Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Faik Bulut yazdı |

Trump ve özel temsilcilerinin ruhunu anlamak

Faik Bulut yazdı |
Faik BULUT

ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, 25 Eylül 2025’te yayınlanan demecinde şöyle diyordu. “Körfez’deki Arap ülkeleri müttefik değildir; çıkarlarımız onlarınkiyle uyuşmuyor; İsrail’in Amerika’nın yüreğindeki yeri çok özeldir!” Bu sözler, bazı Arap çevreleri ve medyasında “Ortadoğu’daki sınırların İsrail eliyle değiştirilmesi mi isteniyor?” sorusuyla karşılandı.

Eylül ayındaki Arap barometresi anketi şunu gösterdi: Avraham Anlaşmaları çerçevesinde İsrail-Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeye Bahreynlilerin Kasım 2020’deki desteği %45 iken, iki yıl sonra %20’ye inmiş; aynı sürede Birleşik Arap Emirlikleri vatandaşlarının itirazı %49’dan %66 oranına yükselmişti.

Aynı Barrack, “ABD’nin gözdesi” diye takdim ettiği İsrail yönetiminin bölgedeki olumsuz ve saldırgan tavrından yakınıyor; “İsrail saldırıları yüzünden Lübnan’daki Hizbullah örgütü silahlarını terk etmek istemiyor. Dahası, İsrail herkese ve her tarafa saldırıyor: Suriye, Lübnan, Tunus. Hal böyle olunca da Hizbullah, saldırılar karşısında Lübnan’ı silahla korumak için varız gerekçesine sığınıyor!” demekten de geri durmuyordu.

Bu noktada esas mesele nerede düğümleniyordu?

İşin esası; Trump’ın mevcut yönetimi, kurumsal-bireysel ilişkiler dengesine uyarınca yürüyordu. Ancak ABD Başkanı, bir anlamda devletin şahsileştirilmesi/kişiselleştirilmesi bağlamında bireysel faaliyetlere ağırlık vermekteydi.

Mart 2020 yılında Trump, Beyaz Saray’da gazetecilerle sohbeti sırasında arkasında duran Dışişleri eski Bakanı Mark Pompeo olduğu halde kendince mizahi bir üslupla “Dışişleri Bakanlığı derin devlettir” diyebilmişti. Aslında kast ettiği şuydu: “Bazı diplomatlar dâhil, devlet aygıtı içinde güçlü bir odak bana karşıdır!”

O tarihten bu yana ABD Başkanı, profesyonel diplomatlara güvenmiyor ve ikinci kez başkan seçildiğinde dünyanın hemen her bölgesine diplomatlar göndermek yerine “özel temsilciler” tayin ediyor.

Tom Barrack’ın pervasız ve kışkırtıcı sözleri

Özel temsilciler arasında değişken ve birbirine zıt tavırları yüzünden en fazla göze çarpanı ise çelişkili sözlerini alıntıladığımız Thomas Barrack’tır. Bu “Özel Temsilci”, bazen mesleki ölçütlere uymakla birlikte genellikle haddini aşan son derece kışkırtıcı-tahrik edici sözler söyleyebiliyor; en yakın müttefiklerini kızdırabiliyor ve hatta ittifak kavramına karşı çıkabiliyor.

Barack, Eylül sonlarındaki bir televizyon konuşmasında “Ben Körfez’de müttefik diye tanımlanan hiçbir ülkeye güvenmem!” diyebilmişti. Independent Arabia gazetesinden İnci Mecdi, çelişkiyi yakalayınca Barrack’ın “ittifak-müttefik” anlayışını ABD Dışişleri Bakanlığı yetkililerine sordu.

Alınan cevap diplomatik olduğu kadar Trump’ın Özel Temsilcisi’ne yönelik dolaylı ve örtülü eleştiri gibiydi:

Tom Barrack’ın buyurdukları gibi, çıkarlarımız çok yönlü ve boyutludur. Bazı hususlarda menfaatler uygunluk gösterirken, bazılarında uyuşmaz veya tam mutabakat sağlanamaz. Çünkü biz salt İsrail’in ABD’si olmadığımız gibi, sadece Körfez ülkelerinin ABD’si yahut Türkiye’nin ABD’si de değiliz.

Gerektiğinde ve çıkarımız elverdiğinde uyum-mutabakat arayışına gireriz, yakınlaşırız. Fakat gözü kapalı bir güven ilişkisine girmeyiz. Ülkemizdeki eyaletler arasındaki bağlantılar için de geçerlidir bu kural.

