Ercan Jan AKTAŞ
İmtiyaz Kavramı : Sosyolojik Bir Çerçeve
1 Ekim 2024 tarihinde TBMM’nin açılışınde şimdiye kadar bütün siyasi hayatını Kürt Özgürlük Hereketi’ne karşıtlık üzerinden Kürt halkına düşmanlık ile geçiren MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına yürüyerek DEM Partililer ile tokalaşması ve sonrasında 22 Ekim 2024 tarihind kendi parti grup toplantısındaki konuşması ile devletin adına ‘Terörsüz Türkiye’, Kürt Özgürlük Hareketi’nin de ‘ Barış ve Demokratik Toplum’ Çağrısı adını koyduğu süreç bir yılını geride bırakmak üzere. Bir yılı bulacak bu sürecin en büyük engellerinden birisinin imtiyazlı beyaz Türkler olduğunu görmekteyiz.
Her ne kadar devlet geleneksel/militer kodları üzerinden bir okuma ve politik söylemler ile yol almak istese de, Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği barış, eşit yurttaşlık ve demokratik çözüm perspektifi, Türkiye’de imtiyazlı Türklerin tarihsel üstünlük konumunu sorgulatır bir hale getirdi. Çünkü bugüne kadar “Türklük” yalnızca bir etnik aidiyet değil, aynı zamanda bir ayrıcalıklı yurttaşlık statüsü olmuştur. Bu anlamıyla Kürtlerin eşit yurttaşlık talepleri, başta Kürtler olmak üzere bu coğrafyada yaşayan bütün halkların aleyhinde şekillenen Türklüğün norm olma özelliğini aşındırmaya başladı. Bu da imtiyazlı Türklerde, ayrıcalıklarını kaybetme korkusunu tetiklemeye başladı.
“İmtiyaz” kavramı, belirli bireylerin ya da grupların, diğerlerine kıyasla ayrıcalıklı konum elde etmesini ifade eder. Bu ayrıcalıklar ; siyasal, ekonomik, kültürel ya da sembolik alanlarda ortaya çıkabilir. İmtiyaz, sadece bireysel başarıların sonucu değil ; tarihsel, siyasal ve toplumsal süreçler içerisinde iktidar ilişkilerinin örgütlediği bir avantajlar toplamı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sosyolojide imtiyaz, özellikle eşitsizlik yapıları ile ilişkilidir. Max Weber, toplumsal tabakalaşmayı açıklarken yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda statü grupları ve meşruiyet kaynakları üzerinden dağılan ayrıcalıklara dikkat çeker. Dolayısıyla imtiyaz, yalnızca mülkiyet ilişkileriyle değil ; toplumsal prestij, saygınlık ve aidiyetlerle de üretilir.
Pierre Bourdieu, imtiyazları açıklamak için sermaye türleri (ekonomik, kültürel, sosyal ve sembolik) kavramını geliştirmiştir. Ona göre imtiyaz, bu sermayelerin eşitsiz dağılımı ve belirli grupların bu kaynakları sürekli yeniden üretmesi üzerinden işler. İmtiyazlı kesimler, eğitim kurumları, kültürel pratikler, dil ve gündelik yaşam normları aracılığıyla konumlarını doğal ve meşru göstermeye çalışırlar. Bu mekanizma, imtiyazı görünmez kılarak toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretir.
İmtiyaz aynı zamanda iktidar ile yakından bağlantılıdır. Michel Foucault’nun bilgi–iktidar ilişkisine yaptığı vurgu, imtiyazın yalnızca maddi avantajlarla değil, söylemsel üretimle de kurulduğunu gösterir. Hangi kimliklerin “merkez”te, hangilerinin “çevre”de konumlanacağı, hangi aidiyetlerin meşru, hangilerinin tehdit olarak görüleceği, imtiyazlı grupların kurduğu söylemler üzerinden şekillenir.
