Namık Kemal DİNÇ
ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918’de ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada, savaş sonunda kurulacak dünya düzenine dair on dört maddeden oluşan fikirlerini açıklar. Tarihe, Wilson Prensipleri olarak geçen bu fikirler, daha savaş resmen sonuçlanmadan tartışılmaya başlanır ve yeni dengelerin kurulmasında oldukça etkili olur.
Wilson Prensiplerinin on ikinci maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendirir. Buna göre: “Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır. Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir”[ii].
Maddede açıkça görüldüğü gibi Türk egemenliği, çoğunlukta bulunduğu yerlerde tartışmasız kabul edilmekte. Ancak İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan “yaşam güvenlikleri ve özerk gelişmeleri” sağlanacak denilen diğer ulusların hangileri olduğu belirtilmemekte. Yine kimin, nerede çoğunluk oluşturduğuna dair bir ibare de yok.
Wilson Prensiplerinin yayınlanmasının ardından Osmanlı basınında ve entelektüel camiada ciddi bir tartışma başlar. Almanya ve ittifaklarının savaşı kaybedeceğinin artık anlaşıldığı bir ortamda yürütülen tartışmalar, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından da devam eder.
Mütareke dönemine de uzanan bu tartışmalarda, savaşın muhasebesinin yapılması kadar, savaş sonrasında nasıl bir devlet, toplum ve siyasal sistem şekilleneceği tartışmaları yapılır. İttihatçıların savaş sırasındaki icraatlarına genel olarak yazarların mesafe koyduğu bu zaman aralığında, Osmanlı siyasal sistemi; vatandaşlıktan millet anlayışına, eğitimden dini yapılanmaya geniş bir çerçevede hem eleştiriye tabi tutulur hem de yeniye dair öneriler yapılır.
Anasır Üzerine Tartışmalar
Bu dönemin en hararetli tartışmalarından birisi de “anasır meselesi”dir[iii]. Yani Osmanlıyı bir araya getiren unsurların, mevcut sınırlar içerisinde kalanlarının akıbetleri ne olacak? Bir arada yaşamaları mümkün mü? Mümkünse nasıl bir birliktelik formüle edilmeli, hangi haklar tanınmalı, değilse nasıl bir çözüm bulunacak? Her hâlükârda yeni milletin ve devletin tanımı ne olacak?
Kişilerin önerdikleri millet ve devlet tanımlarının siyasal pozisyonlarıyla yakından alakalı olduğu anlaşılıyor. Osmanlı isminde ısrar edenlerin motivasyonu dini ve etnik açıdan farklı unsurları aynı devlet çatısı altında bir arada tutmak kaygısıdır. Türk isminde ısrar edenler ise çoğunlukla İttihatçı çizgiyi benimseyen siyasi bir geçmişten gelmekte olup, Türk etnisitesine dayalı bir devlet ve ulus inşa etme projesini devam ettirmek gayesindedir.
İttihatçı yönetimin 1913’ten itibaren resmi devlet politikası haline getirdiği Türkçülük siyaseti, dönemin aydınları arasında azımsanmayacak bir destek bulmuş ve iktidarın verdiği güç ve savaş koşullarının sağladığı imkânlarla uygulamaya koyulmuştur. Bu politika doğrultusunda Osmanlıcılık siyaseti “fiilen” tarihe karışmıştır. Yani farklı unsurlardan oluşan çoğul bir devlet yerine tek unsura [Türk] dayalı bir devlet öngörülmüştür.
1913 yılında basıldığı anlaşılan “Anadolu’da Türkiye Yaşayacak Mı? Yaşamayacak Mı?”[iv] başlıklı kitapta, yeni projenin mimarları dertlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Anadolu’da gayrimüslim unsurların, yani Rum ve Ermenilerin artık yaşamalarının mümkün olmadığını, ya seslerini çıkarmadan oturacaklarını ya da sürülüp atılacaklarını vazeden kitap; Müslüman unsurların, özellikle de Kürtlerin varlığını sürdürmesinin koşulunun ise asimile olmaktan geçeceğini çekincesiz bir şekilde yazmışlardır.
