manipüle edilmiş kamusal alanın doğal bir sonucu hâline geliyor.

Türkiye’de bugün çözüm sürecinin en belirgin eksiklerinden biri, gerçek anlamda işleyen bir “kamusal muhalefet”in yokluğu. Muhalefet partilerinin önemli bir bölümü sürece dahil olmaktan kaçınıyor; milliyetçi tepkilerin baskısından, medya saldırılarından ve seçmen davranışının değişebileceği kaygısından çekinerek temkinli bir hatta sıkışıyor. Barış talebinin siyasal bir bedeli olabileceğini düşünerek geri duruyorlar. Bu sessizlik yalnızca taktiksel bir tercih değil; kamusal alanı daraltan, tartışma zeminini zayıflatan bir etki yaratıyor. Muhalefetin bu temkinli sessizliği, toplumsal tartışmayı açacak kanalları genişletmek yerine daha da daraltıyor; barışın toplumsallaşması için gereken siyasal cesareti görünmez kılıyor.

Bugün Türkiye’de gördüğümüz fotoğraf budur. Devlet, iktidar partisi, devletçi-milliyetçi siyasal odaklar ve dar bir müzakere çevresi tarafından yürütülen çözüm süreci, şeffaflığa açılmadığı için toplumun dışarıda kaldığı bir siyasal zemine dönüşüyor. Müzakerelerin nasıl ilerlediği, neden tıkandığı veya ilerlemesinin neden güçleştiği kamuoyuna açık değil. Katılım kanalları sınırlı; tartışma alanı ise daha baştan daraltılmış durumda. Bu nedenle toplumda barışa dair güven, rıza ve sahiplenme de doğal olarak oluşmuyor. Çünkü toplumsal rıza, ancak iletişimsel eylemden, yani özgür kamusal tartışmadan doğar; zorlama, manipülasyon ve stratejik akıl meşruiyet üretemez.

Türkiye’de bugün toplumun kaderi, toplumun kendisi tarafından değil, toplum adına konuştuğunu iddia eden siyasal odaklar tarafından belirlenmeye çalışılıyor. Kamusal alanın dışarıda bırakıldığı yerde kalıcı barışın filizlenmesi mümkün değildir. Toplumsal tartışma açılmadan barışın kalıcı olmasını beklemek, kamusal alanın işlevini yok saymak anlamına gelir. Barış ancak konuşulursa, tartışılırsa, geniş kesimlerin ortak aklıyla şekillendirilirse toplumsallaşabilir; toplumsallaşmadan da meşruiyet kazanamaz.

Habermas’ın kuramsal çerçevesi Türkiye’de yürütülen çözüm sürecine uygulandığında ortaya çıkan sonuç oldukça nettir: Bu ülkede barış ancak kamusal alan yeniden inşa edilirse kuvvetlenecek ve güçlü bir zemini olacaktır. Müzakerenin dar bir masa etrafında yürütüldüğü, bilginin sınırlı aktığı, toplumun pasif bir izleyici konumuna sürüklendiği bir atmosferde kalıcı barışın toplumsal meşruiyet kazanması beklenemez. Sürecin ilerleyebilmesi için müzakere masalarının genişlemesi, sivil toplumun etkin biçimde dahil edilmesi ve dahil olması için çabalarının olması, medyanın kutuplaştırıcı dil yerine kamusal tartışmayı mümkün kılan bir habercilik anlayışına yönelmesi ve özellikle ana muhalefetin milliyetçi baskıdan çekinmeden sürece müdahil olabilmesi gerekir.

Aynı şekilde sürecin şeffaflaştırılması, kamuoyuna düzenli bilgi aktarılması ve toplumun edilgen değil aktif bir özne hâline getirilmesi, iletişimsel aklın işleyebilmesi için zorunludur. Barış ancak toplumun konuştuğu, tartıştığı, karar verdiği bir kamusal alanda kök salabilir. Habermas’ın kamusal alan analizinden Abdullah Öcalan’ın yaptığı toplumsallaşma çağrılarına uzanan çizgi, aslında aynı gerçeği işaret ediyor: Barış ve demokrasi sorununu çözmek, kapalı kapılar ardında kurulan bir siyasal denge değil; geniş toplum kesimlerinin konuştuğu, tartıştığı ve ortak akıl ürettiği bir kamusal sürecin adıdır. Sürecin şeffaflaşması, müzakere masalarının genişlemesi, sivil toplumun ve muhalefetin çekinmeden sürece dahil olması, medyanın yığın yaratan dilini terk edip kamusal tartışmayı destekleyen bir zemine çekilmesi ve akademinin sürece katkı sunabilmesi, iletişimsel aklın işleyebilmesi için olmazsa olmazdır. Barış ancak görünür olduğunda, konuşulabilir olduğunda, tartışılabilir hâle geldiğinde toplumsallaşır; toplumsallaştığında da toplumsal rızayı ve meşruiyeti üretir.

Türkiye’nin geleceği, çözüm sürecinin geniş bir kamusal alanda tartışılıp tartışılamayacağına bağlıdır. Barışı kapalı odalardan çıkardığımız gün, yalnızca müzakerenin değil, ülkenin kaderi değişir. Çünkü barış ne bir lüks ne de iktidarların keyfine bağlı bir siyasal araçtır; toplumun kaderini belirleyen en temel demokratik haktır.

Benzer Haberler

İlk kayyum atanan belediye |

Hakkari Belediye Başkanı Akış yine tahliye edilmedi

11. Yargı Paketi komisyonda |

DEM Parti ve CHP: Anayasa'ya aykırı

“Avukatlara yönelik kısıtlama hukuka aykırı” l

İstanbul Barosu'ndan Adalet Bakanlığı'na dava

Esad’dan sonraki bir yıl: İktidar değişti, sorunlar kaldı |

BMGK heyeti Şam’a gidecek - İsrail Beyt Cin'i vurdu

11. Yargı Paketi l

Yılmaz Tunç: Bu bir af değil, düzenleme

“CHP’yi sürecin dışına itmeyin” |

Davutoğlu’ndan “İmralı tutanaklarını açıklayın” çağrısı