Dolayısıyla imtiyaz, basit bir ayrıcalık değil ; tarihsel süreçlerle, devlet politikalarıyla ve toplumsal normlarla iç içe geçmiş yapısal bir üstünlük ilişkisidir. Bu nedenle imtiyaz, yalnızca bireysel özneler üzerinden değil, kolektif kimlikler üzerinden incelenmelidir. “İmtiyazlı Türk” kavramı tam da bu bağlamda, Türklüğün Cumhuriyet’le birlikte kurumsallaşan siyasal, ekonomik ve kültürel üstünlüğünü tanımlamak için açıklayıcıdır.
Yeni Süreç ve Toplumsal Direnç
Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren “Türk” kimliği yalnızca bir etnik aidiyeti değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel bir imtiyaz konumunu ifade etmektedir. Bu bağlamda literatürde sıkça kullanılan “Beyaz Türk” kavramı, sosyolojik açıdan sadece belirli bir toplumsal kesimi değil, Türkiye’nin modernleşme deneyiminin ürettiği kültürel ve siyasal bir habitusu temsil etmektedir. Beyaz Türkler, modernleşme ideolojisinin taşıyıcıları olarak bu sermayeleri biriktirmiş, aynı zamanda Türklük imtiyazını gündelik yaşamın doğal normu haline getirmiştir.
Cumhuriyet’in ulus-devlet projesinde Türkleştirme politikaları, yalnızca devletin resmi ideolojik aygıtları aracılığıyla değil, toplumsal elitlerin taşıyıcılığıyla da pekiştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de klasik anlamda kendi dinamikleriyle özerk bir burjuvazi değil, devlete yaslanan ve onun desteğiyle şekillenen bir burjuva sınıfı oluşmuştur. Beyaz Türkler, bu devlet merkezli burjuvalaşma sürecinin hem siyasal ideolojisini taşıyan hem de ekonomik çıkarlarından faydalanan aktörleri olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de burjuvalaşma, devletin ulus-devlet projesinden bağımsız düşünülemez.
Ulus-devletin Türklüğü yurttaşlığın normu olarak belirlemesi, diğer tüm etnik kimliklerin bu norm etrafında eritilmesini amaçlamıştır. 1924 Anayasası’nda “Türk” kimliğinin tüm yurttaşlara atfedilmesi, Türklüğü ayrıcalıklı bir statüye dönüştürmüş ; Kürtlerin eşit yurttaşlık talepleri ise daha başından, 1921 Koçgiri İsyanı’ndan bu tarafa kriminalize edilmiştir. Kürt isyanlarının şiddetle bastırılması, bunların doğurduğu zorunlu göçler ve kültürel yasaklar bu sürecin siyasal ve toplumsal enstrümanları olmuştur. Böylece Türklüğün imtiyazı normalleştirilmiş, Kürtlerin eşitlenmesi ise sürekli bir tehdit olarak kodlanmıştır.
İmtiyazlı Türk kimliği, büyük ölçüde gayrimüslimlerin ve Kürtlerin ekonomik, kültürel ve siyasal tasfiyesi üzerinden inşa edilmiştir. Osmanlı’nın son döneminde ticaret ve sermayede etkin olan Ermeni, Rum ve Yahudilerin mülksüzleştirilmesi—1915 Soykırımı, 1923 Mübadeleleri, emvâl-i metruke uygulamaları, 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül pogromları—sermayenin zorla el değiştirmesine yol açmıştır. Benzer biçimde, Kürtlerde 1925 Şeyh Said İsyanı sonrası topraklara el konulması, 1937–38 Dersim Katliamı ve 1990’larda köy boşaltmaları, zorunlu göçler ve mülksüzleştirme politikalarıyla sonuçlanmıştır. Devlet, bu süreçlerle gayrimüslimlerin ve Kürtlerin ekonomik gücünü tasfiye ederek kendisine bağlı, Türk ve Müslüman unsurlardan oluşan bir “milli burjuvazi” yaratmıştır.