Kitap sadece bununla sınırlı kalmamış, yeni devletin isminin Osmanlı değil Türkiye olmasını, başkentinin İstanbul’dan Anadolu’ya taşınmasını, Arap dil ve edebiyatının Türkçe üzerindeki “tahakkümüne” son verilmesini ve benzeri, sunduğu birçok öneriyle İttihatçıların gelecek projesini ortaya koymuştur. Savaş sırasında İttihatçılar bu projeleri fiili olarak hayata geçirdikleri gibi teorik alt yapısı içinde hayli çalışma yapmışlardır[v]. Kürtleri, o zamanki tabirle temsil yani asimile etmek fikrini savunan ve yine İttihatçılar tarafından hazırlanan “Kürtler; Tarihi ve İçtimai Tedkikak” isimli kitabın 1918’de basıldığını hatırlatmak yeterli olmalı.
Müslüman unsurlar içerisinde İttihatçıların en çok kafa yordukları topluluk Kürtler olmuştur. Diğer toplulukların hem niceliksel olarak zayıf ve dağınık olması hem de çoğunlukla hariçten gelmeleri, bu yaklaşımın belirleyici nedenidir. Osmanlı basınında anasır tartışmalarını takip ederken iki husus gözden kaçırılmamalıdır: İlki, İttihatçıların savaş sırasında başta Ermeniler olmak üzere birçok unsura yönelik sürdürdüğü tehcir ve temizlik politikaları, ikincisi ise Wilson Prensipleri kapsamında anasırın hak talebinde bulunmasıdır.
Bu kapsamda, Kürtlerin Müslüman olması, belirli bir coğrafyada (Kürdistan’da) çoğunluğu oluşturması ve Ermeni taleplerinin de aynı coğrafya üzerine yoğunlaşması, mütareke döneminde Kürtlere yönelik siyasette değişime neden olmuştur. Özellikle İttihatçı Türkçülük çizgisini sürdüren kesimler Kürtleri tamamen dışlayan bir dil kullanmaktan kaçınmışlardır. Türkçü tezlerini örtük bir Müslümanlık üzerinden sunmaya gayret etmişlerdir.
Bunlarla bağlantılı olarak, dönemin basınında anasır tartışmalarına geçmeden iki hususun daha altını çizmek doğru olur kanaatindeyim. Öncelikle 1919-1923 arasındaki sürece öncülük eden kadrolar (başta Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Rauf Orbay olmak üzere) İttihatçı gelenekten gelmekte olup Türkçülük siyasetini benimsemişlerdir. Ancak “ara dönem” olarak tanımladığım bu süreçte, Kürt meselesinde Müslümanlık sözleşmesini öne çıkararak, Kürtlerin haklarını reddeden bir dil kullanmaktan itinayla uzak durmuşlardır. Yeri geldiğinde özerk gelişmelerinin sağlanacağı sözünü de vermişlerdir ama konjonktür projelerini uygulayabilecek hala geldiğinde, ona dönmekten geri kalmamışlardır.
Mütareke Basınında Anasır Meselesi
2 Eylül 1918’de, savaşın son günleri yaklaşırken İstanbul’da kurulan Yenigün Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi’dir. Mart 1920’de İstanbul’un işgalinin ardından gazetesini Anadolu’ya taşımış, 1924’te ise gazetesinin ismini Cumhuriyet olarak değiştirmiştir. Bugüne kadar gelen Cumhuriyet Gazetesi’nin temellerini böyle atan Yunus Nadi, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından biridir.
İttihatçı Türkçülüğün yılmaz savunucularından biri olan Yunus Nadi, anasır tartışmaları kapsamında yazdığı 22 Ocak 1919 tarihli yazısında, Ermeni ve Rumları iç düşman olarak tanımlarken, yeni millet ve devlet tanımının dışında tutar. Bu tarihte Anadolu’da bulunan Rum nüfusun bir buçuk milyon civarında olduğu ve yaklaşık on üç milyon olan genel nüfusun yüzde onuna tekabül ettiğini gözden ırak tutmamak gerekir. Makalesine “Türk Birliği”[vi] başlığını koyarak “Dâhilden ve hariçten gelen darbelerin tamamı bizim milli varlığımızı, Türk mevcudiyetini hedef eylemiş” der.
Dâhili düşman olarak Rum ve Ermenileri işaret ederken, Osmanlılığın Türklüğün gelişimine engel olduğunu ileri sürer. İçinden geçilen milliyetçilik çağında başta Rum ve Ermeniler olmak üzere, bütün Osmanlı unsurlarında milliyetçiliğin geliştiğini ama Türkler memleketin ekseriyetini oluşturmasına rağmen Türklüğün geri kaldığını iddia eder. Bu mağduriyet söylemi, bütün Türkçülerin başvurduğu temel argümanlardan biridir.
