Faik BULUT
Son günlerde toplumsal çürüme ile ilgili pek çok haber paylaşılmakta. Bunları sadece sanal medyanın yaygınlaşmasına bağlamak da bize çok doğru gelmiyor. Geçmiş dönemlerde de benzerlerine rastladığımız tecavüz, taciz, çeteleşme, uyuşturucu kullanımı, kirli ilişkiler bugün çok daha yoğun yaşanıyor. Biz burada daha çok kişisel, toplumsal ve siyasal çürüme konusuna yoğunlaşacağız.
Mehmet Rauf’un Eylül romanında toplumsal çürüme
Geçmişe dair ise Mehmed Rauf’un bir romanını irdeleyerek yazımıza başlamak istiyoruz. Servet-i Fünûn (1896-1901) döneminin yazarı Mehmet Rauf, “Eylül” adlı psikolojik romanında şu türden unsurlara ağırlık veriyor:
“Kişilerin sunuluş biçimi ve dönüşümleri, kişilere isim verilmesi, merkezi kişilerin yaşadığı temel çatışmalar, anlatının merkezindeki aşk unsurunun kurgulanmasında ayrılıklar ve kavuşmalar, paylaşılan sırlar ve eşyalar, birbirini anlayamama, yanlış anlama ve nihayetinde anlama, kıskançlık ve aldatılma şüphesi, ortak ilgiler ve itiraflardan yararlanma; zamanın kullanımı ve sunuluşu, mekânlar; zaman ve mekânların kişilerin ruh hâli ile etkileşimi ve uyumu…”
Emek Dostları isimli Facebook hesabında Ali Güneş ve Gülsüm Felske imzasıyla yazılan “Eylül” romanından alınma şu paylaşımı okuyoruz:
“Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ romanında şöyle bir cümle geçer: Nedir bu insanın içten içe çürümesi? Eğer bir toplumda adalet zedelenmiş, samimiyet kaybolmuş, vicdan susmuşsa orada birey de zamanla içten içe çürümeye başlar. Bireyin bu çürümesi bir yangın gibi yayıldığında zamanla toplumun kendisi de çürümeye başlar.
Bu çürümenin temelinde, bireylerin ‘Biz’ bilincinden uzaklaşarak yalnızca kendi çıkarlarını gözettiği bir bencillik yatar. Liyakatin yerini kayırmacılık, dürüstlüğün yerini aldatma, ortak faydanın yerini kişisel menfaat aldığında, toplumun değerleri sarsılır. Kurumlar, varoluş amaçlarından saparak içi boşalmış birer kabuğa döner. Adalet dağıtması gereken hukuk, güçlünün sopası haline gelir; bilgi üretmesi gereken eğitim ise vasatlığı yücelten bir çarka dönüşür.
Ancak bu çürüme, toplumun kaderi değildir. Çözüm yine bireyin kendisinde, vicdanının sesini yeniden duymasın da ve ‘ben’ hapishanesinden çıkıp ‘biz’ diyebilmesinde saklıdır. Bu, her şeyden önce bir ahlaki uyanış ve irade gerektirir. Suç nasıl ki bireyde başlayıp yayılıyorsa, yeniden doğuş da adaleti ve dürüstlüğü hayatının merkezine koyan bireylerin omuzlarında yükselecektir.
Unutmamalıdır ki en karanlık gecenin ardından doğan şafak, o karanlığa inat direnenlerin eseridir.”
Medeni dünyadan Sarayova’da insan avı partisine katılan para babaları
Modern savaş tarihinin en uzun kuşatmalarından biri olan 1992-1996 yılları arasındaki Saraybosna Kuşatması sırasında yaşandığı öne sürülen insanlık dışı olaylar yıllar sonra yeniden gündeme geldi. İşin en iğrenç tarafı ise küçük yaştaki çocukların öldürülüş anını seyretmenin bedelinin çok daha fazla olmasıymış.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen zengin kişilerin, yalnızca “eğlence ve kişisel tatmin” amacıyla sivilleri rastgele vurma fırsatı için müracaat ettikleri ortaya çıktı. “Sarayova Safarisi” adı altında reklam edilen bu insan avına rağbet eden pek çok zengin öldürülme anını daha iyi görebilmek için elverişli mevkilere muazzam paralar ödemişler. 80-100 bin dolar arası rakamlar dile getiriliyor.