Bu bağlamda Beyaz Türk kimliği, Türkleştirmenin kültürel, politik, ekonomik ve sembolik düzeylerde en önemli taşıyıcısı haline gelmiştir. Beyaz Türkler, kendilerini “modern” ve “ilerici” olarak konumlandırırken, bu konumlanışın doğal uzantısı olarak Kürtleri ve diğer farklı etnik-dini kimlikleri “geri” ya da “uyum sağlaması gereken” ötekiler olarak görmüşlerdir. Bu dışlayıcı bakış, yalnızca ekonomik çıkarlarla değil, kültürel hiyerarşilerle de pekişmiştir. Eğitim kurumları, medya, sanat ve gündelik yaşam pratikleri üzerinden üretilen bu üstünlük dili, Türkleştirme sürecini devlet politikası olmaktan çıkarıp toplumsal hegemonyanın içselleştirilmiş bir unsuru haline getirmiştir.
Bir asırlık hiyalerinde adalet, eşitlik, özgürlük adına bir değer kuramayan, kendilerine atfedilen ‘modern ‘, ‘seküler’, ‘ilerici’ kavramların içini dolduramayan bu kesimlerin güncel olarak iki temel korkuları var. Birincisi ; devletin sunmuş olduğu bütün bu imtiyazlı alanlara rağmen değerler ve ilkeler adına topluma anlatabilecekleri bir hikayeleri yok ve hiçbir zaman olmadı. Oysa adeta kendisini yoktan var eden KÖH ekseninde örgütlenen Kürt halkının bugün dünya halklarına adalet, mücadele ve eşitlik adına anlattıkları muazaam bir direniş ve özgürleşme hikayeleri var. İkincisi ; Yurttaşlığı, devletin imkanları ile ekonomik imtiyazlarını kurmaktan gördüklerinden Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerini de bu imtiyazlarının kaybı olarak okumaktadırlar.
Demokratik Ulus Perspektifi : İmtiyazların Çözülmesi
Bugün yaşadıkları Kürtlerle eşitlenme korkusu, bu anlamıyla yalnızca devlet elitlerinin değil, geniş toplumsal kesimlerin bilinçaltına işlemiş durumdadır. Bu korku militarizmi, otoriterleşmeyi ve ırkçılığı da yeniden üretmektedir. Toplumsal barışın tesis edilebilmesi için bu korkunun kaynağını görünür kılmak ve imtiyazlı kimliklerin çözülmesini sağlamak gerekmektedir. Abdullah Öcalan’ın “demokratik ulus” yaklaşımı, imtiyazlı yurttaşlık yerine çoğulcu yurttaşlığı koyarak bu çözülmeye teorik ve pratik bir perspektif sunmaktadır.
Türkiye’de Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği barış girişimleri, geçmişten günümüze kadar yalnızca silahlı çatışmanın sonlanmasına yönelik değil, aynı zamanda toplumsal sözleşmenin yeniden inşasına dönük kapsamlı projeler olarak ortaya çıkmıştır. Bu girişimler, demokratik özerklik, eşit yurttaşlık ve kültürel hakların tanınması gibi taleplerle, Cumhuriyet’in kurucu paradigması olan Türklük merkezli yurttaşlık anlayışını doğrudan sorgulamaktadır.
İmtiyazlı Türkler açısından bu süreçler, tarihsel olarak kazanılmış ayrıcalıkların kaybedilmesi ihtimalini gündeme getirmektedir. Türklüğün ulus-devletin kurucu normu olma özelliğinin aşınması, onların toplumsal ve kültürel üstünlük pozisyonunu tehdit eder. Kürtlerin kimliklerinin tanınması, siyasal temsil gücünün artması ve kolektif haklarının meşrulaşması, imtiyazlı kesimlerin kendilerini ayrıcalıklı bir merkez olarak konumlandırma imkânını zayıflatır.
