BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Zelal Sadak yazdı |

Cumhuriyetin gölgesinde Kürtler ve tarihsel akış

Zelal Sadak yazdı |

Zelal SADAK

Türkiye Cumhuriyeti, katmanlı ve karmaşık bir tarihin ürünü olarak doğdu. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın çöküşü, Anadolu ve çevresinde yeni bir düzenin kurulmasını zorunlu kıldı. Osmanlı’nın son döneminde Kürtler, özellikle Doğu Cephesi’nde yan yana savaşarak Rus ilerleyişine direnç gösterdi. Aynı dönemde Kürt liderler, imparatorluğun dağılmasıyla birlikte halklarının siyasal geleceğini güvence altına almak için diplomatik çabalara girişti. Bedirhan, Şerif Paşa ve Cemilpaşazade aileleri gibi Kürt ileri gelenleri, hem yerel hem de uluslararası sahada Kürtlerin temsil edilmesi ve haklarının tanınması için aktif roller üstlendi. Bu girişimler, Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme iradesinin tarihsel bir göstergesiydi.

Belirsizlikler ve dış müdahale tehdidi altında Kürtler, Osmanlı ordusuyla sahada birlikte savaşmayı seçti. Bu, onların tam bir güven içinde hareket ettiği anlamına gelmiyordu; daha çok stratejik bir iş birliği, pragmatik bir ittifaktı. Anadolu’nun parçalanma riski, yabancı güçlerin müdahaleleri ve yerel güvenlik kaygıları, Kürt liderlerini bu yola yönlendirdi. Aynı zamanda Kürtler, Sevr Antlaşması öncesi diplomasi sahasında haklarını güvence altına alma çabası içindeyken, sahadaki bu ortak hareket, bölgelerini koruma ve diplomatik kazanımlarını pekiştirme amacı taşıyordu.

1920’de imzalanan Sevr Antlaşması, Kürtler açısından tarihsel bir dönüm noktasıydı. Antlaşmanın 62–64. maddeleri, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde özerk bir yönetim kurulmasını öngörüyordu. Bu kazanımlar, bir lütuf değil; sahadaki ortak savaşın ve diplomatik mücadelenin sonucuydu. Bugün Kürt halkının talepleri de, bu tarihsel hak mücadelesinin doğal bir devamıdır. Tarihin akışının cilvesi olarak, günümüz Ortadoğu’sunda yüz yıl sonra Kürtler, benzer bir tarihsel eşik önündedir. Bu nedenle hak talebi, geçmişte olduğu gibi bugün de bir “lütuf” değil, doğal bir haktır.

1920’de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kürtleri kazanmak için “İslam kardeşliği” ve yerel özerklik temalarını öne çıkardı. Mustafa Kemal, mecliste yaptığı konuşmalarda “Kürt kardeşlerimizin haklarının güvence altında olduğunu” dile getirdi (Bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, 1920–1921). Misak-ı Millî ise Türklerle Kürtleri aynı siyasal bütünlükte tanımlayarak ortak kaderi vurguladı.

Ancak Sevr’in öngördüğü kazanımlar kısa ömürlüydü. Ankara’da yükselen millî ve tekçi hareket, Sevr’i geçersiz ilan ederek Kürtlerin uluslararası statüsünü yok saymayı hedefledi. Bu, Kürtlerin diplomatik alanda elde ettiği hakların gasp edilmesi anlamına geliyordu. Lozan Konferansı ise Kürt meselesini uluslararası diplomasi gündeminden bütünüyle çıkardı. İngiliz heyeti Musul ve Kürt konusunu tartışmaya açsa da Türk heyeti bunu “Türkiye’nin iç meselesi” olarak gördü (Bkz. Lausanne Conference on Near Eastern Affairs, 1922–1923). İsmet İnönü’nün tutumu, Kürtlerin ayrı bir kimlik olarak uluslararası alanda tanınmasını engelledi; böylece Kürtler, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren dışlanmış bir özne olarak tarih sahnesinde yer aldı.

1923’te ilan edilen Cumhuriyet’in 1924 Anayasası, devletin “tek ulus, tek dil, tek kimlik” anlayışı üzerine inşa edildiğini gösterdi. Kürtlerin yerel özerklik beklentileri anayasal düzlemde reddedildi; 1925 Şark Islahat Planı ile bölge “asayiş sorunu” olarak çerçevelendi (Bkz. Şark Islahat Planı, 1925). Şeyh Said İsyanı (1925), Ağrı ve Dersim ayaklanmaları, bu sürecin toplumsal yansımalarıydı. Kürt kimliği kamusal alanda yasaklandı; dil, kültür ve özerklik talepleri güvenlik sorunu olarak tanımlandı. Bu durum, Sevr’den Lozan’a ve Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar uzanan tarihsel sürecin süreklilik gösteren bir güven sorunu yarattığını ortaya koymaktadır.

