Ercan Jan AKTAŞ
16 Mayıs 1916 yılında Birleşik Krallık ve Fransa arasında imzalanan, sonrasında Rusya ve İtalya tarafından onaylanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması durumunda karşılıklı olarak kabul edilen etki ve kontrol alanlarını tanımlayan gizli Sykes-Picot Anlaşması’ndan bir asır sonra Ortadoğu sınırları üzerindeki çalışmalar son halini almak üzeredir. Bu kez temel aktörler olarak, bir asır önce olduğu gibi İngiltere belirleyici konumunu sürdürürken yanında iki aktör olarak ABD ve İsrail’i de görmekteyiz. Rusya kısmen tablonun dışında dururken Fransa ve Almanya da bir şekilde sürecin içinde olmaya çalışıyorlar.
Bir asır sonra sınırlar yeniden revize edilirken artık Ortadoğu’nun iki temel aktörü daha var, İsrail devleti ve Kürtler. I. Dünya Savaşı devam ederken imzalanan Sykes-Picot ve savaşın sonrasında imzalanan Sevr Antlaşması’nı bir şekilde Kürtleri -Koçgiri ve Dersim Kürtleri hariç- de yanına alarak kendi lehine dönüştürmeyi başaran, sonrasında 1923 Lozan Antlaşması ile Kürtleri sahne dışına iten Türk devlet aklı tekçi/militer kodlar üzerinden homojen bir ulus- devlet inşa etmeye çalıştı. Ancak bir asır sonra görüyoruz ki, o proje tutmadı.
Cumhuriyet’in 29 Ekim 1923’te ilanı, görünürde modernleşmenin, egemenliğin ve halk iradesinin zaferi olarak sunulsa da, bu yeni rejimin kurucu tahayyülünde “halk” homojen bir bütün olarak tanımlanmıştı. Cumhuriyet, Osmanlı’nın çok-etnili, çok-dinli yapısından kopuşu bir ilerleme olarak görürken, bu kopuşun bedelini etnik ve kültürel çoğulluğu dışlayarak ödedi. Yeni ulus-devlet, Türk kimliğini merkeze alıp bütün diğer kimlikleri bu merkeze eklemlenmeye zorladı. Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler ve diğer halklar, “ulus”un kurucu öznesi olarak değil, Cumhuriyet tarafından kendilerine biçilen ‘yok olma’yı çeşitli şekillerde gerçekleştirerek “Türkleşmesi gereken unsurlar” olarak konumlandırıldı. Bu, yalnızca bir kimlik politikası değil; aynı zamanda kültürel, dilsel ve coğrafi bir mühendislik projesiydi.
Bu süreçte Cumhuriyet, milliyetçiliği militarist politikaları ile bir tür devlet dini hâline getirerek, Kürtlerin varlığını “tehdit” olarak kodladı. 1924 Anayasası’yla “Türkiye halkı” tanımı yerini “Türk milleti”ne bırakırken, Kürtlerin politik özne olma ihtimali tamamen reddedildi. Takrir-i Sükûn Yasası, Şark Islahat Planı, Mecburi İskân Kanunu gibi uygulamalarla Kürt coğrafyası hem idari hem kültürel olarak yeniden şekillendirildi. Böylece Cumhuriyet’in kuruluşu, sadece bir devletin doğuşu değil, aynı zamanda bir halkın sistematik biçimde ulus dışına itilişi anlamına geldi. Bu dışlama, ilerleyen on yıllarda isyanlar, bastırmalar, sürgünler ve inkâr politikalarıyla derinleşecek, Türkiye’deki “birlikte yaşam” fikrinin zeminini daha en baştan yok etmişti.
Cumhuriyet’in Kuruluşu ve Kürtlerin Ulus Dışı Bırakılışı
“Türk devlet aklı ile bu kez gerçek bir Kürt ve Türk ortaklığı kurulabilir mi?” sorusuna tam da bir asır öncesinde, birlikte kaybettiğimiz Koçgiri’den itibaren yeniden düşünmek gerekiyor. 20. yüzyılın başında bölgede dengeler değişirken, I. Dünya Savaşı’ndan sonra sınırlar yeniden çizilirken Koçgiri ileri gelenleri bütün bu gelişmeleri yakından izlemekte, hem yerelde hem de uluslararası diplomasi çalışmaları yürütmektedirler. Mondros görüşmeleri yapılırken İstanbul Hükümeti ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile özerklik antlaşmaları imzalarlar. Çünkü Mondros Antlaşmalarına dayalı Wilson Prensipleri’nden 12. Maddesi, o günkü Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan bütün halkların ‘Yerel Özerklik Şartı’ ile kendilerini yönetme haklarının olduğunu bilirler. Wilson Prensipleri’nin 12. maddesi Osmanlı topraklarında yaşayan Türk olmayan unsurları da ilgilendiriyordu.
