Zelal SADAK
Doğru cevaplara, doğru soruları sorarak ulaşabiliriz. Bu metodoloji hem bireysel hem de toplumsal varoluşlar için önemli bir yoldur. Çünkü insanın/halkların kendisini, yaşadığı zamanı, mekânı ve bu mekânın koşullarını tanımlama biçimi onun hakikate yaklaşma yöntemini belirler. Yanlış sorular bizi yanlış cevaplara götürür. Ve o yanlış cevapları sorgulamadan hakikat sanmaya başladığımız anda, insanın hem düşünsel hem de politik körlüğü başlar. Hakikati görmenin önündeki en büyük engel, yanlış kurulmuş soruların ürettiği sahte cevaplara biat etmektir.
Bugün, özellikle Ortadoğu’da yaşadığımız tarihsel döngüler, tam da bu yanlış soruların ürünü olan cevapların içinde sıkışmıştır. “Neden bu topraklarda barış bir türlü kalıcı olmuyor?”, “Neden hep yıkımın eşiğindeyiz veya yıkımdayız?” ya da “Neden yapay kimlikler bir kader gibi üzerimize kapanıyor?” soruları, belki de tekrar tekrar sorulması gereken değil, yeniden kurulması gereken sorulardır. Çünkü sorunun kurulduğu yer, cevabın yönünü belirler.
İnsanı diğer tüm canlı ve cansız varlıklardan ayıran şey, sadece anı yaşamaz; geçmişi ve geleceği arasında bir köprü kurar, zamanı kavramaya çalışır. Taş, bitki, hayvan, su — bunlar varoluşlarını sürdürürken yalnızca o anın koşullarına tepkide bulunurlar. İnsan ise anı anlamlandırmakla kalmaz; geçmişin izlerini ana taşır, geleceğe dair tahayyüller kurar. Ancak burada kritik bir kırılma noktası vardır: İnsan dışındaki varlıklar için “kader” doğal bir süreçtir — onlar koşullara uyar, çevrelerine göre biçim alır. İnsan içinse “kader” bir mücadele alanıdır. Bu anlamda insan, “yaşamı kavramaya çalışan tek varlık”tır diyebiliriz. Ve bu çaba, nihayetinde onu o kadim soruya getirir: “Ben kimim?”
Bu sorunun cevabı, sadece bireysel bir kimlik arayışı değil, insanın varoluşunu anlamlandırma biçimidir. “Kendini bil” sözü bir nasihat değil; varoluşun en temel felsefî ilkelerinden biridir. Çünkü insan kendini bilmeden, etrafında olan olay ve olguları da tanımlayamaz; kendini tanımlamadan da evreni tanımlayamaz.
Bu coğrafyada “kader” kelimesi, çoğu zaman iktidarların, dini dogmaların veya ideolojik yapıların elinde insanı edilgenleştiren bir araca dönüşmüştür. İnsan, kendi yaşamını kuran, değiştiren, yeniden inşa eden bir özne olmaktan çıkarılıp; koşulların, egemen tarihin ya da tanrısal bir yazgının pasif nesnesi hâline getirilmiştir. Tam da bu yüzden “coğrafya kaderdir” sözü, Ortadoğu bağlamında artık yorucu, hatta hakikati gölgeleyen bir söyleme dönüşmüştür.
Oysa insan, kaderini değiştirme gücüne ve yeteneğine sahip olan tek varlıktır — en azından şimdiye kadar bildiğimiz kadarıyla.
İşte bu nedenle, Ortadoğu halklarının içinde bulunduğu uzun süreli krizleri yalnızca “kader” veya “yazgı” olarak okumak, hakikatin üzerini örter. İnsanı etken değil, edilgen hâle getirir. Çünkü bu coğrafyanın insanı aslında sürekli olarak kaderini yeniden yazmaya çalışmıştır, hâlâ da yazıyor.