“Kanadalılar, Ruslar, Amerikalılar ve tüm Batı ülkelerinden zengin insanlar, sivilleri vurmak için büyük miktarlarda para ödüyorlardı” ifadelerini kullanan İtalyan yazar, araştırma sonuçlarını kamuoyuyla da paylaşıyor. Haberi bize AA Muhabiri Hamide Coşkun aktarıyor:
“10 binden fazla insanın hayatını kaybettiği Saraybosna’daki kuşatmaya dair ‘keskin nişancı turizmi’ ve ‘insan safarisi” iddiaları, aradan geçen onlarca yılın ardından yeniden soruşturuluyor. İtalya’da Bosna Savaşı’nda ‘eğlence’ maksatlı keskin nişancılık yapanlar soruşturuluyor.
Milano Cumhuriyet Başsavcılığı, 1992-1995 yılları arasındaki ‘Saraybosna Kuşatması’na katılan ve ‘hafta sonu keskin nişancıları’ olarak tanımlanan kişileri araştırıyor. ‘Eğlence’ amacıyla bu hafta sonu turuna katıldıkları iddia edilen İtalyanların, cuma akşamları İtalya’nın doğusundaki Trieste kentinden hareket edip hafta sonunu Saraybosna’da geçirdikleri belirtiliyor:
Bu kişilerin, Sırp keskin nişancılara günümüzün değeriyle 80 ila 100 bin dolara karşılık gelen bir meblağ ödedikleri ifade ediliyor.”
Deneyimli gazeteci Ardan Zentürk de Saraybosna Kuşatması sırasında bu tür haberlerin kulağına çalındığını duyurmuştu. Her nedense o dönemde paylaşılamayan bu gözlem, İtalyan gazetecinin güncel haberinden sonra Zentürk tarafından şimdilerde dillendirildi.
Öte yandan Gazze olaylarına, açlık ve katliama çocuk ölümlerine göz yuman batılı ülkelerin kendi içindeki çürümelere nasıl göz yumduğunu ve şimdiye kadar taşıdığı insani değerlere nasıl sırt çevirdiğini açıkça görmekteyiz.
Kilisenin kirli geçmişi
8 Aralık 2025’ tarihli New York Post gazetesindeki haberde şöyle deniliyordu: “New York’taki Roma Katolik Kilisesi ile 1300 istismar mağduru, çocuk istismarı iddialarını çözmek amacıyla arabuluculuk sürecine giriyor. Bu durum, ABD’de bir Başpiskoposluk tarafından ödenecek en yüksek tazminatlardan biriyle sonuçlanabilir.”
Haberi aktaran Gürbüz Evren başka örnekler de veriyor:
“Haberin içeriğini okuyunca Katolik Kilisesinin adının karıştığı birçok kötü olayı ve skandalı anımsadım. Bunlardan biri de Kanada’da, 2021 yılında kiliselerin bahçelerinde ortaya çıkarılan ve içinde binlerce çocuğun bulunduğu toplu mezarlardı.
Mezarlara gömülü olanlar ise Kanada Kızılderililerinin çocuklarıydı. Bu gerçek, Kanada’ya gelen Avrupalıların, yerli kültürünü yok etmek ve Hristiyanlığı yaymak için neler yaptıklarının somut göstergesi olarak karşımızda duruyor.
Katliamın başlangıcı, Kanada’da, 1820’de Katolik kilisesine bağlı yatılı okulların kurulmasına kadar uzanıyor. Bu okulların resmilik kazanması ise önce 1876, ardından da 1892 yıllarında çıkarılan iki yasa ile olmuştu.
