Ebru GÜNAY
“Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı 27 Şubat’ta yapıldı. Öncesiyle birlikte düşündüğümüzde, aslında bir yıllık önemli bir süreci geride bıraktık. Bu bir yıl, Kürt sorununun demokratik çözümüne dair tarihsel gelişmelere ve tartışmalara tanıklık ettiğimiz bir dönem oldu.
Abdullah Öcalan, ezberleri bozan ve her defasında büyük değişimlere öncülük eden bir lider olarak bu süreçlerin merkezindeydi. Her defasında farklı tepkiler aldı; kimi zaman övgüyle, kimi zaman hiddetle karşılandı. Ama o, her görüşe değer verirken kendi doğru bildiği çizgiden, ilkesinden ve tutumundan asla taviz vermedi. Onu güçlü kılan da bu kararlılık, bu istikrardı. Bu istikrarı anlamak için Öcalan’ı yalnızca okumak yetmez; politik çizgisini, zamanın ruhuna göre nasıl yeniden kurduğunu da izlemek gerekir.
Elbette bu süreçte çok sayıda yorum ve değerlendirme kamuoyuna yansıdı. Özellikle varlığını PKK ve Öcalan düşmanlığı üzerinden var eden bazı çevrelerin söylemleri, eleştiri sınırlarını aşarak bir saldırıya, bir özel harp politikasına dönüştü. Bu çevreler, konforlu alanlarında “barışı” küçümseyip savaşı övme noktasına kadar geldiler.
Bazı çevreler ise Kürt özgürlük hareketinin devletle müzakere yürütmesini “faşizm ile uzlaşma” olarak yorumladı. Bu yaklaşım, Öcalan’ın paradigmasının özünü görmezden gelmek anlamına geliyor. Çünkü Öcalan’ın ‘demokratik modernite” yaklaşımı, kapitalist modernitenin dört temel direği olan devletçilik, kapitalizm, endüstriyalizm ve cinsiyetçiliğe karşı açık bir tavır geliştirilmiştir. Ve çözüm anlayışı, herhangi bir ulus-devletin reformuyla sınırlı değildir; uygarlık paradigmasının köklü dönüşümünü hedefler. Yani mesele, pazarlık değil, “al ver” değil toplumun özgürleşmesidir.
“Burjuva çözüm konsepti” başlığıyla yapılan son eleştiriler de bu bağlamda tartışılmalıdır. Çünkü Kürt özgürlük mücadelesini, varlık ve kimlik mücadelesinin yanında aynı zamanda bir sınıf ve yoksulluk mücadelesi olarak görmek gerekir. Bu hareketi “burjuva” kavramıyla yan yana getirmek, egemen ulus bakışının bir yansımasıdır. Kürt halkına her defasında reva görülen çözümsüzlük, yoksulluk ve ölümdür. Kürt savaşırken ezilendir, ama eşit ve özgür yaşamak için çözüm aradığında “burjuva” diye damgalanandır. Bu bakış hem sınıfı hem halkı hem de özgürlük arayışını görmezden gelir.
Bazı değerlendirmelerde, “Habermasçı bir uzlaşma modeli” üzerinden müzakere süreci tartışılıyor. Oysa Öcalan’ın müzakere anlayışı bambaşkadır. Habermas’ta amaç, rasyonel bireylerin ortak paydada buluşmasıdır. Öcalan’da ise hedef, halkların, kadınların ve ezilenlerin kendi sözünü kurarak politik özne olmasıdır. Bu anlamda müzakere, egemenle aynılaşmak ve eşitlenmek değil, toplumun kendi hakikatini inşa etme süreci anlamına gelmekte.
Bu çerçevede DEM Parti’nin siyasal varlığı da burjuva parlamenter sistemin içinde erime değil, o sistemin sınırlarını zorlayan demokratik toplum mücadelesi anlamına gelen çizgisinin sürdürülmesidir. TBMM’de verilen el sıkışma fotoğrafına indirgenen tartışmalar, bu paradigmanın stratejik derinliğini görememektedir. DEM Parti, devletle uzlaşan değil, devleti demokratikleştirmeye zorlayan, tüm ezilenlerin sesini siyaset sahnesine taşıyan sağlam bir siyasetin sahibi partidir.
Demokratik siyasette parlamento bir hedef değil, bir araçtır. Asıl olan, kadınların, gençlerin, emekçilerin, yerel yönetimlerin ve toplumsal örgütlenmelerin içinde yer aldığı demokratik toplumun inşasıdır. Bu, Öcalan’ın “devlet dışı toplum’ perspektifinin bugünkü siyasal karşılığıdır.
Dolayısıyla DEM Parti’nin parlamentodaki varlığı, burjuva çözümün değil, halk mücadelesinin meşruiyetini görünür kılmaktır.