Tom Barrack’ın İsrail için “Amerika’nın kalbinde yaşayan gözdesi; her yıl 4-5 milyar dolar yardımımızı alan mühim bir müttefik!” sözünü yorumlayan ABD Dışişleri Bakanlığı, dolaylı biçimde yine serzenişte bulunmakla yetindi: “Bu geçiş sürecinde meydana gelenlerden ötürü şaşırmış ve ne yapacağımızı bilmez vaziyetteyiz.

Özel temsilci furyasının nedeni

İyi güzel de, Ocak 2025’te başkanlık koltuğuna oturur oturmaz söz ve davranışlarıyla herkesi şaşırtan Donald Trump’ın, meslekten diplomatlar yerine kendisine yakın iş dünyasından (emlakçılar gibi) insanları “özel temsilci” olarak seçip dünyanın dört bir yanına salması sonucu uluslararası diplomatik alanda yoğun eleştirilere maruz kaldı, krizler yaşandı.

Avrupa Birliği (AB) ve NATO üyesi ülkelerin aşağılanması, Grönland Adası ve Meksika Körfezi üzerinde hak iddia edilmesi, Ortadoğu’daki üç özel temsilci olan Steve Witkoff, Tom Barrack ile Morgan Ortagus’un tehdit ve şantaj ağırlıklı patavatsız konuşmaları neredeyse dünyanın her yerinde tepkilere yol açtı.

Washington’da bulunan Ortadoğu Enstitüsü (Middle East Institute) Başkan Yardımcısı Brian Katulis, Trump yönetiminin diplomatik gaflarını iyi tespit etmiştir:

Trump ve yönetimdeki görevliler, kısa bir zaman diliminde o kadar sık ve birbirine zıt demeçler vermekle, kullandıkları kelime ve kavramların hem itibarını hem de önemini azaltmış oluyorlar. Dolayısıyla dillendirilen sözlerin gerçekten Amerikan politikası açısından bir anlamı olup olmadığı da anlaşılamıyor.

Sözgelimi Trump’ın ‘bir gün içinde Ukrayna savaşını bitiririm’ ifadesini ne zaman söylediğini hatırlayan var mı? Yahut Filistin halkının bölgeden sürülmesinin ardından ABD’nin Gazze’yi kendi kontrolü ve denetimi altına nasıl alacağını bilen var mı? Doğrusu, kimse hatırlamıyor ve aklına gelmez de; çünkü toplumsal olarak dikkat eksikliğimiz var ve Beyaz Saray idaresi, hakikatlerle sürekli oynayıp duruyor.”

Amerika’da ikamet eden Lübnan-Irak kökenli gazeteci Hüseyin El Hüseyin aynı zamanda Washington merkezli The Foundation for Defense of Democracies (Demokrasileri Savunma Vakfı/Kurumu) bünyesinde görevlidir. El Hüseyin, Tom Barrack’ın İsrail’in Hizbullah örgütüne yönelik siyasetini eleştirmesi vesilesiyle onun bölgedeki politikasını ve faaliyetlerini tenkit etmektedir:

Barrack’ın diplomatik üslubu başlı başına sorunludur; meseleleri çözmekten ziyade daha fazla problem çıkmasına yol açmaktadır. ABD’nin itibarını düşünmeden Lübnan yönetimine veryansın etmiş; aslında yetki alanına girmeyen konulara burnunu sokmuştur. Çünkü o ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisidir. Yani Lübnan meselesi görev alanı olmadığı gibi İsrail-Lübnan ilişkisi de onun işi değildir. Buna rağmen güya Lübnan-İsrail anlaşmazlığını çözmek için Ankara-Beyrut-Tel Aviv arasında mekik dokuyabilmektedir.

Doğrusu bu yanıyla T. Barrack’ın diplomasi tarzı, ABD Eski Başkanı Barrack Obama’nınkini andırıyor. O da gerçek hasımları olan İran ile Hizbullah’ı övüp baş müttefiki İsrail’i eleştirmişti. Obama diplomasisi fiyaskoyla sonuçlanmıştı; zira tecrübesizliği sonucu bölgede kaçınılması mümkün olan yeni sorunlara yol açmıştı.”