Bu madde şu şekilde düzenlendi: “Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır.” Kürt Teali Cemiyeti bu maddeye dayanarak programlarını oluşturarak İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti aracılığı ile Osmanlı yönetiminden yerel özerklik talep ederler; ‘bizi tanıyın, coğrafyamızı Kürdistan olarak kabul edin, bizim bu topraklarda kendimizi yönetme hakkını kabul edin’ diyerek siyasi statülerini talep ederler. Bu taleplerin karşılanması durumunda Kürtler ile Türklerin kaderlerinin ortaklaşabileceğini söylerler. Bizleri ve haklarımızı tanıyın, ancak o şekilde barış mümkün olur diyorlar. Kürt Teali Cemiyeti 22 Aralık 1918 tarihinde Hürriyet ve İtilaf Partisi’yle imparatorluğa bağlı özerk bir Kürdistan’ın kurulması konusunda anlaşmışlardı.
İstanbul Hükümeti ile yürütülen bu görüşmeler daha sonra Mustafa Kemal yönetimindeki Ankara Hükümeti ile de devam eder. Bu arada uluslararası diplomasi çalışmaları devam eder. I. Dünya Savaşı’nın ardından savaşın galip devletleri tarafından organize edilen ve 18 Ocak 1919 tarihinde başlayan Paris Barış Konferansı’na mektuplar yazarlar. Kürt Teali Cemiyeti’nden doğru Paris Barış Konferansı’na katılan Şerif Paşa’nın kendilerini temsil ettiğini ifade ederler. Paris Konferansı ile başlayan süreç Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ile son bulur.
Paris Barış Konferansı’nda Kürtler Şerif Paşa ile Osmanlı’nın dağılmasının ardından Kürtlerin kendi topraklarında bağımsız veya özerk bir yönetim kurmalarını sağlamak amacıyla katılmıştır. Kürt liderler, özellikle Şerif Paşa önderliğinde, Osmanlı’dan ayrılan bir Kürdistan devletinin kurulmasını istemiştir. Kürtler, konferansta aynı zamanda bağımsız bir Ermenistan kurulmasını isteyen Ermeni delegeleriyle de müzakere etmişlerdir. Kürt lideri Şerif Paşa, Ermeni lider Boghos Nubar Paşa ile Kürt-Ermeni Antlaşmasını imzalayarak Doğu Anadolu’da Ermenilerle barışçıl bir çözüm arayışına girmiştir. Ancak bu görüşmeler ve Bogos Nubar Paşa ile Şerif Paşa arasında yapılan anlaşmaya İslami Kürt çevreleri olumlu yaklaşmazlar.
Bu süreçten sonra Ankara Hükümeti, Sevr Antlaşması üzerinden Kürtlere; “Anlaşma hayat geçerse Ermenilerden el konulan mülkler kendilerine geri verilecek, Ermeniler terk etmek zorunda kaldıkları topraklara geri dönecekler ve siz Kürtler de bizimle birlikte kaybedeceksiniz” propagandaları yapılmaya başlar. Bu propaganda Kürtlerin önemli bir kesimi üzerinde etkili olur. Ankara Hükumeti’nin oyunlarına gelen Kürtlerin içine girdikleri durumdan Kürtlerden doğru desteğini yitiren Şerif Paşa Paris Barış Konferansı’nda çekilmek durumunda kalır.
Kürtler, ümmet/İslam kardeşliği üzerindeki bir ortaklıktan ziyade varlıklarını ve özerkliklerini sürdürebilecekleri bir yapılanmanın yasal karşılığını görmek isterler. Devlet aynı olsa da siyasal rejimin yeniden yapılanması da kaçınılmaz görünmektedir. İşte Koçgirililerin sürece dahil olması bu dönemde söz konusu olacaktır. Koçgirililer siyasal rejimin yeniden kurulması sürecine kendi kimlik ve inançlarıyla, kendi kendini yönetme talebiyle katılmak istemektedir.
Bu dönemde yani 1920-21’de Meclis’te yeni anayasa yapma süreci vardır. Burada illerin özel yönetilmesini içeren maddeler de vardır. Ancak bunlar gözetilmeden pratikte başka bir seyir üzerinden yol almaya devam ederler. Anadolu ve Mezopotamya’nın çok kimlik ve kültürlerini içeren bir siyasal yapılanma yerine ‘tek’lik üzerinden bir yapılanmaya doğru yol alıyorlar. Harcı islamiyet olan bu yapılanma içinde Alevi, Kızılbaş Kürtler yoktur, zira bunlar zaten Müslüman inancının temel unsurları olarak görülmezler. Koçgiri katliamını komuta eden Merkez Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın hazırladığı bir raporda;” Bunların İslamla alakaları yoktur, bölgede bir cami yoktur, kimse namaz bilmez, oruç bilmez, bunlar bir anlamda kafirdirler” ifadeleri bu gerçekliği göstermektedir.