Bu bağlamda barış süreçleri, yalnızca devlet elitlerini değil, toplumsal elitleri de tedirgin eder. Çünkü barış, “Türk kimliğinin” tarihsel imtiyazlarını görünür kılmakta ve onları sorgulamaya açmaktadır. Kürtlerin eşitlenmesi, aynı zamanda imtiyazlı Türklerin yüzleşmekten kaçındığı tarihsel gerçeklerle – zorunlu göçler, mülksüzleştirme, kültürel inkâr – yüzleşmeyi de beraberinde getirir.
Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik ulus” yaklaşımı, imtiyazlı yurttaşlık yerine çoğulcu yurttaşlığı önererek bu tedirginliği derinleştirmektedir. Demokratik ulus paradigması, Türklüğün üstün statüsünü ortadan kaldırmayı ve tüm kimliklerin eşitliğini savunduğu için, imtiyazlı Türkler açısından yalnızca bir “çözüm projesi” değil, aynı zamanda ayrıcalıkların tasfiyesi anlamına gelir.
Dolayısıyla, barış süreçlerinin önündeki en büyük engellerden biri, yalnızca devletin otoriter yapısı değil, aynı zamanda bu imtiyazlı kesimlerin bilinçdışı korkularıdır. Toplumsal barışın tesis edilebilmesi için, bu kesimlerin ayrıcalıklarını sorgulayan ve onları eşitliğe davet eden bir toplumsal yüzleşmeye ihtiyaç vardır.
Türkiye’de toplumsal barışın önündeki en önemli engellerden birini yalnızca devletin otoriter yapısı değil, aynı zamanda tarihsel ayrıcalıklarla şekillenmiş “imtiyazlı Türk” kimliği oluşturmaktadır. Türklüğün Cumhuriyet ile birlikte kurumsallaşan üstün yurttaşlık statüsü, Kürtlerin eşit yurttaşlık talepleriyle sarsılmakta ; bu durum imtiyazlı kesimlerde derin bir kaybetme korkusu üretmektedir. Oysa demokratik bir gelecek, imtiyazların korunmasında değil, onların çözülmesinde mümkün olacaktır. Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği demokratik ulus perspektifi, farklı kimliklerin eşit ve özgür bir biçimde bir arada yaşayabilmesini, barışın yalnızca silahların susması değil, toplumsal sözleşmenin yeniden inşasıyla gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında yüzeye çıkan “eşitlenme korkusu”nu görünür kılmak, bu korkunun ürettiği militarist ve otoriter refleksleri aşmak, hem Kürtler hem de Türkler için adil, çoğulcu ve özgür bir toplumsal yaşamın önünü açacaktır.
×Kaynakça :
Başkaya, Fikret. Paradigmanın İflası : Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş. Ankara : Özgür Üniversite Yayınları, 2004.
Beşikçi, İsmail. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü ve Kürt Sorunu. İstanbul : Komal Yayınları, 1991.
Bozarslan, Hamit. Türkiye Tarihi: Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze. İstanbul : İletişim Yayınları, 2025.
Bora, Tanıl. Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojiler. İstanbul : İletişim Yayınları, 2017.
Bourdieu, Pierre. Pratik Nedenler: Eylem Kuramı Üzerine. İstanbul : Hil Yayınları, 2015.
Foucault, Michel. Bilginin Arkeolojisi. İstanbul : Ayrıntı Yayınları, 2011.
Mardin, Şerif. Türk Modernleşmesi. İstanbul : İletişim Yayınları, 1991.
Öcalan, Abdullah. Demokratik Uygarlık Manifestosu. 5 Cilt. Köln: Ararat Yayınları, 2012.
Tilly, Charles. Demokrasi. Ankara : Phoenix Yayınları, 2011.
Weber, Max. Ekonomi ve Toplum. İstanbul : Yarın Yayınları, 2012.