BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Sosyalizmi yenilemenin zorunluluğu

Sosyalizmi yenilemenin zorunluluğu

Amed DİCLE

İstanbul’da 6–7 Aralık’ta düzenlenen Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nda Abdullah Öcalan’ın okunan mesajı, önemli değerlendirme ve tartışmalara zemin sundu. Elbette bu ilgi tesadüf değil. Çünkü mesaj, bir selamlama konuşmasının ötesinde; sosyalizmin krizine, ulus-devletin tarihsel tıkanmışlığına, uygarlığın derin yarılmalarına, kadın özgürlüğünün kurucu rolüne ve demokratik toplumun inşa olanaklarına dair kapsamlı bir teorik çerçeve sunuyor.

“Barış ve Demokratik Toplum İnşasıyla Sosyalizmi Yeniden Kazanalım” başlığı bile bu topraklarda yıllardır kendi içine kapanmış, toplumdan giderek uzaklaşmış sol tartışmaları aşan bir iddiayı barındırıyor. Konferansta neredeyse her sunumun Öcalan’ın mesajıyla ilişki kurması bu yüzden şaşırtıcı değildi. Gerçekten şaşırtıcı olan, Türkiye’deki bazı sol-sosyalist çevrelerin aynı metni tartışmak yerine küçümsemeye yönelmesi. Çünkü bu tepkilerin ardında teorik bir itirazdan çok daha derin, tarihsel ve psikopolitik bir refleks yatıyor: Kürtlerin sosyalist olamayacağına dair egemen ulus kibrinin, sol maskesi altında yeniden üretimi.

Sosyalizmi yeniden bir toplumsal inşa faaliyeti olarak tanımlayan Öcalan, yıllar önce kurduğu “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır” cümlesini bugün daha ileri bir bağlama taşıyor: İnsan kalmanın kendisi sosyalist bir ısrardır artık. Kapitalist modernitenin hem doğayı hem toplumu hem de insan ilişkilerini çökerttiği bir dönemde sosyalizm, soyut bir ideolojik kimlik değil, yaşamı yeniden kurmanın zorunlu etik, politik ve kolektif yoludur. Kadın özgürlüğünü merkeze koyan, ekolojik duyarlılığı temel alan, demokratik örgütlenmeyi önceleyen, toplumun öz-savunma kapasitesini kurucu unsur sayan bu yaklaşım, yıllardır teoriyi toplumdan uzaklaştırıp kendi içine konuşan çevrelerde ciddi bir rahatsızlık yaratıyor. Çünkü sosyalizm toplumla yeniden buluşursa, teorinin el değiştirmesi kaçınılmazdır. Ve tam da bu nedenle bazı çevreler sözün içeriğiyle değil, sahibinin Kürt olmasıyla meşguller.

Öcalan’ın Marksizmle ilişkisi de aynı çevrelerde başka bir rahatsızlık eşiğini tetikliyor. Marx’ın insanlığın ufkunu genişlettiğini kabul ederken, Marx’ın dönemsel sınırlılıklarını saklamıyor; ekoloji krizinin bilinmediği, kadın özgürlüğünün yüzeysel ele alındığı, devletin ve ulus-devletin kökenlerinin bugünkü derinlikte çözümlenmediği bir tarihten bahsediyor. Bu, Marx’ı reddetmek değil, sosyalizmi yenilemenin zorunluluğunu göstermektir. Fakat Marksizmi bir yöntem olarak değil, bir kimlik göstergesi, bir dogma olarak taşıyan çevreler için bu, teorik bir tartışma değil, konumsal bir tehdit anlamına geliyor. Çünkü Öcalan’ın Marksizmi güncelleme önerisi, Türkiye solunda yıllardır sorgulanmadan korunan entelektüel imtiyaz alanını yerinden oynatıyor.

Tam da bu nedenle konferansta Öcalan’ın mesajını okuyan ve bir süre önce İmralı zindanından tahliye olan Veysi Aktaş’ın Bianet’teki “bağnazlık” tanımı çok yerinde bir tespit oluşturuyor. Zira dogmalarına sığınarak kendilerini güvende hisseden bu kesimler, yeni kavramlarla yüzleşmek yerine eski ezberlerine sarılıyor. Diyalektik materyalizmi ayet gibi tekrar eden ama diyalektiği tarihle, toplumla, kadın özgürlüğüyle, ekolojiyle yeniden ilişkilendirmeye yanaşmayan bu yaklaşım; sosyalist teoriye değil, teorinin üzerindeki hakimiyetlerine sadık. Öcalan’ın mesajı bu hakimiyeti kırdığı için rahatsızlık yaratıyor. Çünkü mesaj, teoriyi yerinden edip toplumsallaştırıyor.

Rahatsızlığın en belirginleştiği alanlardan biri ise ulus-devlet tartışması. Öcalan, ulus-devleti kapitalist modernitenin şiddet tekeli olarak tarif ediyor ve reel sosyalizmin ulus-devlet formunu devralarak boğulduğunu açıkça söylüyor. “Devletçi sosyalizm devlete yenilmiştir” cümlesi, özellikle Türk devlet aklının sol içindeki kırıntılarını taşıyan çevreler için paniğe dönüşüyor. Çünkü bu çevrelerin zihninde sosyalizm hala devleti ele geçirerek kurulacak bir projedir. Oysa Öcalan, sosyalizmin devlet eliyle değil; demokratik toplum eliyle kurulacağını söylüyor. Demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, hukukun demokratikleştirilmesi, şiddetin yerini diyalog ve müzakerenin alması… Bunlar, Türkiye solunun “devlete rağmen devrim” fantezisinin çok ötesinde bir tartışma düzlemidir. Bu nedenle Öcalan’ın yaklaşımı, solun devletle kurduğu ilişkideki yüzleşilmemiş çarpıklığı açığa çıkarıyor.