Yunus Nadi gibi Türk Birliği’ni savunanlar, İttihatçıların yürüttüğü “siyasal Türkçülüğü” ve savaş sırasındaki icraatlarını görmezden gelir. Osmanlılık siyasetini savunanların ise temel çıkış noktası burasıdır. Yani, İttihatçıların savaş sırasında yürüttüğü “Türkleştirme” politikalarıdır. Bu politikanın başta Rumlar ve Ermeniler olmak üzere diğer anasırı devletten ve Osmanlılıktan soğuttuğu ileri sürülmektedir.
Refi Cevat ve Ali Kemal gibi İstanbul basınının etkili kalemlerinin başını çektiği Osmanlılık siyaseti, eskiyi ihya üzerine kurulmuştur. İttihatçıları ve icraatlarını eleştirmekten öteye gitmez, çözümü İttihatçıların yönetimden el çektirilmesinde görür. “Bizim için yapılacak şey evvela bu serseri ellerin [İttihatçıların] şirazesinden çıkardıkları idare yolunu layık olduğu eski biçimine döndürmektir. Bu da Osmanlılık akımına geniş bir alan sunmakla olur”[vii].
Osmanlılık siyasetini savunan, içerisinde Ahmet Emin (Yalman) gibi “liberal” isimlerin bulunduğu bir diğer grup ise, ortak vatan ve bütün anasırın birlikte yaşamasından yana bir çizgiyi savunmaktadırlar. Osmanlı yönetimi altında birlikte yaşam önerilirken, Wilson Prensiplerinden hareketle azınlıkların toprak taleplerinin kimseye fayda sağlamayacağı fikrindedirler.
Bu çizgilerin her birinin kendi arasında katı yol ayrımlarının yanında kesişen noktaları olabilmektedir. Örneğin Ahmet Emin, Osmanlı isminin kullanılmasından yanadır ama gayri Müslim unsurlarla savaş sırasında yaşanan sorunlardan dolayı, çözüm önerileri Türkçülerin fikirlerine yakın durabilmektedir.
Osmanlılığı; milliyet-i amme, milliyet-i resmiye diyerek ırkın, lisanın, mezhep ve kavmin üstünde konumlandıran Ahmet Emin; Türklüğü, Rumluğu, Ermeniliği milliyet-i hususiye olarak tanımlar. Devletin modernleşmesini, yeni bir vatandaşlık bağı kurulmasını, bunun da teokratik değil siyasi bir mahiyette olmasını önerir. Bağlantılı olarak Ermeni meselesinde suçu olanların yargılanması, tehcir edilenlerin yurtlarına geri dönmesi, gasp edilen malların iade edilmesini savunur.
Ama yaşananlardan dolayı Ermenilerin ve Rumların devlete bağlılık ve müşterek menfaatlerde buluşmasının zor olacağını düşünmektedir. Buradan hareketle “Türkçülük ve Memleketçilik” makalesinde, kendini Osmanlıya bağlı hissetmeyen Ermenilerin, Ermenistan Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmak için davet edilmesini, Rumların da Yunanistan’daki Türklerle mübadele edilmesini önerir[viii].
Anasır Tartışmalarında Kürtler
Ahmet Emin’in bunları kaleme aldığı zamanda, Yunanlılar İzmir’i işgal etmiş, Rum ve Ermeni talepleri Müslüman kitleler nezdinde korkuya sebep olmuştur. İzmir’in işgalinin ardından Osmanlı şarkının da Ermenilere verileceği şayiası ciddi bir korku yaratmıştır. Bir taraftan bu tereddütler sürerken Müslüman unsurların hak talepleri de Osmanlı basınında tartışma konusu olmaya başlamıştır.
Rum ve Ermenilerin taleplerinin yarattığı bölünme-parçalanma korkusu Ahmet Emin örneğindeki gibi birlikte yaşama iradesine de darbe vururken, Müslüman unsurlar içerisinde en büyük topluluğu oluşturan Kürtlerin durumu da gündeme gelir. Bu gündeme gelişin bir ayağını Kürdistan Teali Cemiyeti’nin varlığı ve faaliyetleri oluştururken, diğer ayağını Kürtlerin yeni millet ve devlet tanımı içerisindeki yerinin ne olacağı olur.
