Doğu ERGİL
İnsanlığın aşamadığı en eski ve en güncel meselelerinden biridir ‘kimlik’ sorunu: Bir zamanlar bizi tanımlayan, şimdi bizi sınırlayan bir olgu…
Artık kim olduğumuz (kişiliğimiz) değil, hangi kimliğe ait olduğumuz daha çok konuşuluyor. Ne düşündüğümüz, sorunlara nasıl baktığımız değil, hangi gruba dahil olduğumuz önemseniyor. Böylece, kişilik geri çekiliyor; kimlik sahneyi ele geçiriyor ve insan, farkına bile varmadan, kendi kimliğinin parmaklıkları ardında tutsak kalıyor.
Kişilikten Kimliğe: Bireyin (Bireyselliğin) Gölgeleştiği Dönem
Biraz düşününce kimliğin, insanın kişiliğini korumak için icat edildiği bile söylenebilir. Aidiyet hissi, belirsizlik karşısında bir sığınaktır. Ama kişiye giydirilen kimlik, zamanla bir sığınak olmaktan çıkar ve onun bütün kişisel özelliklerini, özgünlüklerini silikleştirerek bir hapishaneye dönüşebilir.
Sonunda insanlar kimlikleriyle düşünür, kimlikleriyle kızar, kimlikleriyle sever olurlar. Ortak alanda kendilerine ait düşünce ve duygularını dillendirmeden önce veya onları geri çekerek önce kimlik kartlarını gösteriyorlar. Bu kartta BEN yok, BİZ var. Bu durum, yalnızca bireyin/bireyselliğin (özgün ve özgür olnanın) zayıflaması değil; toplumsal bir yorgunluk, bıkkınlık, siyasal kabileleşmenin de işaretidir.
Kabileleşme: Ahlakın ve Aklın Silikleşmesi
Kişilikleri değil, kimlikleri öne çıkaran topluluklar, zamanla eylemi söze (hatta slogana), ahlakı töreye, tarihi mitolojiye indirger ve sonunda, dayanışma bile gönüllü olmaktan çıkar; zora ve zorunluluğa (‘mecburiyete’ sanki daha uygun) dönüşür. Artık “bizimkiler” hep haklı, “ötekiler” hep haksızdır. Doğru, evrensel ilkelerden değil, ‘BİZ’e ait olandan türetilir. Vicdan, yerini sadakate bırakır. Ahlak, müthiş bir dönüşüm geçirir; düşünmeyi değil, itaati öğretir.
Sonunda, toplum, ayrışmış, cepheleşmiş, akıldan çok duygulara teslim olmuş, yapay yakınlıklar ve düşmanlıklarla ilmikleri gevşemiş ve dayanışmasını yitirmiş bir yığına dönüşür. Gruplar kendi ‘kabile’ sınırları içine çekildiğinden bunu fark etmezler. Artık bir ULUSun varlığından söz etmek zordur.
Türkiye Örneği: Yurttaşlıktan Taraftarlığa
Biraz önce çizilen tablo bize yabancı değil. Türkiye’nin siyasal tarihi, kimlik gruplarının birbirini dışladığı, ama hiçbirinin tam olarak özgürleşemediği ve aralarında birlik kuramadığı bir süreç olmuştur. Birlik kuramadığı, yani ortak yaşamı sürdürecek ve düzenleyecek (zordan başka) asgari müşterek(ler) bulamadığı için DEMOKRATİK bir düzen kurmakta da zorluk çekmiştir.
Osmanlı’da dini cemaat kimlikleri, Cumhuriyet’te kapsayıcı tasarlanıp uygulanmadığını oldukça zorladıktan sonra anladığımız etno-milliyetçi ulusal kimlik, son yıllarda ise etnik, mezhepsel ve partizan kimliklerin hepsi, bireyin özerk varlığını bastıran ve inkâr eden yeni kabile biçimleridir.
Sonunda bu dar tanımlanmış kolektif kimlikler, karşımıza BEKA sorunu olarak çıktı. Yine de sorunun adını cesurca koyamıyoruz çünkü çözümden korkuyoruz. Bugün siyasette çözümler, programlar, projeler değil, aidiyetler yarışıyor. Aidiyetler, bireyi ezdi geçti, kişilik alanını muğlak kolektif tanımlar doldurdu. YURTTAŞ (kurucu: düşünen, teklif eden, yapan paydaş) yerini TARAFTARA bıraktı. Sorgulayan, tartışan, teklif eden birey değil, alkışlayan ‘yandaş’ makbul hale geldi. Ama en tehlikelisi, insanlar “yanlış düşündüğü için değil, yanlış kimlikten olduğu için” dışlanır oldu; yabancılaştı. Ve bunu sadece resmi otorite değil, kabileleşmiş yurttaş kümeleri birbirine yaptı, yapıyor.
Uluslararası Sapma
Pekiyi bu durum sadece Türkiye’ye mi has? Hayır, bölücü, ayrıştırıcı; iktidar tabanını bu ayrıştırıcılıktan devşiren siyasî akımlar, önderlikler çeşitli toplumlarda derin yarılmalara neden oldu. Amerika’da kimlik siyaseti, toplumu allak bullak etti.
