Zelal SADAK
İfade özgürlüğü, artık sağcısından solcusuna herkesin diline pelesenk olmuş; üstelik son zamanlarda ezilenin değil, egemenin en çok başvurduğu kavramlardan biri haline gelmiştir. Her politik krizde, her toplumsal sarsıntıda, her düşünsel itirazda bir tür meşruiyet kalkanı gibi öne sürülüyor. Oysa ifade de, özgürlük de, hakikat de hiçbir zaman tartışmasız olmamıştır. Bu yüzden ifade özgürlüğünü savunmak, sadece “konuşma” hakkını değil, hakikati dile getirme cesaretini de gerektirir.
Barışın inşası, cesaretin en çok sınandığı zamanlardır. Çünkü barış, yalnızca silahların susması değil, dillerin birbirini duymayı öğrenmesidir. Fakat işte tam burada, basının o devasa anlatı üretme gücüyle, sosyal medyanın algı ve hakikati çarpıtan mekanizmaları devreye girer. Kamuoyunun gözünü ve kulağını şekillendiren bu güç, barışın, anlamanın ve karşılıklı dinlemenin diliyle konuştuğunda toplumlar birbirine yaklaşır; ama iktidarın, milliyetçiliğin ve korkunun diliyle konuştuğunda, “ifade özgürlüğü” dediğimiz şey bir manipülasyon aracına dönüşür.
Bu manipülasyonun en sinsi biçimi, kendini “özgürlük” maskesiyle gizleyendir. Bugün dünyanın birçok yerinde, özellikle savaşların, çatışmaların ve etnik gerilimlerin ortasında, basının kullandığı ayrıştırıcı ve nefret yüklü söylemler “ifade özgürlüğü” adına savunuluyor. Oysa bu, özgürlük değil; şiddetin diliyle konuşmaktır. Türkiye’de bugün tanık olduğumuz şey de tam olarak budur. Bu nedenle ifade özgürlüğü kavramı, hakikatin değil, iktidarın hizmetine girdiğinde toplumsal diyalogun, birbirini anlamanın dili susturulur. Ve bu hakikat susturulduğunda, geriye kalan şey yalnızca gücün sesi olur. Bu noktada hakikatin politikadaki kırılganlığı çok belirginleşir ve bence bunun üzerine düşünmek gerekir; çünkü devreye girecek olan şey “yalanın kurumsallaşması” sürecidir.
Hannah Arendt, hakikatin politikada bir tür kırılganlık taşıdığını belirtir. Çünkü hakikat, güç karşısında çoğu kez korunmasız kalır; ama yine de etik-politik alanın ondan tamamen vazgeçmesi, yalanın kurumsallaşmasının sonucunu doğurur. Basın, hakikatin kırılganlığına karşı sorumluluk taşıması gereken bir kurumken — yani varlık amacı buyken — çoğu zaman yalanın kurumsal biçimini üretir halde karşımıza çıkar. Bu yalan, bazen doğrudan bir dezenformasyon değildir; hangi hikâyelerin görünür, hangilerinin görünmez ya da görünenin nasıl çarpıtılacağı üzerinden işler. Görünmez kılınan acılar, susturulan tanıklıklar, dışlanan sesler… Tüm bunlar da ifade özgürlüğünün alanına girer aslında, ama o alanın dışında bırakılırlar.
Tam da burada, toplumsal değişimin akıl, iletişim ve diyalog üzerine kurulabileceğini savunan Habermas’ı referans göstererek onun “kamusal alan” kavramını açmak gerektiğini düşünüyorum. Kamusal alan, farklı seslerin birbirini ikna etmeye çalıştığı bir diyalog alanıdır aslında. Ancak bu alanın işleyebilmesi için “rasyonel tartışma” kadar etik bir zemin de gerekir. Eğer bir basın kuruluşu, bir politikacı ve/veya bir gazeteci hakikati eğip bükerek belli bir grubun kimliğini, varlığını ya da barış talebini hedef alıyorsa, o noktada kamusal alanın değil, iktidarın ideolojik aygıtının parçası olur.
Bu parçaya dönüşen basın, politikacılar veya yayın organları artık “ifade özgürlüğünü savunduğunu söyleyen” kişi ve yapılar olmaktan çıkarlar. Çünkü ifade özgürlüğü, aslında hakikati ortaya koyma iddiasının yollarından biridir. Böyle bir durumda ifade özgürlüğü kendini gerçekleştiremez; çünkü ifade özgürlüğü yalnızca konuşma hakkı değil, başkalarının varlığını tanıma ve onların sesini duyabilme iradesidir — ve ayrıca cesaretidir. Samimiyetle dert edindiği şeyi konuşmasındaki ısrarın o derdi çözmek mi yoksa bulandırmak mı olduğu buradan ölçülür aslında.
