Araştırmacı Dr. Sayid Resul Darati’ye göre günümüz Türkiye’si, 1919 Osmanlısına benziyor. Devletin içinde birden fazla güç odağı bulunduğunu ve bunların yönlerinin son yıllarda belli konularda ayrıştığına dikkat çeken Darati, “Bazıları 2015-2023 arası kontrolsüz yıkım iktidarını devam ettirmeye çalışırken bazıları böyle devam etmenin Türk devletinden geriye bir şey bırakmayacağını fark etmiş durumda” diyor. Darati’ye göre kilit nokta ise Kürt meselesi: “Kürt meselesine yaklaşım, ironik bir biçimde sadece Kürtlerin değil, en az onlar kadar Türklerin de geleceğini belirleyecektir.”
Ercan Jan AKTAŞ
20 Aralık 2025’te Bianet’te yayımlanan İngilizce makalesiyle siyasal gündemdeki ezberleri zorlayan Dr. Sayid Darati, Türkiye’nin yakın tarihine ve bugünkü rejim tartışmalarına alışıldık yorumların dışından bakıyor. “Bildik anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin 2023’te sona erdiği ve yeni bir rejimin inşa sürecine girildiği” yönündeki iddiası, yalnızca “iddialı” bir çıkış değil; tarihsel süreklilikler, kırılmalar ve yapısal çöküşler üzerinden kurulan kapsamlı bir analiz çabasına dayanıyor. Darati, güncel polemiklerin ve anlık siyasi tartışmaların ötesine geçerek, bugünü anlamak için yüz yıl öncesine uzanan karşılaştırmalar yapıyor; Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in kuruluşuna, oradan 15 Temmuz sonrası Türkiye’sine uzanan bir tarihsel hat kuruyor.
Bu söyleşide Darati ile, tarih “tekerrür ediyor mu” sorusundan dünya sisteminin çözülüşüne, Kürt meselesinin Türkiye’nin geleceğindeki belirleyici rolünden Erdoğan’ın siyasal karakterine kadar geniş bir çerçevede konuşuyoruz. Ermeni Soykırımı ile IŞİD kıyımları, Bab-ı Âli Baskını ile 15 Temmuz arasında kurduğu paralellikler; Türkiye’de devletin içten içe çürümesi ve yaşanmakta olan rejim değişimi gibi konular söyleşiyi daha da çarpıcı hale getiriyor. Darati’ye göre mesele yalnızca Türkiye’nin iç siyaseti değil; Ortadoğu’daki sarsıntılar ve küresel sistemin girdiği kaos evresiyle birlikte düşünülmesi gereken tarihsel bir eşik. Bu röportaj, tam da bu eşiğin neden kritik olduğunu ve hangi yol ayrımlarını barındırdığını anlamaya davet ediyor.
*Sayın Darati, 20 Aralık 2025’te Bianet’te yayınlanan İngilizce makalenizde kamuoyunu meşgul eden politik meselelere farklı açılardan yaklaşıyorsunuz. Örneğin çoğu insanın kolaylıkla itiraz edebileceği “bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin 2023’te sona erdiği, bundan sonraki sürecin yeni bir rejimin inşa süreci olduğu” gibi radikal çıkarsamalarda bulunuyorsunuz. Bu sonuçlara nasıl varıyorsunuz?
Benim esas çalışma alanım kolektif hafızadır. Toplumların nasıl hatırladığını ve nasıl unuttuğunu anlamaya çalışırım. Siyasal ve sosyal meseleleri analiz ederken de bu alandaki tecrübelerden faydalanırım. Buradaki yöntemim günlük tartışmaların akıntısına kapılmadan, olayların seyrini tarihsel arka planlarına göre yorumlamaktır. Hiçbir şey birden ortaya çıkmadığı için, dikkatli bir bakışla her şeyin tarihsel dayanakları bulunabilir. Yaşadığımız an, tarihten kopuk olmadığı için iyi bir tarih okuması, an’ın iyi bir çözümlemesini yapmamıza yardımcı olur.