Amerikalı kıdemli siyasetçi ve diplomat Phillip Christensen, ülkedeki iktidarların bazen özel temsilcilerden istifade ettiklerini, 1999’da Kosova’da olduğu gibi olağanüstü durumlarda yetenekli iş insanlarını barış için devreye soktuklarını belirtiyor. Ona göre; bu tür atamalar kısa süreli ve ender gerçekleşmektedir. Çünkü kurumsal ve kolektif faaliyet kuralları esas alınmış; bireylerin dışarıdan görevlendirilmesi istisna olmuştur.

Christensen’in Washington Post gazetesinde çıkan (1999) makalesi bu hususta fikir vericidir:

Başkan Bill Clinton’un kısa süreli bazı sorunların çözümü için iş dünyasından özel temsilcileri görevlendirmesi uç bir örnektir. Gerçekten bu özel temsilciler K. İrlanda, Haiti, Balkanlarda önemli başarılar elde ettiler. Bu halleriyle diplomat ve büyükelçileri geride bıraktılar.

Gelgelelim bu özel temsilciler ücret/maaş ödenmeyen makamlara tayin edildiklerinde idare çıkar çatışmaları ve mali problemlerin çözümü için bu kez ABD Senatosunun onayını beklemek durumunda kalmıştı. Oysa diplomatlar, meslekleri icabı çalıştıkları kurumların belirledikleri vasıflara haiz olduklarından maaşlarını sorunsuz alabiliyorlardı.”

Özel temsilciler bukalemun gibi renk değiştirirler!

Trump devrindeki üst düzey özel temsilcilerin bir özelliği daha vardır:

Bukalemun gibiler; duruma ve ortama göre renk değiştirirler. Daha da önemlisi bizzat Başkan Trump tarafından atandıkları için, ihtilaf anında ona itiraz etme cesaretleri yoktur. Buna karşılık hariciye personeli alışılageldik kurallar çerçevesinde hareket etmesinden ötürü bulundukları ülkelerin kral, hükümdar ve diktatörleri nezdinde kuşkulu kimseler olmakla birlikte çıkarların uyumunda işbirliğine yakın diplomatlardır.

Ortadoğu’daki narsistik yara

Londra merkezli Suudi Arabistan dergisi El Mecelle’nin yayın müdürü Husam Eytani, 30 Eylül 2025 tarihli yazısında, Ortadoğu saha gerçeğini henüz idrak edememiş olan Tom Barrack’a şu eleştirileri yöneltmektedir:

ABD Özel temsilcisi Barrack, ‘Bölge halklarının kabile, kavim ve aşiretlerden oluştuklarını ve henüz siyasi açıdan devlet niteliğini kazanmadıklarını’ söyledi ama yeni bir şey de demiş olmadı. Esasen İngiltere ile Fransa arasında varılan Sykes-Picot Anlaşması sınırları da küçük memurların gelişigüzel bir şekilde cetvelle taksimatından ibaret idi.

Barrack’ın isabetli bir tarzda değindiği birbirinden farklı toplumsal yapıların çeşitliliği ile değişkenliğine bağlı olarak geri kalmış siyasi ve ekonomik bünyenin varlığı, ‘yabancı uzmanların’ izah etmelerine ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Örneğin çekirdek birim aile, sırasıyla köy (oba), kabile, aşiret, cemaat ve topluma kadar uzanan bir silsile olup, din ile birlikte devlet oluşmaktadır.

Bölgedeki bu sosyal olgu, 1798 yılında Napolyon ile birlikte Mısır’a götürülmüş olan sosyolog-arkeolog ve benzeri bilim insanları tarafından da mercek altına alınıp incelenmişti. Dahası sağcı, solcu, laik, İslamcı ve liberal kesimler tarafından onlarca kitap, bölge ülkelerinin niçin geri kaldıklarını ve bırakıldıklarını ayrıntılarıyla ele alıp buna ilişkin birçok sebepten bahsetmiş, sorunun giderilmesi için çözüm reçeteleri de sunmuşlardı.

Söz gelimi Dürzi bir aristokrat ailesinden Emir Şekip Arslan, “Müslümanlar Niçin Geri Kaldılar ve Diğerleri Neden İlerlediler?” başlıklı bir kitap yazmıştı. Gelgelelim Thomas Barrack misali bir yabancı, Amerikalı bir temsilci bu gerçeği herkesin yüzüne vurup sert şekilde dillendirince Arap dünyasının aydınları, siyasileri, fikir insanları ile devlet ricali ciddi ciddi rahatsız olup öfkelendiler.