İfade özgürlüğü, yalnızca bireyin kendi düşüncesini dile getirme hakkı değil, kamusal aklın oluşma sürecinin bir koşuludur. Yani toplum, hakikate ancak birbirini dinleyen, eleştiren, ikna etmeye çalışan bireylerin kamusal diyaloğuyla yaklaşabilir. Bu diyalog, Habermas’ın “iletişimsel eylem” adını verdiği bir süreçtir: bireylerin birbirini araçsallaştırmadan, bir sonuca zorlamadan, ortak bir anlam arayışı içinde konuşması.
Bu yüzden, basının dilini anlamak, sadece hangi bilgileri yayımladığını değil, nasıl bir iletişim biçimi kurduğunu da anlamak demektir. Habermas’ın deyimiyle, iletişimsel eylemin yerini “stratejik eylem” aldığında — yani konuşmanın amacı karşıyı ikna etmek değil, manipüle etmek olduğunda — kamusal alan çürür.
Çatışma çözümü ve barış süreçlerinde bu durum daha da kritik hale gelir. Çünkü barış, özünde bir iletişimsel eylem projesidir. Tarafların birbirini anlamaya, geçmişin acılarını dile getirmeye ve ortak bir gelecek kurmaya çalıştığı bir süreçtir. Bu süreçte basının görevi, taraflar arasındaki iletişimi kolaylaştırmak, toplumun empati kapasitesini genişletmek olmalıdır. Fakat basın bu iletişimi manipüle ettiğinde, barışın önündeki en görünmez ama en güçlü engel haline gelir.
Kolombiya’da 2012–2016 yılları arasında yürütülen FARC barış görüşmeleri sürecinde bazı bağımsız medya kuruluşları, devlet ve gerilla temsilcilerinin açıklamalarını dengeli biçimde yayımlayarak toplumun kutuplaşmasını azaltmaya çalışmıştı. Bu dönemde basın, hükümetin ya da bir grubun sesi olmaktan çok, toplumsal diyalogun sesi haline gelmişti. Bu örnekle ifade özgürlüğü, manipülasyonun değil, anlamanın diliyle birleştiğinde; barışın bir inşa süreci olarak toplumsal zeminde mümkün kılınabileceğini göstermişti.
Habermas, “kamusal alanın yeniden sömürgeleştirilmesi”nden söz eder. Bu, iktidar ve piyasa güçlerinin kamusal tartışma alanına sızarak yurttaşların ortak aklını kendi çıkarlarına tabi kılması anlamına gelir. Bugün medyada gördüğümüz “barış karşıtı dil” tam da bu sömürgeleştirmenin sonucudur. Çünkü iktidarlar barışın dilini tehlikeli bulur; o dil sorgular, onarır, dönüştürür. Savaşın, çatışmanın dili ise daha kolaydır: korku üretir, aidiyetleri keskinleştirir, diğer tüm farklılıkları reddeder; düşünmeyi değil, hizalanmayı ister.
Bu noktada Habermas’ın kamusal alan fikri, basına bir etik sorumluluk yükler: Basın, yurttaşların birbirini duymasını sağlayan bir köprü olmalı; bir grubun diğerini susturmasının aracı değil. Gerçek ifade özgürlüğü, ancak bu köprü ayakta kaldığında mümkündür.
Barışın dili, iletişimsel aklın dilidir: konuşan ve dinleyen, itiraz eden ama yok etmeyen, eleştiren ama dışlamayan bir dil. Bu dilin varlığı, demokrasinin nefesidir. Barış inşası bu yüzden bir “hakikat inşası”dır da. Hakikatin çarpıtıldığı, dillerin zehirlendiği yerde barış, soyut bir kelimeden öteye geçemez. Ve bunu böyle bilen birçok basın-yayın organı, gazeteci ve siyasetçi, barışın soyut bir kavramdan çıkıp somut bir hâl almasını istemediği için hakikati bulandırmayı bir görev haline getirmiş durumdalar.
Faşizan basın dili, toplumların korkularını diri tutar; “biz”i “onlar”a karşı tanımlar, “bizim acımızı” kutsarken “onların acısını” önemsizleştirir. Bu dil, yalnızca politik değil, ontolojik bir bölünme yaratır: Kim insan sayılır, kim sayılmaz? Kimin ölümü haberdir, kimin ölümü sessizliktir? Kimin sesi duyulmalıdır, kimin sesi duyurulmamalıdır? Kimin kimliği en üstündür, kimin öteki kimliktir? Bu sorularla bölünme derinleştirilmiş olur.