Doğru soruyu sormaz, zamanı, mekânı ve koşulları doğru yöntemlerle tanımazsak; krizleri ve fırsatları da kavrayamayız. Kavrayamadığımız her şey ise bizi yanlış cevaplara götürür. İnsan, diğer canlılar gibi yalnızca “an”da var olamaz; geçmişini araştırır, geleceğini kurmaya çabalar. Geçmiş onun dersleri ve rotasıdır; gelecek ise bu dersler ve edinilmiş deneyimlerin belirlediği yol haritalarıyla yürünecek yerdir. Bu ikisi arasında kalan “an” ise deneyimlerin ve hedeflerin doğrultusunda yeni bir yol açma aralığıdır.
Birey açısından bakıldığında, “İnsanın hayatı anlarının toplamıdır” diyebilirim; ancak toplumlar ve halklar için durum daha karmaşıktır. Onların hayatı, birçok insanın anlarının, deneyimlerinin ve tercihlerinin birbirine değmesiyle şekillenir. Her bireyin yaşamı, bir diğerinin yaşamına ve zamanına temas eder; böylece toplumsal hafıza ve ortak kader denen olgu ortaya çıkar.
Tam da bu noktada, Ortadoğu’daki halkların tarihsel deneyimi, “kader” kavramı etrafında şekillenmiş bir çıkışsızlık döngüsüne hapsedilir. Bu kader, insanın geçmişle kurduğu bağın ve geleceğe dair tasavvurunun politik olarak tahrif edilmesi anlamına gelir. Yani “kader”, yalnızca metafizik bir inanç değil, toplumsal ve siyasal bir kontrol aracıdır. Bu kontrol, halkların zamanı kendi lehlerine yorumlama, anlarını ortak bir geleceğe dönüştürme gücünü elinden alır. Sonuçta, tarih kendi akışını belirleyen bir halkın eseri olmaktan çıkar; halk, kendi yaşamını ve geleceğini belirleme imkânını kaybetmiş gibi hisseder. Böylece çaresizlik ve pasiflik, bir kültürel refleks hâline gelir.
Zaman ve mekândan azade bir insan/halk tanımı yapmak ya da tarihsel olayları ve örgülerini değerlendirmek, çarpık ve hakikatten kopuk sonuçlar çıkartır; üstelik çarpıtmadır da. Tarihsel olguları, iktidar yapılarını, dinî ve ulus-devlet söylemlerini salt “kader” kavramıyla açıklamak, bugün Ortadoğu’da yaşanan politik dönüşümlerin fark edilmesini engeller. Zira zamanın koşulları, mekânın kendisi ve o mekânda yaşayan insan profili birer değişken oluşturur — her yeni dönem yeni imkânlar, yeni sınırlar ve yeni özne tipleri üretir. Ve bu kader zincirini kırmak için güçlü üç argümandır üstelik.
Bu nedenle “coğrafya kaderdir” söylemini eleştirmek gerekiyor: O söylem çoğu zaman geçmişin ağırlığını olduğu gibi kabul etmeye, toplumu edilgenleştirmeye, olguları değiştirilemez kılmaya hizmet eder. Hâlbuki aynı coğrafya, farklı bir zaman diliminde ve farklı küresel konjonktürde bambaşka sosyolojik ve/veya politik alanları açabilir. Yani bugün (zaman) + Ortadoğu (mekân) + Ortadoğu halkları (insan) birlikte yeni denklemler kuruyor — ve bu denklemler geçmişin determinizmine sadece sıkıştırılamaz.
Anın akışına teslim olmak ya da bir coğrafyanın kaderine teslim olmak, aslında insanın iradesinden, tarihsel ve toplumsal sorumluluğundan vazgeçmesi demektir. Bu teslimiyet çoğu zaman “Tanrı’ya teslimiyet” olarak dile getirilir; oysa burada kastedilen Tanrı, çoğu zaman modern çağın güç odaklarıdır. Bu “tanrılar” hep şekil ve isim değiştirir; ancak ortak yanları, zulüm ve ağır cezalandırmalarla bu halkların varlığını, kaderinin yönünü ve kim olduğunu unutturmak veya engellemektir. Oysa tarihsel sorumluluk, geçmişle yüzleşme ve geleceği kurma çabası insanı bu tuzaktan çıkarır.