Albayrak gibi gazetelerde Kürdistan Teali Cemiyeti’nin faaliyetleri ayrılıkçılık olarak değerlendirilir, Osmanlı’yı bölmek istediği söylenir. Özellikle Şerif Paşa’nın Paris Konferansı’na katılımı üzerinden ağır eleştiriler getirilir. Boğos Nubar Paşa ile imzaladığı protokol büyük tartışmalara sebep olur. Cemiyetin Başkanı Seyit Abdülkadir görevinden istifa eder ve sonrasında da Cemiyet ikiye ayrılır.
Seyit Abdülkadir’in başını çektiği ekip Osmanlı bütünlüğü içinde özerk bir Kürdistan arzularken, bağımsızlık isteyenler başka bir cemiyet kurarak yoluna devam etme kararı alırlar. Bizzat Seyit Abdülkadir “Bu zor zamanda din kardeşimiz olan Türkleri yalnız bırakmak doğru değildir” der ve bir arada yaşamaktan yana olduğunu ortaya koyar.
Bu dönemde, Kürtlerin Türklerle birlikte hareket etmesini ve Mustafa Kemal hareketine yakınlaşmasını sağlayan temel faktör ise Paris Barış Konferansı’nda Ermenistan tasarısının kabul edilmesidir. Kürdistan’ın bir kısmının Ermenistan olarak ayrılması, Kürdistan’ın parçalanıp bölünmesi Kürtlerin büyük tepkisine sebep olmuştur. Bu savın karşısında Misak-ı Milli temelinde birlikte hareket etmeyi kabul eden Kürtler, yüzlerini Ankara’ya dönmüştür.
Muhalif kimliğiyle tanınan, aynı zamanda Kürt olan avukat Lütfi Fikri, 1919 yılının sonlarına doğru yazdığı yazılarında “Kürtlerin Osmanlı Devleti’nden ayrılmaması” gerektiğini söyler. Kürtlüğün makul ve meşru milli taleplerinin tatmin edilmemesinin mümkün olmadığını belirtir[ix].
1919 yılının sonlarına doğru gelindiğinde Müslümanlık ortak paydasında birleşmenin, özellikle Rumluk ve Ermenilik karşısında birlikte hareket etmenin ağır basan eğilim olarak öne çıktığı görülmekte. Bu konjonktürde Müslümanlık örtüsü altında Türkçülük siyaseti güden çevrelerin varlığı da dikkat çekmekte.
Bunlardan biri de İfham Gazetesi çevresinde kümelenen yazarlardır. İfham; Ahmet Ferit (Tek), Mehmet Emin (Yurdakul), Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi gibi milliyetçi isimlerin kurucusu olduğu Milli Türk Fırkası’nın yayın organıdır. İsminde Türk ibaresini kullanan ilk fırka olarak 9 Aralık 1919’da İstanbul’da kurulan Mili Türk Fırkası, açıktan Türkçülük yapacaktır.
Etnik milliyetçiliğe kayan bir çizgide her şeyin Türk olması gerektiğini savunmaktadır. Ahmet Ferit Tek, “Anasır-ı Hıristaniye bir tarafa bırakıldıktan sonra bütün geri kalanlar bizce [Fırka’ca] Türk’tür” diye yazmıştır[x]. Buna karşı çıkan Ahmet Emin (Yalman) ise devleti bir Türk devleti olarak tanımlarsanız, milyonlarca Kürdün durumu ne olacak diye sorar:
“Sıfat- tabiyet (vatandaşlık sıfatı), bugüne kadar siyasi bir manayı haiz olmayan Türk kelimesiyle ifade edilecek olursa yüzbinlerce kıymetli Osmanlı tebaası, devlet çerçevesinin haricinde, adeta sınıf-ı tâbi (ikinci sınıf) mevkiinde kalacaktır. Sonra devlet bir Türk devleti olursa milyonlarca Kürt’ün her tarafta ayrı bir uzviyet teşkil etmesi lazım gelir”[xi].
Ahmet Emin’in yazısı Türkçüler tarafından büyük tepki çeker. Ali Canip Türk Dünyası dergisinde cevap verir: Osmanlı milletinin olamayacağını, zira bütün unsurların kendi milli gayeleri için çalıştığını, sadece biçare Türklerin buna inandığını belirtir. Ahmet Refik (Tek) ise yenilginin ardından bütün unsurların düşmana iltihak ettiğini, memleketçilik fikrinin sadece vatandaşlık temin ettiğini ama milleti meydana getirmediği iddia eder.