Bugün ifade özgürlüğü adına savunulan birçok basın-yayın organı ve politikacı aslında barışa karşı bir savaş yürütüyor. Çünkü hakikatin tarafsızlığını değil, nefretin meşruiyetini yayıyorlar. Bu noktada “özgürlük” söylemi bir maskeye dönüşüyor: özgürlük artık özgürlük değil; güç ilişkilerini meşrulaştıran bir retorik haline geliyor.
Foucault, iktidarın sadece zorla değil, söylemle de işlediğini ve bundan güçlendiğini belirtir. Söylem, toplumsal bilinçte neyin makul, neyin meşru, neyin “ifade edilebilir” olduğunu belirler. Böylece barış talebi bile “terörle ilişkilendirilmiş bir söylem” olarak kriminalize edilirken, savaş ve nefret çığırtkanlığı ifade özgürlüğü sayılabiliyor.
Örneğin, Türkiye’de son dönemde bazı siyasetçiler barış ve diyalog çağrısı yaptığında yoğun saldırılara maruz kalırken, savaş yanlısı ve kutuplaştırıcı söylemler çoğu zaman tartışmasız kabul edilebiliyor. Ve bunu birçok basın-yayın organı “ifade özgürlüğü” olarak tanımlayarak, “İfade özgürlüğümüze müdahale ediyorlar” diyerek linç dilini kullanabiliyor.
Barışın ve yapıcı diyaloğun sağlanması durumunda, bu tür kutuplaştırıcı ve şiddeti körükleyen söylemlerin toplumsal meşruiyeti de azalacaktır; çünkü ölüm ve acı üzerinden yükselen söylemler, barış ve toplumsal uzlaşı ortamında sürdürülemez hale gelir, varlık amaçlarını kaybederler.
Bu kişiler ve onların basın-yayın organlarında gördüğümüz “barış karşıtı dil”, tam da bu sömürgeleştirmenin ürünüdür. Çünkü onlar barışın dilini tehlikeli bulur; o dil sorgular, onarır, dönüştürür. Savaşın ve nefretin dili ise daha kolaydır: korku üretir, aidiyetleri keskinleştirir, düşünmeyi değil hizalanmayı dayatır. Ve tabii, varlık sebepleridir. Yoklukları da bu dil onarıldıkça olacaktır.
Barış, yalnızca politik bir hedef değil, etik bir yönelimdir. O yönelim, dili dönüştürmekle başlar. Çünkü savaş önce kelimelerde başlar, sonra silahlara dönüşür. Basının kullandığı her kelime bir yön çizer: ya birbirine yaklaşan halkların arasında bir köprü olur ya da aralarına duvar örer. Bunun, sorumluluk ve asli görevlerinin — dahası varlık amaçlarının — bu olduğunu bilmeleri veya yurttaşlar tarafından hatırlatılması gerekir.
Bugün barış yeniden konuşulacaksa, önce o onaran diyalogun dilini hatırlamak gerekir. Bunu hatırlatanlar linç edilip hızla susturulmaya ve kriminalize edilmeye çalışılıyorsa, bunu yapanlara bakmak gereklidir. Çünkü onlar, yıllarca hangi zehirli dilden, hangi acı ve ölümlerden beslenip obeze dönmüş durumdalar.
İfade özgürlüğü, hakikatin yanında durma özgürlüğüdür. Bir gazeteci, bir yazar ya da bir yayın organı ifade özgürlüğünü savunduğunu söylerken, aslında hangi hakikatin tarafında durduğunu da açıklamış olur. Çünkü sessizlik bile bir tutumdur. Ve her tutum, barışın ya da şiddetin, çatışmanın, savaşın tarafında olabilir.
Bu yüzden barışın diliyle konuşmak politik bir eylemdir. Basının “tarafsızlık” kisvesi altında şiddeti meşrulaştıran diller üretmesi, aslında hakikate karşı taraf tutmak anlamına gelir. Tarafsızlık, hakikatin yokluğunda masum değildir. Gerçek ifade özgürlüğü, güçlü olanın değil, susturulanın sesini duyurabilme özgürlüğüdür.
Basının kullandığı her kelime bir yön çizer: ya birbirine yaklaşan halkların arasında bir köprü olur ya da aralarına duvar örer. Sonuçta ifade özgürlüğü bir hak olduğu kadar bir sorumluluktur da. Bu sorumluluk, hakikatin yanında durmayı gerektirir; çünkü hakikatsiz bir ifade sadece gürültüdür. Ve gürültü, anlamanın, barışmanın düşmanıdır.
Yüzleşmek, anlamak ve barışmak ise ancak seslerin birbirine dokunabildiği, kelimelerin nefret değil umut taşıdığı yerde mümkündür.