Niçin? Çünkü Suriyeli George Tarabishi (Corc Tarabişi-1939-2016) bölge insanıydı ve toplumunun hassas noktasını keşfedip yüzlerine vurmuştu: Narsistik Yaralanma rahatsızlığı!

Tarabişi Suriyeli bir yazar, filozof ve tercümandı. Hegel, Freud, Sartre ve Simone de Beauvoir’ın eserleri dâhil 200’den fazla kitabı Arapçaya çevirmişti.

Onun Narsistik Yara (İngilizce Narcissistic injury) teşhisi şudur: Psikolojide narsistik yaralanma, narsistik yara veya yaralı ego olarak da bilinir. Bir bireyin savunma mekanizmalarını alt üst eden; gururunu ve öz değerini mahveden duygusal travmadır. Bazı durumlarda, utanç veya rezalet o kadar önemlidir ki, birey bir daha asla kendisini gerçekten iyi hissedemez.

Buradan hareketle söylenmesi gereken şudur: Batılılar yani bölgedeki yabancılar bölgesel-yerel-mahalli çelişkilerin derinleşmesinde büyük rol oynadılar. Batılı sömürgeciler bizi geri bıraktırdılar; birbirimize düşürdüler. Filistin’in işgal edilmesine katkıda bulundular. Suriye, Lübnan, Sudan, Irak, Libya, Yemen’de yaşananlar bunun tipik örneğidir.

Bölgemiz büyük devletlerin jeopolitik oyun ve kapışma alanına dönmüştür. Bu da doğrudur!

Hâsılı kelam Tom Barrack’ın acı ama gerçek sözlerine, bizleri aşağılayan ifadelerine yani bizde açtığı bu narsistik yara için ona öfkeleniyorsak, şu gerçeğin de farkında olmalıyız: Sorumsuz ve patavatsız konuşmalarının mesuliyetini Barrack gibileri değil, bizler taşımalıyız ki, dillendirilen bu illetimizden ve onulmaz hale gelen travmalardan kurtulabilelim.”

Sözleriyle herkesi rahatsız eden Barrack gidici mi?

Tarihi, kişisel bağları ve diplomatik çabalarına rağmen Barrack’ın sözleri, bölgeye dair giderek artan bir karamsarlığın da ifadesi olarak değerlendiriliyor.

Barrack, göreve geldiği ilk aylardan itibaren Şam yönetimi ile Demokratik Suriye Demokratik Güçleri (DSG) arasında arabuluculuk yapmaya çalıştı. Ancak 10 Mart 2025’te taraflar arasında bir mutabakat imzalanmasına rağmen, görüş ayrılıklarını giderme çabaları şu ana kadar başarısız oldu.

Lübnan ziyaretleri sırasında da Barrack sık sık tartışmaların odağına yerleşti. Basın toplantılarında gazetecilerle sert tartışmalar yaşaması, “Lübnan medyasına tepeden bakmak” olarak yorumlandı ve resmi tepkilere yol açtı.

Barrack’ın ayrıca Hizbullah’ın silahsızlandırılması konusunda Lübnan hükümetine yaptığı çağrılar, siyasi çevrelerde yankı uyandırdı. Bu dosyada da somut ilerleme sağlanamadı.

El Mecelle dergisi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi, Barrack’ın görev süresinin Kasım 2025’te sona erebileceğini ve Washington’un, Şam-DSG ya da Şam-İsrail hattında ilerleme sağlanamaması durumunda değişikliğe gidebileceğini aktardı.

Financial Times gazetesine konuşan Barrack, şunları söyleyebilmişti: “Bu iş ekonomi, finans ya da ticari anlaşmalardan çok daha yorucu; hem zihinsel olarak kışkırtıcı hem de fiziksel olarak ürkütücü.

Barış, sıradan insanların arzusu. Ama gerçekten dünyanın buna yöneldiğini sanmıyorum. Tek dileğim, Ortadoğu’yu bulduğumdan biraz daha iyi bir yer olarak bırakmak. Ancak evren gerçekten barış istiyor mu? Sanmıyorum.”

