Doğu ERGİL
“Adaletin susması, intikamın konuşmasıdır.”
Hukukun sesi kısılırsa, meydan öfkeye kalır. Yargı, öç alma duygusunun aracı haline geldiğinde, devlet adalet dağıtan değil, cezalandıran, yasaklayan bir baskı aracına dönüşür.
İntikam, bireysel bir duygudur; hukuk ise toplumun vicdanıdır. Birincisi kördür, ikincisi görür. O yüzden özgür ülkeler ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesine önem verirler.
Nedir hukukun üstünlüğü? Birbirini tamamlayan üç tanım ileri sürülebilir:
Hukukun üstünlüğü, devletin tüm organlarının ve bireylerin eylemlerinin hukukla sınırlı olduğu, keyfî yönetimin yerini kurallı yönetime bıraktığı düzenin adıdır. Bunun için güç sınırlandırılmalı ve bireyin temel hakları güvence altına alınmalıdır. Bu da herkesin aynı yasalar önünde eşit derecede sorumlu olmasını gerektirir.
Hukukun üstünlüğü, adaletin yalnızca bir kavram olarak kalmadığı, iktidarın bile uymak zorunda olduğu yükümlülükler düzenidir.
Eğer yasalar öfke ve baskı, mahkeme kararları kişisel hesaplaşma araçlarına dönüşmüşse adalete güven kalmaz. Bunun başlıca nedeni adaletin, bir grubun (iktidar kümesinin) “bizden olmayanlara” karşı diz çöktürme aracı haline gelmesidir. Bu noktada hukuk değil, zorbalık insanlar-arası ilişkilere hâkim olur. Oysa gerçek adalet, düşmanın bile hakkını verme cesaretidir.
Hukukun Doğası
Hukuk intikama dönüştüğünde ne suçlu gerçekten cezalandırılır, ne de mağdur huzura kavuşur. Hukuk iktidarın kırbacına dönüşürse adaletin ölçüsü olmaktan uzaklaşır. Keyfîleşir, hatta şahsileşir; intikam aracına döner.
Aristoteles, “adalet, ölçüsüz duyguların yerine ölçüyü koymaktır” der. Modern hukuk da bu anlayış üzerine kuruludur: Suçun karşılığı cezadır, ama ceza nefretin değil, aklın ürünüdür.
Devlet ve Adalet
Max Weber’e göre devlet, “meşru şiddet tekeline sahip olan kurum”dur. Ama bu “meşruiyet”, adaletle sınırlıdır.
Hukuk intikama dönüştüğünde, devletin şiddeti artık meşru değil, kişisel veya ideolojik bir öfkenin yansımasıdır.
Siyasetle yargının iç içe geçtiği sistemlerde mahkemeler artık hukukun değil, “kazananın duygularının” temsilcisidir.
Tarihten Örnekler: Fransa, Sovyetler ve Türkiye
Fransa’da Terör Dönemi (1793–94): Devrim mahkemeleri, adalet adına öç aldı. Binlerce kişi “cumhuriyet düşmanı” yaftasıyla giyotine gönderildi. Adalet değil, devrimin öfkesi hüküm sürdü.
Sovyetler Birliği’nde Stalin Mahkemeleri: Hukuk, “devrimin korunması” bahanesiyle sistematik tasfiye aracına dönüştü.
Türkiye’de Sıkıyönetim ve Olağanüstü Dönemler: Hukuk sık sık siyasal öfkenin uzantısı haline geldi; yargılamalar toplumsal barış yerine kutuplaşmayı derinleştirdi.
İntikamın Sonucu: Toplumsal Güvenin Yıkımı
Adaletin yerini intikam aldığında en büyük zarar, devlete değil, toplumun vicdanına verilir. İnsanlar artık adalete inanmayınca, haklarını hukuk yoluyla aramazlar. Ahlâk çürür, yolsuzluk/usulsüzlük alır yürür. Bu noktada yasalar hâlâ yürürlüktedir ama hukuk devleti fiilen çökmüştür.
Korkunun egemen olduğu toplumda insanlar artık hak aramazlar. Ya susarlar ya da kural-dışı yollara baş vururlar. Adaletsizlik ve yolsuzluk kalıcı hale gelir.
Çıkış Yolu: Yeniden Hukukun Onurunu İnşa Etmek
İntikamın yerine adaleti koymak, bireysel ahlâkla başlar ama kurumsallaşan kolektif iradeyle gerçekleşir.
Yargı bağımsızlığı, öfkenin ve intikamın değil, hukukun üstün olmasını sağlar.
Basın özgürlüğü, adaletsizlikleri görünür kılar. Toplumsal direnişi uyarır.
Sivil toplum, toplumsal vicdanın sesini duyurur; karşı eylemi tetikler.
Unutulmamalıdır ki:
“Bir ülkenin adaleti, düşmanına nasıl davrandığıyla ölçülür.”
Hukuk, keyfiliğin ve intikamın karanlığına girdiğinde devlet gölgeye dönüşür. Buna “devletin tutulması” denebilir: Devlet, hukuksuzluğun ardında silikleşir, adalet dağıtmaz. Oysa adalet, devletin varlık nedenidir. Toplumların en büyük sınavı, devletlerinin adalet mi, baskı ve zor üreten bir kurum olması arasında yaptıkları tercihtir.
Adalet ve ahlâk arasındaki sıkı ilişki de unutulmamalıdır. Adalet, ahlakın en somut göstergesidir. Bu bağ zayıfladığında, ne hukuk işler ne de toplumda etik bir yaşam sürdürülebilir olur. Bu nedenle, hukuk devleti inşası yalnızca kurumsal reformlara değil, aynı zamanda toplumun etik dokusunu güçlendiren, ortak yaşam değerlerini pekiştiren sivil ve kültürel politikalara da ihtiyaç duyar. Gerçek anlamda adalet, ancak ahlâki sorumluluk bilinciyle birlikte var olabilir.