Günlük, anlık gelişmelerin peşine takıldığımızda varacağımız yer işin magazin boyutudur ve maalesef bugünkü medya bize haber değil magazin vermektedir. İletişim teknolojisinin sağladığı imkânlarla anlık haber bombardımanına tutulmak ve bu esnada neler olduğunu anlamak için kimin ne söylediğine bakmak, ayrı ayrı grupları ve bireyleri anlık olarak izlemeye çalışmak bizi, örneğin Türkiye’deki çok önemli bir meselenin muhataplarını anlamaya çalışırken, onların laf dalaşmalarını ya da giydikleri elbiseleri konuşmaya götürür. Bu anlamıyla günümüzde medya, özellikle sosyal medya bir bataklıktır. Bizim, tek tek bireylerin, binlerce ton çamurun içine serpiştirilmiş küçük gerçek kırıntılarını toplamaya zorlandığımız ve bunu yapamayacağımızın zaten en başında bilindiği bir bataklık. Bundan sakınmak ise sadece bizi doğru bilgiye yaklaştırmaz; akıl ve ruh salığımızı korumamıza da yardım eder. Olaylara tarihsel perspektiften yaklaşmak ve olayları tekil siyasal gelişmeler olarak değil genel bir sistem analizi içine değerlendirmek bu açıdan önemlidir ve benim yapmaya çalıştığım şey de budur.
BUGÜNÜN TÜRKİYESİ, 1919 OSMANLISINA TEKABÜL EDER
*O zaman, isterseniz makalenizde vurguladığınız bazı konuları tartışalım. Makalenizde 100 yıl öncesiyle kıyaslamalar yapıyorsunuz. Mesela Ermeni Soykırımı ile IŞİD kıyımları, 1913 Bab-ı Ali Baskını ile 15 Temmuz darbesi gibi konular arasında paralellikler kuruyorsunuz. Bu durumda tarih tekerrür mü ediyor?
Tarih tekerrür etmiyor elbette ama belli bir ritim içinde ilerliyor. Tarih dediğimiz şey düz bir çizgide ilerlemediği için tarihin değişik dönemlerinde birbirine benzer şeyler deneyimlemek, hatta benzer sonuçlara varmak mümkün. Elbette zaman dediğimiz şey fiziksel olarak geri dönülebilecek bir şey değildir ama tarihsel periyodlardaki benzer olaylar bizi benzer sonuçlar çıkarmaya götürebilir. Örneğin 1913’te İttihatçıların Babı- Ali’yi basarak savunma bakanı Nazım Paşa’yı öldürmeleri ve Sadrazam Kamil Paşa’yı istifaya zorlayarak gücü fiili olarak ellerine almaları, bu fiili gücün verdiği sarhoşlukla Turancı emellere dalıp Osmanlı devletinin sonunu getirmeleri ile 15 Temmuz meselesinde belli bir grubun fiilen anayasa ve yasaları askıya alarak Türkiye’yi kararnamelerle yönetilen, gücün belli bir kişide toplandığı, hesap sorulamaz bir yönetimle 2023’e kadar yönettiği ve bu tarihe gelince ekonomik ve sistemsel açıdan iflas etmiş bir ülke haline getirmeleri arasında inanılmaz benzerlikler var. Buna istinaden benzer sonuçların da ortaya çıktığını görüyoruz.
Hatırlarsak, 1918 Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti fiilen bitti ve bir geçiş döneminden sonra 1923’te resmen yerini yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı. Bu kıyaslamayla gidersek, bugünün Türkiye’si 1919 yılı Osmanlısına tekabül eder. 1919 Osmanlı’sında resmen bir Osmanlı hükümeti vardı ama fiilen yoktu. Hükümet, ülke içinde fiilen kontrol gücünü kaybetmişti. Zaten kısa bir zaman sonra Ankara’da yeni bir hükümet kuruldu ve bu iki hükümet, büyük oranda el altından yardımlaşarak yeni bir devlet kurdu.
KÜRT MESELESİNE YAKLAŞIM TÜRKLERİN DE GELECEĞİNİ BELİRLEYECEK
*O halde bunlardan bazıları galip gelecek, diğerleri tasfiye olacak diyebilir miyiz?