Cumhuriyet’in kuruluş süreci, homojen bir ulus kimliği yaratma hedefiyle yürütüldü; Anadolu’nun çok kimlikli yapısı göz ardı edildi. Kürtler, bu sürecin en belirgin hakkı gasp edilen kesimlerinden biri oldu. Önce destek vermeye çağrıldıkları yeni rejimin dışında bırakıldılar; ardından kimlikleri “bölücülük” kategorisine sıkıştırıldı. Zaman içinde değişen reform ve kalkınma politikaları da bu yapısal sorunun köklerine dokunmadı.

Bugün Türkiye’de devlet politikası hâlen Kürt kimliği ve dilini resmî düzeyde tanımamak üzerine inşa edilmektedir. Kürt dilinin mecliste, devlet kurumlarında ve medyada engellenmesi ile yerel yönetimlerde kimlik tanımının sınırlandırılması, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde oluşturulmuş güvensiz zeminin günümüzdeki devamını gösteriyor. Bu politikalar, yalnızca kültürel ve siyasal hak ihlali değil, aynı zamanda uzun süreli toplumsal gerilim ve kimlik krizinin de göstergesidir. Bugün Türkiye’de var olan halkların ve bastırılmaya çalışılan kimliklerin yarattığı kriz, işte burada kurulmuş zemin üzerinde yükseliyor.

Cumhuriyet’in erken döneminde yaratılan bu güvensiz zemin, günümüzde Kürtlerin taleplerine verilen tepkilerde de kendini göstermektedir. Eğitim, medya ve kamusal alanın sınırlandırılması, Kürt halkının siyasal ve kültürel temsiliyetini zayıflatıyor; tarih boyunca yaşanan haksızlıkların güncel yansımalarını açığa çıkarıyor. Sevr’den bugüne Kürtlerin talepleri, bir hak mücadelesinin modern izdüşümü olarak okunmalıdır.

Türkiye’nin ulusal bütünlüğü ile Kürt kimliğinin tanınması arasındaki gerilimin çözümü, yalnızca eşit yurttaşlık ve adalet temelinde yeni bir toplumsal sözleşmeyle mümkündür. Bu sözleşme, geçmişte bastırılmış hakikatlerle yüzleşmeden güvene dayalı ve sürdürülebilir bir ilişkiyi kuramaz. Ancak hakikatle yüzleşen, eşitlik ve güven temelinde yeniden inşa edilen bir toplumsal düzen, hem Türkiye’nin demokratik geleceğini hem de Kürt halkının varlığını güvence altına alabilir.

Bu tarihsel akışın ardından, güncel Kürt meselesine dair bir karşılaştırma yapmak ve tarihin tekerrüründe yer, zaman ve kişiler bağlamındaki benzerlikler ile farklılıkları değerlendirmek yerinde olacaktır.Bugün Türkiye’de iktidarların Kürt meselesine yaklaşımı, tarihsel söylemlerin yeni biçimlerde tekrarlandığını gösteriyor. Erken Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, “din kardeşliği” ve “ulusal birlik” vurgusu hâlen Kürtlerle kurulan siyasal dilin merkezinde. Kürt sorunu, Lozan’da olduğu gibi bugün de “Türkiye’nin iç meselesi” olarak tanımlanıyor; uluslararası boyuta taşınması ise ulusal günümüz siyasal söylemi arasında dikkat çekici bir süreklilik yaratıyor.

Ama tarih tekerrür ederken koşullar değişiyor. Geçmişte Kürt politikası büyük ölçüde aşiret temelli, dar diplomatik ve askeri yapılarla yürütülüyordu. Oysa bugün Kürtler, yalnızca bölgesel değil, uluslararası düzeyde de örgütlü, kurumsal ve askeri kapasiteye sahip. Özellikle Rojava deneyimi, bir halkın hem savunma hem de siyasal inşa kapasitesi açısından yeni bir tarihsel eşiği temsil ediyor. Benzer biçimde Güney Kürdistan, İran Kürtleri ve Türkiye Kürtleri arasındaki dayanışma ağları, Kürt meselesini yalnızca bir ülkenin iç meselesi olmaktan çıkarıp bölgesel bir hak mücadelesine dönüştürüyor.

Dolayısıyla tarihin tekerrürü var; ama bu birebir bir tekrar değil, çağın, koşulların ve aktörlerin dönüşümüyle şekilleniyor. Olay örgüleri ve siyasal tecrübeler benzer görünse de, bugün farklı mekânlarda, farklı aktörlerle ve çok daha geniş imkânlarla yeniden ortaya çıkıyor. Bu bağlamda Kürtlerin güncel politik konumu, tarihsel deneyimlerinin sürekliliğini taşırken, çağın koşullarına uyum sağlayan yeni bir siyasal aklın da göstergesidir.

Benzer Haberler