Dönemin Kanada Hükümeti ve Kilise vahşi, barbar, dinsiz, putperest olarak nitelendirdiği yerli kabilelerini ıslah etmenin yolunun, onların Hristiyanlığı seçmeleri ve kültürlerini unutmalarından geçtiğine inanıyordu.
Ama asıl hedef, yerlilerin topraklarına el koymak, beyazların ilerleyişi önündeki en önemli engeli kaldırmaktı. Bunun için yerli çocukların ailelerinden zorla da olsa alınarak, kilisenin yatılı okullarına getirilmesi gerekiyordu.
Okullarda hedef, ‘5-18 yaş aralığındaki bu çocukların içindeki Kızılderili’yi öldürmek ve beyazların çoğunlukta olduğu topluluklara entegre olabilmelerini sağlamak’ şeklinde belirlenmişti. Dönemin Kızılderili İşleri Bakanlığı, söz konusu okulların kurulması, sayılarının hızla artması için her türlü kolaylığı sağladı.
Bakanlığın politikası sayesinde, yaklaşık 150 bin yerli çocuğu bu okullardan geçti. Bunlardan yaklaşık 50 bini öldü ya da öldürüldü. Ölenlerin büyük bölümü de kayıtlara ‘kayıp’ ve ‘kaçak’ ibareleriyle not edildi.”
Hatırlatmak gerekir: Bir benzerini de 1938’deki katliam sürecinde “Dersim’in Kayıp Kızları” belgeselinde izlemiştik.
Batılı Almanya’dan kimi örnekler
Almanya’da 1946 ila 2014 yılları arasında Roman Katolik Kilisesi’ne bağlı rahiplerin 3.600’den fazla çocuğa cinsel tacizde bulunduğu ortaya çıktı. Katolik Kilisesi tarafından üniversitelere yaptırılan bu araştırmanın 25 Eylül’de yayımlanması planlanıyordu. Alman Spiegel Online internet sitesi raporla ilgili verileri paylaştı. Araştırmaya göre Almanya’da 1.670 din adamı, 3.677 çocuğa cinsel saldırıda bulundu.
Passau Üniversitesi’nin kilisede taciz olaylarını incelediği araştırmada, 1945 yılından bu yana Passau kentinde yaklaşık 700 çocuk ve gencin cinsel istismara, fiziksel şiddete uğradığı ortaya çıkarıldı. Cinsel istismar ve fiziksel şiddet: “1945’ten 2022’ye Passau piskoposluğunda Katolik rahipler tarafından reşit olmayanlara yönelik saldırılar” başlığını taşıyan araştırma, Passau Üniversitesi bünyesinde tarihçiler tarafından oluşturulan bir grup akademisyen tarafından yapıldı.
Tarihçi Marc von Knorring’in başkanlığında yürütülen araştırma üç yıl sürdü. Bu süre zarfında yaklaşık 2 bin 400 rahibin personel dosyaları incelendi; 25 cinsel istismar ve fiziksel şiddet kurbanı ile 35’e yakın tanıkla görüşmeler yürütüldü.
Çürümenin ve yozlaşmanın bizdeki örnekleri
Son günlerde yaşadığımız pek çok örnek bu konuda Batılılardan çok da “geride” kalmadığımızı gösteriyor. Kara para, bahis oyunları, taciz, tecavüz, rüşvet, sahte diplomalar, kadın cinayetleri, rüşvet alan bazı bakanlar ile AKP’li kimi şahsiyetlerin daha üst makamlara atanarak ödüllendirilmesi gibi vakalar yağmur gibi başımıza yağıyor.
Ulusal ve küresel düzeyde yeni türeyen çeteler ülkemizde cirit atıyor; silahlı hesaplaşmalara dair haberler duyuluyor. 50 milyar dolarlık bahis oyunları futbol camiasının neredeyse tamamını sarsan ve liglerin kaldırılmasına yol açabilecek depremlere yol açıyor.