*Biraz açabilir misiniz bu noktayı?
Elbette. Kürt meselesi Osmanlının son dönemindeki merkezileşme çabalarıyla birlikte filizlenen ama esas olarak Cumhuriyet’in yarattığı bir meseledir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadro 24 Temmuz 1923’te Lozan antlaşmasını imzaladıktan sonra bir yandan “Misak-I Milli” denilen sınırlara ulaşamayacağını anladığı için öte yandan mevcut sınırları içinde büyük oranda egemenliğini tesis ettiği için artık Kürtlerin desteğini almak mecburiyetini hissetmedi. İlk olarak Kürt desteğinin en önemli nedenlerinden biri olan halifeliği kaldırdı, diğer yandan sıkı bir inkâr siyaseti başlattı. 10 yıl sonra da “Kürt yoktur”, “bu ülkede Türklerden başka kimsenin yaşamaya hakkı yoktur” vs. noktasına geldi. Bunun üzerine ilk büyük Kürt isyanı Şeyh Said önderliğinde gelişti ve Kürt-Türk ilişkileri bugüne kadar gelen, zaman zaman harlanan, zaman zaman küllenen bir ateş olarak süregeldi.
*Mesele bu kadar köklü ve derin iken bunun çözümü de basit değildir elbette.
Düşünün, bütün bir devlet sistemi, bütün bir Türk kimliği, bütün diplomatik misyon Türklerin bu devletin tek sahibi olduğu, Kürtlerin ancak kendilerini inkâr edip sessizce kaderlerine razı olurlarsa “kabul edilebilecekleri” bir mantık üzerine kuruldu (konu dağılmasın diye Kürtlerin dışındakilerden, mesela Ermenilerden, Rumlardan bahsetmiyorum bile). Bu oldukça sıra dışı bir rejimdir. Taner Akçam’ın isabetle adlandırdığı gibi bir tür “Apartheid” rejimidir. Bu açıdan korkunçtur. Ama daha korkuncu, Theodor Adorno’nun izinden gidersek, bu durumun “olağan” kabul edilmesidir.
×Kürt meselesinin adil bir çözümü bütün bu mekanizmanın değiştirilmesini, dahası bu mekanizmayı ayakta tutan mantığın değişmesini gerektirir ki bu, basit bir siyasi çözümün çok ötesindedir. Düşünsenize, bir Kürt olarak diyelim Almanya ya da Moritanya’da Kürt kimliğinizle ilgili bir sorun yaşıyorsunuz ve oradaki Türkiye elçiliği sizin yaşadığınız sorunu gidermek için çalışıyor. Ya da Türkiye’de kimliğinize hakaret edildiğinde savcılığa gidiyorsunuz ve savcılık Kürtleri, Ermenileri ya da Rumları aşağılayan bir Türk hakkında “ırkçılık” nedeniyle soruşturma başlatıyor ve ilgili şahıs cezalandırılıyor. Bu noktaya gelmek -ki gelinmesi gereken nokta budur- bugünkü devlet ve toplum yapısının tamamen değişmesi demektir.
Bu noktaya gelinmesi, yani devletin din, etnik kimlik, cinsiyet gibi farklılıklara tamamen eşit ve nötr hale getirilmesi, herkesin hukuki güvenceye alındığı, kanun karşısında herkesin gerçek anlamda eşit vatandaşlar olarak kabul edildiği bir devletin kurulması herkes için iyi olacaktır.
*Peki bu olmazsa ne olur? Kolay bir şey değil çünkü bahsettiğiniz şey.
Öyleyse bunun tersini düşünelim. Kürt meselesi çözülmedi ve savaş yeniden başladı. Mevcut Turancı-emperyal kafalarla çatışma Suriye, İran, Irak ve hatta daha ötesine taşındı. Ne olacak? Türkler buraları fethedip Osmanlıyı mı diriltecekler? Mümkün değil. Mevcut dünya güç ilişkileri içinde bu kafayla hareket ederseniz elinizdekini de kaybedersiniz. Bir de için iç savaş boyutu var. Yani Kürt meselesinin çözülmemesi, ırkçı saldırganlığın yükseltilmesini gerektirir ki bunun sonucu da iç savaştır. Ve bunun faturasını da sadece Kürtler değil, Türkler dahil herkes öder.