Tarih perspektifi de bu yüzleşmeyi derinleştiriyor. Kapitalizmi yalnızca 16. yüzyılın ürününe indirgemek yerine, Mezopotamya’nın on bin yıllık komünal hafızasıyla ilişkilendiren Öcalan; komünal yaşamın bastırılması, erkek egemen kastlaşma, devletin doğuşu ve doğanın tahakküm altına alınması gibi tarihsel süreçleri kapitalist modernitenin kökleriyle birlikte okuyor. Bu, sosyalizmi yalnızca sınıf mücadelesi düzeyinde değil, uygarlığın bütünlüklü krizi bağlamında yeniden kurma çağrısıdır. Dogmatik çevrelerin asıl rahatsızlığı da burada belirginleşiyor: Bu yaklaşım, yıllardır alıştıkları bütün teorik sınırları paramparça ediyor.

Ancak tüm bu teorik tartışmaların ötesinde daha çıplak, daha yakıcı bir mesele daha var: Türkiye’deki bazı sol-sosyalist çevreler Kürtlerin sosyalist bir özne olabileceği fikrini hala hazmedemiyor. Yıllardır sol adına söz üreten ama toplumsal bir karşılık yaratamayan bu çevreler, Kürtlerin mücadele etmesini, ölmesini, bedel ödemesini sorun etmiyor; fakat sosyalizmi yeniden tanımlamasını, Marksizme müdahalede bulunmasını, teorik alanı genişletmesini hazmedemiyor. “Sosyalistler ve Kürtler” gibi ayrımlar, Öcalan’ın mesajını küçümseyen refleksler, bu kibri ele veriyor. Kürtleri müttefik olarak görebilen ama eşit teorik özne olarak kabul edemeyen bu anlayış, solun kendi içindeki hiyerarşik yapısını açık ediyor.

Bu yüzden bugün rahatsızlık yalnızca Öcalan’ın söylediklerinden kaynaklanmıyor; asıl rahatsızlık Kürtlerin konuşma hakkından doğuyor. Çünkü Kürtler sosyalizm üzerine konuşursa, sosyalizmin tekelinin ellerinden gideceğini biliyorlar.

Gerçek ise çok daha basit: Bu ülkede sosyalizmi en geniş toplumsal zemine yayan, kadın özgürlüğünü, ekolojiyi ve demokratik toplum pratiklerini kuran hareket Kürt özgürlük hareketidir. Bu bir övgü değil, tarihsel bir olgudur. Bugün sosyalizmi yeniden düşünmek isteyen herkesin dönüp bakmak zorunda olduğu yer, tam da bu olgunun şekillendiği yerdir. Bu nedenle Öcalan’ın sözleri, sol içindeki imtiyaz zincirini kıran bir turnusol işlevi görüyor.

Sorular açıktır: Kim tartışıyor, kim kaçıyor? Kim halklaşmayı savunuyor, kim devleti kutsuyor? Kim yenilenmeyi göze alıyor, kim dogmaların ardına saklanıyor?

Ve bu sorulara verilen yanıtlar Türkiye solunun gerçek sınırlarını ortaya çıkarıyor.

Sonuç değişmiyor: Meselenin özü Öcalan’ın söyledikleri değil; Kürtlerin sosyalizme yön verebileceği ihtimalinin yarattığı eşitlik sarsıntısıdır. Bu sarsıntıyı tehdit gibi gören çevreler, sosyalizmin halkların özgürleşme mücadelesi olduğunu çoktan unutmuş durumdadır.

Ama bugün sosyalizmi yeniden kuracak olan, toplumdan kopuk dogmalar değil, Kürt halkının, kadınların, işçilerin, gençlerin ve ekoloji mücadelesinin kesiştiği özgürlük çizgisidir.

Ve bu çizginin teorik ifadesini en açık şekilde kuran kişi bugün hala İmralı’dadır: Abdullah Öcalan.

Tedirgin olanlar olacaktır.

Küçümseyenler çıkacaktır.

Hatta bazıları ne duyarsa duysun görmezden gelmeye devam edecektir.

Ama inkar edenler dışında herkes biliyor: Bu topraklarda sosyalizmin geleceği, Kürtlere rağmen değil; Kürtlerle birlikte yazılacaktır.

Benzer Haberler

Doğu Ergil yazdı |

Diktatörlük: Tek adam rejiminin ötesinde çoğunluğun ve kültürün tiranlığı

Meclis’te taciz skandalı büyüyor:

"Herkes her şeyi biliyordu ama sustu..."

Amed Dicle yazdı |

Sosyalizmi yenilemenin zorunluluğu

Meclis’te rapor hazırlığı |

MHP 120 sayfalık raporunu komisyona sundu

Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nın sonuçları açıklandı |

“Umut hakkı”, yasal değişiklikler, hukuksal dönüşümler…

Balıkesir’de deprem l

Çevre illerden de hissedildi