Amasya Protokollerinin imzalandığı günlerde sürdürülen bu tartışmada Ahmet Ferit (Tek) daha ileri giderek, savaş sırasında İttihatçıların icraatlarını görmezden gelip, Türk milliyetçiliğinin diğer milletlere saldırı amacı gütmediğini söyleyecektir. Gayrimüslim unsurları dışında tuttuklarında, mevcut sınırlar içerisinde önlerinde engel olarak duran Kürtlerin her türlü haklarının tanınacağını belirtmesi ise hayli dikkat çekicidir:
“Kürdistan hâkimiyet-i Osmaniye altında bırakılacak ise biz milliyetperverler, Kürtlerin yalnız tekâmülat-ı harsiyelerine (kültürel gelişmelerine) değil, hatta tekâmülat-ı idariye ve siyasiyelerine (idari ve siyasi gelişmelerine) de taraftar olacağız”[xii].
14 Kasım 1919’da bu satırları kaleme alan Ahmet Ferit (Tek), Cumhuriyetin ilanını takiben 30 Ekim 1923’te kurulan ilk hükümetin Dâhiliye Bakanı (İç İşleri Bakanı) olarak görev yapacaktır. Onun İç İşleri Bakanlığı döneminde kabul edilen 1924 Anayasası, milleti ve devleti “tek” başına Türklük üzerine bina edilirken, Kürtlerin payına inkâr politikaları düşecektir.
Bu dönemde Türkçülük siyaseti izleyen ve millet ismi olarak Türk de ısrar edenlerin, Kürtlerle ilgili söylemlerinde ciddi bir tutarsızlık ve riyakârlık göze çarpmaktadır. Türk’ü ve Türklüğü bütün unsurların üstünde tuttukları ve diğerlerini ona tabi olmak, mümkünse içinde erimek kaydıyla benimsedikleri anlaşılıyor. İttihatçı geleneği, dolayısıyla İttihatçı Türkçülüğü devam ettiren bu kesimler, sabık yönetimin icraatlarını eleştirmek yerine devam ettirmek gayesindedirler. Nihayetinde, Cumhuriyet politikalarına damga vuran bu kadro, “ara dönemin” sona ermesinin ardından, yeni devleti bu paradigma/proje doğrultusunda şekillendirmeye devam edecektir.
(Devam edecek)
Namık Kemal Dinç yazdı | Türklük, Kürtlük, Türkiyelilik- 1
[i]Değerlendirmeleriyle yazıya katkı sunan, değerli arkadaşım Alişan Akpınar’a teşekkür ederim.
[ii] İhsan Şerif Kaymaz, Wilson İlkeleri ve Liberal Emperyalizm, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 23, sy. 67-68-69 (Kasım 2007), sayfa 145-174.
[iii] Konuya dair iki çalışmayı özellikle meraklılarına öneririm: Nesim Şeker, Türklük ve Osmanlılık Arasında Birinci Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de “Milliyet” Arayışları ya da “Anasır Meselesi”, s. 157-174. İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der. Erık Jan Zürcher, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, (içinde). Kenan Özkan, Mütareke Döneminde “Milliyet” ve “Anasır” Kavramı Üzerine Tartışmalar, Belgi, Sayı 15 (Kış 2018/1), s. 694-727.
[iv] Prof. Cons Mol, Anadolu’da Türkiye Yaşayacak Mı? Yaşamayacak Mı?, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2008.
[v] Serhat Bozkurt, Bir Toplumsal Mühendislik Kurumu Olarak Aşair ve Muhacirun Müdürriyet-i Umumiyyesi, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Üniversitesi 2013.
[vi] “Türk Birliği”, Yenigün, 22 Kanunisani (Ocak) 1919, Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 160.
[vii] Refi Cevat, “Osmanlılık ve Mesuliyete Teşrik”, Alemdar, 18 Kanunisani (Ocak) 1919, Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 167.
[viii] “Türkçülük ve Memleketçilik II”, Vakit, 29 Kanunievvel (Aralık) 1919. Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 170.
[ix] Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 163.
[x] Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 171.
[xi] Ahmet Emin, “Siyasi Türkçülük”, Vakit, 23 Teşrinevvel (Ekim) 1919. Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 172.
[xii] Ahmet Ferit, “Niçin Tecavüze Uğruyoruz”, İfham, 14 Teşrinisani (Kasım) 1919, Aktaran Nesim Şeker, a.g.e., s. 173.