Bir de bütün bunları, sadece Türkiye veya Kürdistan özelinde düşünmemek lazım. Bütün bir Ortadoğu sarsıntı halinde. Daha geniş ölçekte, dünya sistemi değişiyor. Kürt meselesini bu geniş bağlamla birlikte düşünmek lazım zira olay yeri okyanusun ortasındaki Mikronezya değil, Ortadoğu!
*Evet, makalenizde vurguladığınız bir nokta da dünya sisteminin değişmekte olduğu. Wallerstein’ın tezlerine dayandırıyorsunuz bunu.
Bunu diyen tek kişi Immanuel Wallerstein değil tabii ama meseleyi en derli toplu anlatan o olduğu için ona atıf yaptım. Biliyorsunuz Wallerstein’ın esas odaklandığı konu Dünya Sistem analizidir ve 1990-2000 yılları arasında bu konuda epey yazı yazdı. Wallerstein özetle şunu diyor: Bir Dünya sistemi kurulduğunda -mesela bir zamanlar Roma egemenliğindeki dünya sistemi gibi- o sistemin hegemonik gücü kendi sistemini ebedi ilan eder. Yani varılacak yere varılmıştır, bundan sonrası yoktur. Bu iddia elbette doğru değildir ve tarih boyunca defalarca yalanlanmıştır. Her dünya hegemonik sisteminin bir başlangıcı ve sonu vardır. Endüstri devrimi ile başlayan ve bugün Amerikan hegemonyasında sürdürülen mevcut dünya düzeni de 1990’dan başlayarak bir çöküş evresine girmiştir. Tahminen 40-50 yıl sürecek bu evre bir kaos dönemidir ve bu evrenin sonunda yeni bir dünya sistemi inşa edilecektir. Ancak yeni sistemin daha iyi ya da daha kötü olacağının bir garantisi yoktur. Bunu, mevcut güç mücadelesinde kimlerin -özellikle de muhaliflerin- ne kadar etkili olacağı belirler, der.
*Makalenizde dünyada altın fiyatlarının sürekli artmasının mevcut dünya sisteminin güvensizliğiyle ilişkilendiriyorsunuz.
Evet, makalede vurguladığım noktalardan biri, dünyada altın fiyatlarının sürekli artmasının da gösterdiği gibi mevcut dünya ekonomisine güvenin kalmadığıdır. Biliyorsunuz, 50-60 yıldan beri Amerikan hükümeti hazinesinde para karşılığı altın bulundurmadan dolar basıyor ve bu dolarları dünyaya dağıtarak hüküm sürüyor. Anca buna rağmen bugünkü Amerikan hükümetinin borcu 38 trilyon dolar civarında ve borcun faizini ödemek dahi büyük bir külfet. Diğer hükümetler de üç aşağı beş yukarı aynı durumda. Oysa daha 20 yıl önce dünyada “borç batağında kıvranan ülkeler” diye bir kategori vardı ve 15-20 ülke bu batakta kıvranırdı. Şimdi nerdeyse herkes batakta ve ironik olarak bu borç batağının dışında kalan sadece 15-20 ülke var.
Dünya ekonomik sistemine güven duyulmaması onun hegemonik gücüne de artık güven duyulmaması demektir ve bu orta ve uzun vadede sürdürülebilir bir durum değildir. Bir hegemonik sistem ekonomik ve siyasi güveni sağlayamıyorsa onun zamanı dolmuş demektir. Bu sistem sahneden inerken yerine yenisi gelecektir ki için bulunduğumuz ve en keskin kırılmalarını Ortadoğu’da tecrübe ettiğimiz kaos dönemi budur.
Bu sistem değişimini -ki genellikle büyük yıkımlarla gerçekleşir- kazasız belasız atlatabilmek bugün Kürtlerin de Türklerin de çıkarınadır.
*Peki, kaos dönemleri aynı zamanda birer fırsat dönemi olarak da değerlendirilemez mi?