Avrupa’da göçmen karşıtlığı, ulusal kimlikleri birer kaleye dönüştürdü.
Orta Doğu’da mezhepsel kimlikler, milyonlarca insanın hayatına mal olan karşıtlıkların ve savaşların meşruiyet zeminine dönüştü. İnsanlar, kendi kimlikleriyle gurur duyarken, “ötekilerin” kimliklerini nefret nesnesi baline getirip hayatı bir SAVAŞ olarak yaşıyorlar. Bu küresel savaşta ortak ilkeler, insanlığı, özgürlüğü, barışı temsil eden ilkeler, değerler silikleşiyor. Kimlikler bir sığınağa dönüştüğü ölçüde hapishaneye de dönüşüyor. Kendi kimliğinin tutsağı olan gruplar, ortak bir zeminde buluşamıyor. Çünkü kimlik, güvenlik hissi veriyor ama düşünme, tartma, kıyaslama yükünü de ortadan kaldırıyor. Aidiyet insanlara özgürlükten kolay geliyor.
Kimliklere Yeni Tarih Yazmak: Tarihin Mitolojiye Dönüşmesi
Tarihin, seçilmiş gerçeklerden bir efsane yazmak; “millî tarihin’ de seçilmiş efsanelerden bir gerçeklik üretmek olduğunu düşünmüşümdür. Bütünlüklerini yitirip kabileleşmiş toplumlar, yazdıkları (efsaneleştirdikleri) yeni tarihlerini kutsallaştırırlar; onu kanıtlanaya değil, yüceltmeye çalışırlar.
“Biz hep haklıydık, biz hep mazlumduk, biz hep kahramandık; savaşta biz yenilmedik, müttefiklerimizin ihanetine uğradık” gerekçeleriyle eleştiriyi günah, doğruyu hiyanet haline getirirler. Tarih, kendine tapmanın nakaratı haline gelir; gerçeklik (öğrenme, bilimsellik) alanını terkeder ve bir mitolojiye dönüşür. Oysa mitoloji bir öyküdür; kusursuz kahramanların olağanüstü serüvenleri… Hata olmadığından çıkarılacak ders de yoktur.
Dayanışma Zayıflayınca Birlik, Birlikteliğe Dönüşür, O da Genellikle Zorunluluğa Dayanır
Ayrışıp, kabileleşen toplumları bir arada tutan artık istek ve gönüllülük değildir. Ayrışma ve cepheleşme gönüllü birliği yok eder. Onun yerini korku ve zor alır.
Bizi yok edecek ‘iç ve dış düşmanların’ varlığına inandırılırız. Bu korkulardan bir iktidar devşirilir ve bizi korumak vaadiyle aklımıza ve irademize ipotek koyar. Resmedilen tehlikeye karşı birleşmezsek, bizi koruma sözü veren iktidara itaat etmezsek dağılırız, perişan, hatta yok oluruz.
Toplumlar uzun süre bu korkuyla yaşayabilirler; ama sonsuza kadar değil. Çünkü bizi korkuyla yöneten iktidar sahipleri kurdukları korku ve zor atmosferinde hesap vermek, ahlâka ve hukuka uymak, verimli ve sürdürülebilir bir ekonomi geliştirmek gibi sorumlulukları önemsemezler. Zaten ne hesap soracak bir toplum ne de bağımsız kurumlar kalmıştır. Otoriterliğin kaçınılmaz sonucu keyfilik ve iktidarın hesap vermezliğidir. Bu durumda ne birliğin yerine ikame edilmeye çalışan beraberlik, ne de işbölümümünü sağlayan ekonomimin iflası ve sürdürülemezliği, korkunun inandırıcılığını canlı tutulabilir. Bu süreçte doğan veya yaratılan kabilelerin yapaylığı ve dayanıksızlığı ortaya çıkar.
Düşmanların siyasal imalât, korkuların sahte olduğu ortaya çıktıkça kimlikler de sorgulanmaya ve gerçekler karşısında çözülmeye başlar. Düşman önemsizleşince kimlikler silikleşir, sloganlar cılızlaşır. Solcu, solculuğunu, milliyetçi milliyetçiliğini, dini siyasal kimliği haline getiren ise, inancını yeni gerçekler karşısında sorgulamaya başlar.
Sonuç: Kimliğin Ötesine Geçmek
Bir toplumun olgunluğu (siz ‘medeniliği’ deyin), grupların kimlik farklılıklarını bastırmasıyla değil, bireylerin kişiliklerini özgürce geliştirmelerine olanak sağlamasıyla ölçülür.
Gerçek özgürlük, grup kimliğini inkâr etmek değil, onun sınırlarını aşabilmektir.
İnsan, grup kimliğini aşabildiğinde, birey olur. Bir toplum bunu başarabildiğinde, demokratikleşebilir; yurttaşlar topluluğu haline gelir.
Siyasal, etnik, dinî kabileler, kimliklerini dünya zannederler; ama aslında hapishaneleridir. Ve biz, eğer gerçekten özgür bir toplumda yaşamak istiyorsak, önce o hapishanenin duvarlarını yıkmak zorundayız. Çünkü toplumun kurtuluşu, bireyin özgürleşmesiyle başlar ve özgür birey, hiçbir kimliğe sığmaz.