TBMM kendi değerlendirmesinde Koçgiri katliamına dair; “Halk egemenliğine dayalı manzumei milliyemize karşı girişilmiş bir cinayettir,” der. O gün bu coğrafyadaki farklı inançlar, etnik kimlikler tanınarak ve de hakları kabul edilerek bir yol yürünmüş olsaydı bugün başka bir ülkede yaşıyor oluyorduk. Tarihçi Gültekin Uçar’a göre, Koçgiri tam da bunda direnen, bunu savunan, buna yasal güvence isteyen tek grup oluyor. Aslında 1921 Anayasası da buna uygundur. Koçgiri Katliamı ile sisteme dayanabilecek, direnebilecek bir güç kalmadığı için 29 Ekim 1923 Cumhuriyet’in ilanından sonra de bu anayasa 1924’te başka bir anayasa ile yer değiştirir.
Koçgiri’den bugüne geçen bir asır, aslında Kürtlerin ve Türkiye’nin kaderini belirleyen temel kırılmaların tarihidir. 1921 Anayasası’nın çoğulcu ruhu, Koçgiri’nin özerklik talebinde cisimleşen yerel demokrasi fikriyle buluşamadığı için, Cumhuriyet erken döneminde otoriter bir ulus-devlet modeline evrildi. O günden sonra Kürtlerin siyasal özne olarak tanınma çabaları bastırma, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla karşılaştı. Ancak tarihsel süreklilik içinde bu bastırılmış özne, farklı biçimlerde yeniden görünürlük kazandı. Bugün 1 Ekim 2024 sonrasında yaşanan gelişmeler, bir yönüyle Koçgiri’nin yarım kalan yerel özyönetim idealinin, başka bir düzlemde yeniden hatırlanmasıdır. Öcalan’ın önderliğinde şekillenen demokratik ulus paradigması, tam da bu tarihsel kopuşun onarılmasına, devletin merkeziyetçi yapısına karşı çoğulcu ve katılımcı bir modelin inşasına yönelik bir çağrı niteliği taşımaktadır.
Değişen Ortadoğu ve Türkiye’nin Yeni Denge Arayışı
1 Ekim 2024’ten bugüne, devlet tarafından itina ile adı konulmayan ‘süreç’te Abdullah Öcalan’ın önderliğinde Kürt Özgürlük Hareketi, çözüm sürecini yalnızca bir siyasal müzakere olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir yeniden inşa projesi olarak ele aldı. Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği mesajlarda öne çıkan temel vurgu, “demokratik ulus” paradigmasının pratikleşmesi oldu. Bu çerçevede hareket,hem parti olarak kendisini hem de silahlı mücadelesini sonlandırarak toplumsal örgütlenmeyi, yerel meclisleri, kadın özgürlük hareketini ve ekolojik yaşam ağlarını güçlendirmeye yöneldi.
Bu bağlamda PKK’nin 12. Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda, demokratik entegrasyona çağrı yaparak geliştirmek istediği modelinin Türkiye sınırları içinde barışçıl yollarla kurumsallaştırılması için bütün kurumları ile yoğun bir çalışma içinde. Aynı dönemde Avrupa’da ve Ortadoğu’da kurulan diplomatik temaslar, Kürt Özgürlük Hareketi’nin hem uluslararası meşruiyetini artırdı hem de çözüm sürecinin yalnızca Türkiye’nin iç meselesi olmadığını, bölgesel barışın temel bileşeni olduğunu gösterdi.
Bu süreçte hareket, toplumsal tabanını yeniden örgütleyerek Kürt halkı ile Türkiye’nin demokratik kesimleri arasında yeni bir barış dili inşa etmeye çalışıyor. Öcalan’ın “çözümün anahtarı diyalogdadır” yönündeki stratejik hattı doğrultusunda, hareket Türkiye devletine karşı doğrudan çatışma yerine diyalog, hukuk ve siyaset kanallarını zorlamayı tercih etti. Ancak bu süreç, devletin zaman zaman artan baskı politikaları ve iletişim kanallarının kapatılmasıyla kesintilere uğrasa da, Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış stratejisi artık sadece Kürtlerin değil, Türkiye toplumunun demokratik geleceğini de içine alan geniş bir toplumsal dönüşüm projesi olarak varlığını sürdürmektedir.