Evet, ama her zaman değil. Düşünün, büyük bir deprem oluyor, etraftaki binaların hepsi yıkılıyor ama sizinki yıkılmıyor. Canınızı kurtarıyorsunuz ama eviniz artık yaşanabilecek bir yer değil. Dahası içeriye girip eşyalarınızı da alamıyorsunuz zira her an çökme riski var. Elinizde ne kalır: Devasa bir yoklukta yaşam savaşı. Buna fırsat demek ne kadar mümkün, bilemiyorum. Belki de sizin için felaket olan şey başkaları için bir fırsattır. Yıkılan evlerinizin yerine yenilerini yapıp yüksek kârlar elde edebilirler!
Ama siz depremden önce tedbir alıp sağlam binalar inşa etmişseniz, büyük bir deprem anında zarar görseniz dahi bu zarar etrafla kıyaslandığında küçük, katlanılabilir bir zarar olur.
Bugün Türkiye’nin durduğu eşik budur. Bir depremin geleceği aşikâr iken binaları, evleri sağlamlaştırıp tedbir almak mı yoksa alt kattaki Kürtler ölsün diye kendi ölümünü de hazırlamak mı? Bu konuda henüz kesin bir karar verilememiş gibi görünüyor.
*Makalenizde 2015-2023 yılları arasındaki dönemi bir çöküş dönemi olarak tanımlıyorsunuz ve klasik anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin 2015-2016 yıllında sona erdiğini, 2023 yılında da bunun açık hale geldiğini iddia ediyorsunuz. Öte yandan, bir devlet çöktüyse, hatta sona erdiyse nasıl fark edilmedi bu?
Şimdi bizde insana özgü bir algılama mekanizması vardır. Biz devletlerin çöküşünü de binaların çöküşü gibi algılamaya meyilliyizdir. Bir devlet çöktüğünde hayat her yerde birden durur, çöküş gözle görülür bir şekilde ve ani olarak gerçekleşir sanıyoruz. Oysa tarihte gözle görülebilecek, bir ülkenin tamamını aynı anda aynı oranda etkileyen bir çöküş yoktur. Devletlerin çöküşü inşaatların, binaların çöküşünden farklı olur. Önce içten içe çürürler, kurumlar işlemez hale gelir, kanunlar ve kurallar yönetici elitler için bağlayıcı olmaktan çıkar; bunu hisseden toplum da yavaş yavaş bu çürümeye uyum sağlar.
Bu şekilde çürüme hızlanır. Ama dışarıdan bakınca her şey normal işliyormuş gibi görünür. Ve zamanı geldiğinde, belli bir merkezde ani ve gözle görülebilir bir çöküş fark edilse bile bu her yerde aynı şekilde gerçekleşmez. Örneğin Bolşevikler Çarlık sarayını ele geçirip Romanovları kurşuna dizerken, diyelim ki Sibirya’daki demiryolu çalışanları devletin ne olacağını değil, kışlık yakacaklarının ne zaman geleceğini; Irkuts’taki memurlar Christmas nedeniyle ödenmesi beklenen ikramiyelerin ödenip ödenmeyeceğini düşünüyordu zira hayat oralarda olağan akışına devam ediyordu.
Hatta daha çarpıcı bir örnek vereyim. Berlin duvarı yıkıldığı zaman, duvar Bornholmer Straße civarında 9-10 Kasım 1989 gecesi yıkılıyorken, Doğu Almanya askerleri, örneğin Oberbaumbrücke ve diğer kontrol noktalarında rutin kontrol görevlerini yürütüyorlardı. Hatta duvarın diğer tarafta yıkıldığını duyduklarında bile görevlerine devam ettiler. Dahası, duvar bugün düşündüğümüz gibi 1 gecede yıkılmadı: 9-10 Kasım 1989’da başlayan bu süreç, sınır kontrolünün resmen kaldırıldığı 1 Temmuz 1990’da ancak tamamlanabildi. Aradaki süre neredeyse 10 aydır. Bizim bugünden bakıp Berlin duvarının yıkılması ve insanların duvar parçalarını hatıra olarak aldığı anla özdeşleştirdiğimiz çöküş 9-10 Kasım 1989 gecesine ait iken, Doğu Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin resmen yıkılmasının tarihi 3 Ekim 1990, yani o hafızamızdaki resimden tam 11 ay sonradır! Yani sandığımızın aksine çöküş -ki tarihsel düzlemde oldukça ani gelişen bir yıkımdı- önceki çürüme evresini hariç bıraksak bile 11 aya yayılan bir evrede gerçekleşti ki bu süre boyunca barlar açıktı, okullar devam ediyordu, devlet kurumları eskisi gibi çalışıyordu. Gündelik hayatın içinden bakınca devletin çöktüğünü fark etmek mümkün değildi.