Resmi bahis sitesine sahip kulüp yöneticilerinden söz ediliyor. Bu sitelerin ciroları milyar dolarları buluyor. Bu tabloya tefecilik ve sanal kumar da eklendiğinde toplumsal yozlaşmanın ve çürümenin nedenleri de açığa çıkıyor; giderek milli tehlike halini alıyor.
Bahis ve kumar oyunlarındaki çürümenin esas yöntemi şudur: İster planlı isterse rastlantı sonucu olsun, bir kişinin büyük meblağlar kazanması on binler, yüz binler ve milyonlarca kaybedenin tüm hayatını karartıyor, icabında intihar ve cinayetlere yol açabiliyor. Ama kazanan bunu düşünmüyor, başkalarının felaketine yol açtığına aldırmıyor bile.
TBMM lokantasında stajyer olarak çalışan kız çocuklarının bile cinsel istismara maruz bırakılmış olması can yakıyor. MESEM programı kapsamında işyerlerinde çalıştırılan çocuk yaştaki gençlerin uğradıkları taciz, tecavüz, şiddet vakaları sıradan işler kapsamında görülüyor. Ağırlıklı olarak bazı cemaat ve dini vakıflarla çocuk esirgeme ve ıslahevi gibi bazı kurumlarda basına yansıyan benzeri rezaletler ise neredeyse vaka-i adiyeden sayılıyor. Çözüm noktasında fazla bir çaba da görünmüyor.
Medya Kirlenmesi
Kirlenme ve çürümeden nasibini alan bir başka kurum da ne yazık ki yazılı ve görsel medyamız. Ortadoğu ve ülkemizdeki çalkantıların da katkısıyla giderek ortan yozlaşma ve çürüme tahammül edilemez bir seviyeye ulaşmıştır. Bunun doğal sonucu olarak halkın çıkarlarına zarar veren haberlere ağırlık verilmiş; mesleki etik yerine piyasa kurallarına değer veren anlayış kabul görmeye başlamıştır.
Bağlı olduğu iktidar veya sermaye grubuna göre sık sık tavır ve yön değiştiren medya grupları çıkar çatışmalarının tarafı haline gelmiştir. Yaşayabilmek için iktidara ve çıkar gruplarına muhtaç hale gelen medya organlarından tarafsız ve gerçekçi haber-yorumlar beklemek ise yanılgılara neden olmaktadır.
Son birkaç yılda yaşanan medya operasyonlarının arkasındaki karanlık güçlerin iktidarlarını pekiştirmek uğuruna bizleri getirdiği nokta kirliliğin ve çürümüşlüğün zirvesi olmuştur.
Siyaset alanındaki kirlenme daha da vahim. Tipik örneğini savaş ve barışa bakış açılarında görmek mümkündür. Özel olarak OHAL döneminden günümüze Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada kanun ve kural tanımadan gerçekleşen siyaset, kültür, yargı, emniyet, asayiş ve diğer toplumsal alanlardaki keyfi uygulamalar da kirlenme, çürüme ve yozlaşmanın bariz örneklerinden sayılır.
Tam da sırası gelmişken Zelal Sadak’ın Numedya 24’teki 17 Kasım 2025 tarihli “Toplum kendini aklarken çürümeyi kim üstlenecek?” başlıklı makalesinden uzunca bir alıntı yapmalıyım.
Bir toplumun çözülüşü nasıl olur?
“Toplumsal çözülmeyi ya da sıkça duyduğumuz çürümenin varlığını söyleyebilmek için toplum denen olgunun ne olduğunu belki de hatırlamak gerekir. Tek başına duran bir şeklin ölçüsü, kusuru ya da formu ancak diğerleriyle kıyaslandığında görünür olur. İnsan davranışları da böyledir. Birey, kendi tutumunu ve eylemlerinin etkisini ancak ötekiyle karşılaştığında fark eder. Bu karşılaşma kimi zaman gerilim yaratır, kimi zaman yeni bir anlayış alanı açar. Toplum ise bu karşılaşmaların toplamıdır: Çemberlerin birbirine değdiği, kesiştiği, sınır çizdiği veya yeni alanlar açtığı ilişkisel bir yapı.