Bir asırlık Cumhuriyet, 1 Ekim 2024 tarihinde değişen Ortadoğu dengeleri içinde, Kürtlerle yeni bir siyasal sürecin kapısını aralamasının iki sebebi var. Bu gelişmenin uluslararası sebepleri, esas olarak bölgedeki güç dağılımının yeniden şekillenmesiyle ilgilidir. ABD’nin Afganistan ve Irak’taki uzun savaşlardan sonra bölgedeki askerî ağırlığını kademeli olarak azaltması, İsrail’in güvenlik eksenli dış politikasını Kürt bölgesiyle uyumlu hale getirme çabaları ve Avrupa Birliği’nin “istikrarlı sınırlar” arayışı, Kürt aktörleri yeniden stratejik bir pozisyona taşıdı. Ayrıca Suriye ve Irak’taki de facto Kürt özerklik alanlarının kalıcılığı, Kürtlerin yalnızca yerel değil, bölgesel düzeyde de politik özne olarak tanınmasını sağladı. Bu uluslararası konjonktür, Türkiye’yi uzun süredir ertelediği Kürt meselesine dair yeni bir tutum almaya zorladı; zira bölgesel denklemde Kürtleri tamamen dışlayan bir strateji artık sürdürülebilir değildi.
Ulusal düzlemde ise, Cumhuriyet’in yeni yüzyılına girdikten sonra da derinleşen iktidar krizi, ekonomik çöküş, demokratik kurumların zayıflaması ve toplumsal kutuplaşmanın sınır noktasına ulaşması, yeni bir “barış ve müzakere” arayışını kaçınılmaz hale getirdi. Kürtlerle kurulacak yeni bir diyalog, hem iç siyasette meşruiyet tazelemenin hem de dış politikada manevra alanı kazanmanın aracı olarak görüldü. Ancak bu kez mesele yalnızca silahların susması değildi; enregrasyon yasaları ile birlikte köklü demokratik dönüşüm, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kültürel hakların tanınması ve yeni bir anayasal düzenin inşası gibi köklü taleplerin masaya gelmesiyle süreç çok daha toplumsal bir karakter kazandı. Böylece Türkiye, yüz yıl önce reddettiği çokluk fikriyle yeniden yüzleşmeye başladı — bu kez hem kendi içsel zorunluluklarının hem de bölgesel gerçekliklerin baskısıyla.
Tarihsel Süreklilikten Demokratik Geleceğe
Yüzyılı aşan bu tarih, Kürtlerin ve Türklerin kaderlerinin birbirine hem en fazla temas ettiği hem de en derin biçimde ayrıştığı bir hikâyeyi anlatıyor. 1916 Sykes-Picot’tan 1923 Lozan’a, oradan 1 Ekim 2024 sürecine kadar uzanan bu hat, yalnızca sınırların, rejimlerin ve güç dengelerinin değişimi değil, aynı zamanda halkların kendi kaderini tayin etme arzusunun da kesintisiz biçimde bastırılıp yeniden doğuşunun tarihidir. Cumhuriyet’in ilk yüzyılı, Kürtlerin siyasal özne olarak tanınmadığı, kimliğin ve kültürün inkâr üzerinden yeniden tanımlandığı bir dönem olarak yaşandı. Ancak bu bastırılmış tarih, Koçgiri’den Rojava’ya uzanan bir hat boyunca yeniden konuşan, yeniden direnen bir toplumsal hafızayı inşa etti.
Bugün Öcalan’ın önderliğinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği “demokratik ulus” paradigması, bu uzun tarihsel sürekliliğin hem eleştirisini hem de alternatifini oluşturuyor. Bu paradigma, ulus-devletin tekçi, hiyerarşik ve merkeziyetçi mantığını aşarak, halkların çokluğuna dayalı yeni bir demokratik toplumsal sözleşmenin imkânını işaret ediyor. 1 Ekim 2024 süreci, yüz yıl önce yarım kalan bir ortaklığın, bu kez eşitlik, özgürlük ve karşılıklı tanınma temelinde yeniden kurulup kurulamayacağının tarihsel eşiğidir. Eğer Türkiye, bu kez Kürtlerle gerçek bir stratejik ortaklık kurmayı başarırsa, bu yalnızca bir etnik barış değil; Ortadoğu’da halkların ortak geleceğini belirleyecek yeni bir demokratik modernite inşasının başlangıcı olacaktır. Aksi takdirde tarih, bir kez daha kendi tekerrürünü yazacaktır — ama bu kez, halkların değil, devletlerin kaybedeceği bir tekerrür olacaktır.