O yüzden bugün, bildiğimiz anlamdaki klasik Türkiye Cumhuriyeti sona ermiştir, dediğimizde bunun kulağa tuhaf gelmesi normaldir. Oysa kapanan bir dönemin ardından bir geçiş evresindeyiz ve yeni bir rejim, yeni bir devlet kurulmaktadır. Bu yeni devletin daha iyi mi daha kötü mü olacağını belirleyecek olan da yönetici elitlerin Kürt meselesi konusunda alacakları tavırdır. Bu konuda da henüz bir fikir birliği oluşmadığını, ama bir tarafın Ortadoğu’daki fırtınayı göstererek ağır bastığını, mevcut çözüm sürecinin de böyle başladığını düşünüyorum.
*Yani birileri diğerlerine ölümü gösterip sıtmaya razı etti diyebilir miyiz?
Öyle de denebilir. Ama her zaman bu iki seçeneğin dışında ara seçeneklerin olduğunu da akılda tutmakta fayda vardır. Devlet dediğimiz şey hakikaten karmaşık bir mekanizmadır ki devlet başkanlığı, başbakanlık koltuklarında yıllarca oturup bu mekanizmanın yapısını tam olarak anlayamamış pek çok insan vardır.
*Peki, Erdoğan bu meselenin neresinde duruyor? Makalenizde ilginç benzetmeler yapıyorsunuz. Örneğin Erdoğan’ın kendisi dahil çoğu kişi Erdoğan ile Abdülhamid arasında bağlantılar kurarken siz onun Enver Paşa’yı taklit ettiğini söylüyorsunuz. Dahası, karakter olarak bu ikisinden daha çok Fransız Devriminin ilginç portrelerinden Joseph Fouché’ye benzetiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Şöyle formüle edeyim: Erdoğan söylemde Abdülhamid, pratikte Enver, karakterde Fouché’dir.
Söylemindeki yoğun Abdülhamid övgücülüğüne rağmen Erdoğan’ın asıl özendiği kişi Abdülhamid’i devirenler arasında yer alan Enver’dir. Abdülhamid’le tek benzerliği onun gibi reform vadederek iktidara gelip zaman içinde tam zıddına dönmesidir. Buna bir de yola beraber çıktığı arkadaşlarının hepsini tek tek harcamasını ekleyebiliriz.
Erdoğan’ı Enver’le buluşturan nokta güç karşısındaki konumudur. Gücü ele geçirmek ve kendini bununla var etmek, hatta zaman içinde güç zehirlenmesi yaşayarak emperyal hayallere kapılmak bakımından Erdoğan’ın izinden yürüdüğü kişi Enver Paşa’dır.
Ama onu herkesten ve her şeyden daha iyi açıklayabilecek, onunla birebir aynı davranış ve kişilik özelliklerini gösteren kişi, çevreden biri değil, Fransız devriminden bir portredir: Joseph Fouché. 1759’da doğup rahip-öğretmen olarak yetiştirilen Joseph Fouché dönemin ruhuna uyarak kısa zaman sonra hızlı bir “jakoben”, Roberspierre’nin önderlik ettiği “terreur” rejiminin en keskin uygulayıcılarından olmuştu.