Son söz: Bölge halkları (Araplar, Kürtler, Türkler, İranlılar, Ermeniler, Asuriler vs.) ile farklı inanç mensupları (Sünniler, Şiiler, Arap Alevileri, Dürziler, İsmaililer, Hıristiyanlar ve Ezdiler) Trump yönetiminin ve özel temsilcilerinin niteliklerini ve çalışma tarzlarını, deyim yerindeyse ruhlarını ve beyinlerini iyi anlayamazlarsa, onlara karşı veya onlarla birlikte iş yaparken başarılı sonuçlar almaları mümkün olmayacaktır.

Önemli not:

1-) Çoğu zaman söyler dururum; Kürtler, diplomasinin inceliklerini bilmiyorlar. Bir örneğine yeni tanık olduk: Diyarbakır’dan Ankara’ya Öcalan’ın özgürlüğü için yürüyen kadınlar, 7 Ekim’de DEM Parti’nin Meclis’teki grup toplantısında “Biji Serok Apo” sloganı atınca Meclis içinde ve dışarıdaki farklı kesimlerde olumsuz tepkiler oluştu.

Bu durum Kürt meselesi, DEM parti ve süreç aleyhine algıya yol açtı. Bunu fırsat bilenler düşmanlıklarını ve husumetlerini kamuoyuna ulaştırdılar. Halbuki kadınların bahsedilen yürüyüşü başlı başına önemli bir siyasi taktik idi. Slogan yerine grup toplantısında barışa ve çözüme çağrıyı da kapsayan vurucu, sakin ve anlamlı bir mesaj verilmiş olsaydı; Türkiye kamuoyu ve politik partiler nezdinde daha etkili olurdu. Ve slogan yerine Öcalan meselesi gündeme gelirdi.

2-) Yıllar önce Avrupa’da diplomasi ile ilgilenen Kürt hareketinin çabaları sayesinde PAPA’nın yılbaşı münasebetiyle dünya kamuoyuna seslenişini okuyacağı VATİKAN sarayının devasa meydanına Kürt kadınları da davet edilmişti.

Normalde katılımcı on binler kuralı bilirler; meydandaki fısıltılıların dışında hiç ses seda çıkmaz. Herkes PAPA’nın mesajını dinler; topluca dua edilir ve tepki verilmeden dağılır. Değerlendirmesi sonraya bırakılır.

Gelgelelim meydana giren bazı Kürt kadınları, “Biji Serok Apo” sloganı atarlar. On binler şaşkınlıkla ve homurtuyla onlara bakar. Neyse ki deneyimli bir Kürt sorumlu koşarak kadınları susturur ama iş işten geçmiştir. Diplomasi adına pot kırılmıştır. PAPA da şaşkındır; renk vermez. Belki Kürtler hakkında daha fazla şey söyleyecekken “Kürt halkının çektiği acıyı” dillendirmekle yetinir.

Demem o ki, hangi sloganın nerede ve nasıl atılacağı da siyasi bir taktiktir. Apo için sloganın atılacağı ve atılmayacağı yerler vardır. Neyin nerede ve ne şekilde söylenip yapılacağı ise siyaset bir yöntemidir. Bu tür etkinlikleri organize edenler, neyin yapılıp yapılmayacağı hususunda kitleyi önceden uyarmalıdır. Bununla da yetinmemeli, kurala uymayanları önlemek için tedbirler alıp ekipler görevlendirmelidir.

3-) Fransa’nın başkenti Paris’te üç kişinin ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırının ardından Kürt toplumu ve polis arasında olaylar çıktı. Cumhuriyet Meydanı’nda gün içerisinde Kürt toplumu barışçıl gösteri düzenleyerek saldırıyı protesto etti. İlerleyen saatlerde çıkan olaylarda ise en az bir araç yakıldı, arabalar devrildi ve sokaklar ateşe verildi. Polisler biber gazıyla karşılık verdi. (23 Aralık 2022)

O tarihte Fransa hükümeti dâhil bütün siyasi çevrelerde Kürtlere yönelik büyük bir dayanışma ve sempati doğmuştu.

Ne yazık ki araç yakma, araba devirme ve sokakların ateşe verilmesi, haklı ve mağdur olmuş Kürtleri haksız ve saldırgan duruma düşürmüş; oradaki Kürt politikacıların Fransız siyaseti ve kamuoyunu etkilemesinin önünü tıkamıştı. Kitleyi sokaklara götürenler, popülizm yapıp tedbir almamakla hata yaparken, Kürt diplomasisini yürütenler ise büyük bir fırsatı kaçırmış oldular.

Benzer Haberler