Kendini bilmek, tam da bu noktada kritik bir eylemdir. Kendini bilmek, kaderin ve baskının bu döngüsünü kırmanın ilk adımıdır. Bu eylem, bir toplumu sadece dışsal iktidarlara karşı değil, kendi içsel teslimiyetine karşı da dirençli kılar. Ortadoğu halklarının özgürleşmesi, kendi tarihini ve bilinçlerini sahiplenmeleriyle mümkündür. Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin paradigmasının en güçlü sütunlarından biri de etik ve felsefî ölçülerle şekillenen “kendini bilmek” ilkesidir. Çünkü kendini bilmek, tüm bilmelerin özünü oluşturur. Kendini bilmenin yolu ise doğru soruyu sormaktan geçer: Kimsin sen?
Doğru soruyu sormak, anlamanın ve ardından gelen kavrayışın ilk adımıdır. Bu soru, hem bireyi hem toplumu hakikate yaklaştırır.
“Hakikati nasıl sorgularım? Bana dayatılan hakikat kime aittir?” diye sorabilmek, insanın/toplumların kendi iradesini yeniden inşa etmesidir.
Bu soruları sormayı bıraktığımız an, kader dediğimiz olgu devreye girer ve tarih bizi tekrar eder; çünkü teslimiyet, her çağda aynı biçimde yeniden üretilir. Ancak kendini bilen insan ve kendini bilen toplum, hem tarihin yönünü hem de kaderin anlamını değiştirebilir.
‘Bana dayatılan hakikat kime aittir?’ diye soruyorsak, bir hakikat rejiminin varlığını fark etmemiz gerekir. Bu, hakikatin nesnel bir gerçeklik olmadığını; onu üreten, dolaşıma sokan ve yeniden üreten güç ilişkilerinin belirleyiciliğini gösterir. Her söylem, tarihsel ve politik bir bağlam içinde üretilir; ‘doğru’ kabul edilen şey, iktidar tarafından şekillendirilmiş bir gerçekliktir.
Ortadoğu’ya baktığımızda, toplumların ‘kader’ algısının bu hakikat üretiminde ne kadar belirleyici olduğunu görürüz. Günümüz dünyasında hakikat, şeffaflık ve görünürlük üzerinden dolaşıma sokulur. Oysa Ortadoğu’da savaş, göç ve yoksulluk görüntüleri, hakikatin kendisiymiş gibi sunulur; oysa asıl hakikat, bu görünümlerin ardındaki yapısal ilişkilerde gizlidir. İnsan, kendi hakikatini bilmediği sürece, görünür olana razı olur; bu da kader ve baskı döngüsünü yeniden üretir. Kendini bilmek, tam da bu döngüyü kırmanın ilk adımıdır.
Kürt halkının mücadelesi, tam da bu “hakikat rejimlerinin” sorgulanmasında vücut bulur. Yüzyıllardır kendisine biçilen rollerin, sınırların ve kimliklerin ötesinde bir hakikati arama çabasıdır bu. Devletlerin, ideolojilerin ve bölgesel çıkarların çizdiği haritalar üzerinde yeniden tanımlanmaya zorlanan Kürt halkı, “kader” denen politik yanılsamayı reddederek kendi öz hakikatine yönelmiştir.
Bugün Ortadoğu’da halklar, kendi tarihlerini ve hakikatlerini yeniden tanımlama çabası içindeler. Kürt mücadelesi, yalnızca bir kimlik mücadelesi değil; bastırılmış hakikate ve hakikat rejimlerine karşı kolektif bir bilinç inşasıdır. İktidarların dayattığı söylemler bu bilinci bastırmaya çalışsa da, Kürt halkının direnişi, hakikatin yeniden üretiminde tarihsel bir örnek teşkil ediyor.
İnsanın görevi, yalnızca hakikati aramak değil; onunla kurduğu ilişkide sorumluluk alabilmektir. Hakikat sabit bir nesne değil, sorgulanan ve yeniden kurulan bir süreçtir. Kendi tarihini ve direncini sahiplenmeyen toplumlar, kaderin ve dışsal güçlerin sınırlarında sıkışır. Oysa kendi hakikatini kurma cesareti, bireyi de toplumu da özgürleştirir. Ortadoğu’da Kürt halkının tarihsel direnişi, bu hakikat yolculuğunun en canlı örneklerinden biridir.