İktidara gelmek ve orada kalabilmek için en yakınındakilerden en büyük hayallerine, herkese ve her şeye ihanet ederek yaşayan, geride bıraktığı herkes için tam bir hayal kırıklığı, yeni gittiği yerde alkışlarla karşılanan Fouché’yi biraz tanıyalım:
Bir insanın yaşadığı dönem boyunca (1759–1820) hâkim olan bütün rejimlerle aynı şekilde ve düzeyde bütünleşmesinin, hatta bizzat o rejim sahiplerinin bile rejimi uygulamada aşırı bulduğu biri olmasının; ama o rejimin değişeceğinin anlaşıldığı anda hemen yeni rejime yanlamasının ve o yeni rejimde de aynı “istikrarı” bir sonraki rejim değişikliğine kadar sürdürme “becerisinin” adıdır Joseph Fouché.
Bu nedenle Fouché’nin hayatını anlattığı kitabında kendisi için “siyasal zekânın vicdandan yoksun halinin vücut bulmuş şekli” diyen Stefan Zweig haksız değildir. Fouché için etik, ahlak, ideoloji, kişilik vs. önemli değildi. Önemli olan çıkarlarıydı ve çıkarlarını korumak için bir uçtan başka bir uca müthiş bir zamanlamayla geçmenin ustasıydı. Bu “yeteneği” sayesinde Fransız Devrimi’nin başından sonuna kadar, Napolyon’un ikinci dönemi ve düşüşü de dahil olmak üzere bütün rejim değişikliklerinde yönetici elit arasındaki yerini korumayı, devrilen her rejimin yöneticileri giyotine gönderilirken, onları yeni rejimin locasından izlemeyi başardı.
Bu haliyle tam bir hayatta kalma ustasıydı. Her duruma ayak uydurabiliyordu zira ihanet etmediği kimse yoktu. Devrik kral 14. Louis’yi giyotine gönderenler Jakobenler arasındaydı ama sonraki dönemde Kamu Güvenliği bakanlığını yaptığı Napolyon’un devrilmesine zemin hazırlayarak tekrar kurulan monarşide 15. Louis’nin bakanlığını bile yaptı.
Erdoğan, bugüne kadarki siyasi hayatında tam bir Fouché gibi davrandı. Çıkarları neyi gerektirdiyse onu yaptı. Yeri geldi, eski rejimi suçlayarak Dersim katliamı için özür diledi; yeri geldi, emrindeki polislere kadın da çocuk da olsa gereğini yapın, dedi. Her çalkantıyı kendi lehine çevirmeyi ustaca başardı. Her değişimi erkenden sezerek ona göre pozisyon aldı. Yalan söylemedi; yalanı bizzat vücuda getirdi.
SÜREÇ BAŞARILI OLURSA GÜNEY AFRİKA’YA BENZER BİR YOL İZLENECEK GİBİ
*Peki, çözüm süreci başarılı olursa Erdoğan’ın konumu ne olur?
Çözüm süreci başarılı olursa Güney Afrika’ya benzer bir yol izlenecek gibi görünüyor. Güney Afrika’da Apartheit rejimi tasfiye edilip yeni bir rejim kurulurken iki önemli aktör vardı: Mandela ve De Klerk. Türkiye’deki çözüm süreci başarılı olursa kuruluşta yer alan iki önemli aktör Öcalan ve Bahçeli olacaktır. Bu durumda da Erdoğan’a yer yok gibi görünüyor. Tam da bu nedenlerle Erdoğan’ın süreci sabote etme potansiyelinin büyük olduğunu düşünüyorum.
Ayriyeten, çözüm süreci başarılı olursa sadece Erdoğan’ın konumunun değil, bugün düşünülemeyen pek çok şeyin değiştiğini göreceğiz. Mesela anayasanın tamamen değiştirilmesi, devletin adının, hatta başkentinin değiştirilmesi gibi.
×KİMDİR?
Dr. Sayid Darati, sözlü kültür, kolektif hafıza ve geç Osmanlı-erken Cumhuriyet dönemi Kürt tarihi alanlarında çalışan bağımsız bir araştırmacı. 1973 yılında Diyarbakır’da doğdu, lisans eğitimini Dicle Üniversitesi’nde, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi’nde ve doktora eğitimini Göttingen Üniversitesi’nde tamamladı.