Bugün artık ‘normal’ olarak kabul edilen, mahcup hissettirmeyen küçük değişimlerin toplamı, toplumun bütün katmanlarında hissedilen bir güven krizine dönüşmüş durumda. Güven yalnızca duygusal bir ihtiyaç değil; toplum dediğimiz yapının işleyebilmesi için gerekli olan temel bir bağ dokusudur. O dokunun gevşemesi, tahrip olması sadece bireysel ilişkilerde değil; devlet, yerel yapılar, örgütler, kamu kurumları gibi yapılar ile toplum arasındaki ilişkide de ciddi bir aşınma yaratıyor.
Türkiye kamusal alanda yoğun ahlaki tartışmaların yaşandığı bir ülke… Siyasetten medyaya, gündelik sohbetlerden akademik tartışmalara kadar herkes ‘iyi’ ve ‘kötü’ üzerine keskin kanaatlere sahip. Fakat bu kadar güçlü ahlaki söyleme rağmen, etik dediğimiz sorumluluk alanı oldukça zayıf.
Bu çelişki hem bireysel ilişkileri hem de devlet kurumlarını aynı anda belirliyor. Türkiye’de yasalar kâğıt üzerinde sağlam; anayasal güvenceler, haklar ve prosedürler belirli. Ama toplumun büyük bir kısmı yasalara güvenmiyor. Çünkü sorun yasaların varlığında değil; uygulanışında.
Yasaların gerektiğinde ‘esnetilmesi’, ‘zamana yayılması’ ya da tamamen göz ardı edilmesi; bir gecede yasaların değişebilmesi, insanların yasalara ve kurumlara duyduğu güveni derinden sarsıyor. Bu tutarsızlık tarihsel olarak yeni değil; fakat son yıllarda çok daha görünür hale geldi. 1990’lardaki OHAL uygulamaları, hukuk devleti ilkesinin askıya alınmasının sonuçlarını açıkça göstermişti. Bugün ise CHP’ye yönelik yasal usulsüzlük iddiaları ya da bir gecede değişen kararlar, yasaların siyasal konjonktüre göre şekillenebildiğini hissettiriyor.
Yasa var ama işlemiyor. Kamu kurumları var ama güven üretmiyor. Kural var ama pratikte karşılığı yok. Sonuç olarak: Yurttaş devlet aygıtının ürettiği yasalara güvenmiyor. Devlet kurumları kamusal sorumluluk taşımıyor. Bürokrasi kendi iç ritmine sıkışmış durumda. Yargı tutarlılık üretemiyor. Çünkü etik ölçüler aşınmış durumda.
Bu kadar geniş bir alanda güvenin çökmesi bireysel ilişkilere de yansır. Ya da bireysel ilişkilerdeki güvensiz zemin, kurumların etik ölçülerini umursamamasına ve onları ilke olmaktan çıkarmasına zemin hazırlar. Kurumların güven vermediği bir toplumda bireyler birbirine güvenemez. Güven, toplumsal bir atmosferdir; çöktüğünde yalnızca kurumlarla yurttaş arasındaki bağ değil, bireylerin birbirleriyle kurduğu en küçük bağ da zayıflar.
Etik yokluğunun en görünür olduğu alanlardan biri ise sosyal medya. İnternette milyonlarca insanın aynı anda bir ‘ahlaki yargı’ etrafında toplandığı linç kültürü, günümüz toplumunun en belirgin çelişkilerinden birini ortaya koyuyor. Bir kişinin kusuru, hatası ya da çoğu zaman doğruluğu bile kanıtlanmamış bir iddia saniyeler içinde dolaşıma giriyor. Ve milyonlarca kullanıcı, kendisini ‘ahlaki üstünlüğün temsilcisi’ gibi görerek o kişiyi linç ediyor.
Ancak şu soru hâlâ cevapsız: Eğer linç eden herkes bu kadar ahlaklıysa, bu kadar ‘ahlaksızlık’ nasıl oluyor da hâlâ devam ediyor?”



