Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Kawe Karzan yazdı |

İran: Savaşa hazırlanırken

Kawe Karzan yazdı |

Ancak şimdi İran, tam anlamıyla stratejik bir yol ayrımında. Zayıf bir tepki verirse itibarı sarsılabilir; sert bir karşılık verirse her şeyini kaybetme riskiyle yüzleşebilir. Bu ikilemi değerlendiren kimi yorumcular, ‘Onun zehir kadehi, belki de 1988’de Humeyni’nin kadehinden daha acı ve öldürücü olabilir’ diyor.

Kawe Karzan

Ortadoğu’da olaylar baş döndürücü bir hızla akıyor; savaşın ateşi her geçen gün daha da yükseliyor, barış dışındaki ihtimaller ise giderek solgunlaşıyor.

Sert itirazlara rağmen, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun savaş kabinesi Gazze’nin tümden işgaline onay verdi. Gündemde yalnızca bu da yok; Hizbullah ve Haşdi Şabi örgütlerinin silahsızlandırılması da masada.

İran ise, bu savaşta kolayca kayıp vermeyeceğini göstermek istercesine bütün gücüyle direnme sinyali veriyor; “Teslim olmayacağız, direneceğiz” dercesine hem siyasi hem askeri cephede bir duruş sergiliyor.

Nereye varacağı hâlâ belirsiz olan bu İran–İsrail gerilimi, her iki halk için de ağır bir kâbus; ancak özellikle İran halkı için bu kâbus, gündelik hayatın üzerine çökmüş koyu bir gölge gibi.

Bir yandan Avrupa’nın önde gelen bazı ülkeleri, Filistin devletini resmen tanıyacaklarını ilan etti. Bu adım, yalnızca diplomatik bir hamle değil; önümüzdeki dönemde bölgenin siyasi dengelerini kökten sarsabilecek bir kırılma noktası olarak görülüyor.

Geçtiğimiz hafta İran’ın devlet yapısında dikkat çekici değişiklikler yaşandı. Olağanüstü bir kararla, “Ulusal Savunma Konseyi”nin yanı sıra, doğrudan Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney’e bağlı çalışacak ayrı bir “Savunma Konseyi” kuruldu. Resmî gerekçe, İran ile İsrail arasındaki savaş olarak açıklandı. Ancak asıl önemlisi, bu adımın İran’ın uzun vadeli bir savaşa hazırlandığını açıkça göstermesiydi. Tahran, savaşın hâlâ kapıda olduğuna ve tehlikenin uzaklaşmadığına inanıyor.

ABD ile İran, onlarca yıl boyunca doğrudan bir askeri çatışmaya girmemek için, ince ve tehlikeli bir ip üzerinde yürüdüler. İki taraf da özellikle sıcak çatışmadan kaçınmayı temel strateji olarak benimsedi. Washington’daki birçok başkan, Ortadoğu’da patlayacak büyük bir savaşın tehlikesini bilerek, İslam Cumhuriyeti’ne karşı güç kullanmaktan geri durdu.

Fakat “barışın başkanı” olma sözüyle iktidara gelen Donald Trump, bu çizgiyi aştı. İran’ın nükleer tesislerine doğrudan askeri saldırılar düzenleyerek dramatik bir rota değişikliğine gitti. Tüm eski kuralları hiçe sayan bir başkanın ikinci dönemindeki en çarpıcı hamlesi buydu. Eşi benzeri görülmemiş bu gelişme, dünya genelinde büyük bir endişe dalgası yarattı.

Bu süreçte, askeri ve pratik alanda da hummalı hazırlıklar yürütüldü. İran’ın nükleer tesislerinin yerlerinin değiştirilmesi tartışmaları yoğunlaştı. Devlet yetkilileri, halka hitaben yaptıkları konuşmalarda “direniş” ve “toprak bütünlüğüne sahip çıkma” çağrıları yaptı. İsrail ise Tahran halkına doğrudan seslenerek başkenti boşaltmaları yönünde uyarıda bulundu.

Tarafların peş peşe yaptığı bu sert açıklamalar, yakın gelecekte yeni bir askeri gerginliğin kaçınılmaz olabileceğini düşündürüyor. Ortadoğu’nun genel tablosuna bakıldığında bu ihtimal hiç de uzak görünmüyor.

Şu sıralar güvenli bir sığınakta korunan İran’ın 86 yaşındaki dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, kırk yılı aşkın süredir en değerli varlığı olarak gördüğü İslam Cumhuriyeti’ni korumak için sabırla, uzun vadeli bir satranç oyunu oynuyor; her hamlesini titizlikle ve stratejik bir hesapla yapıyor.

Ancak şimdi İran, tam anlamıyla stratejik bir yol ayrımında. Zayıf bir tepki verirse itibarı sarsılabilir; sert bir karşılık verirse her şeyini kaybetme riskiyle yüzleşebilir. Bu ikilemi değerlendiren kimi yorumcular, “Onun zehir kadehi, belki de 1988’de Humeyni’nin kadehinden daha acı ve öldürücü olabilir” diyor.

İran bu savaşı istemiyor. Yalnızca 12 gün süren son çatışmalarda, İsrail’in acımasız saldırıları, sekiz yıl süren Irak–İran savaşının toplumda bıraktığı gölgeden bile derin izler bıraktı. Bugün “İsrail’i haritadan silme” gibi sert söylemler geride kalmış görünse de, 1979 Devrimi’nin ardından kurulan İslam Devrim Muhafızları Ordusu hâlâ ABD’den intikam alma yemini ediyor.

Ancak dış tehditler ne kadar ciddi olursa olsun, İran’ın en büyük meselesi kendi halkıyla yaşadığı derin kriz. Diplomasi masasında ABD ve İsrail’le anlaşmaya varılsa bile, ülke içindeki bu toplumsal ve ekonomik yaralar rejimi temelden sarsmayı sürdürecek. Ülkenin dört bir yanında derinleşen ekonomik kriz, su, elektrik ve doğal gaz kesintileri, halkı dışarıdan gelecek bir saldırıdan daha ağır biçimde etkiliyor. Yaz ortasında hayatı felce uğratan kesintiler, sabrı taşırıyor, öfkeyi büyütüyor.

Mesud Pezeşkian’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının üzerinden bir yıl geçti. Bu süre zarfında ne seçim vaatleri yerine getirildi ne de dış politikanın üç ana başlığında ilerleme kaydedildi. Halkın taleplerine yanıt vermek ve ekonomik krizi hafifletmek konusunda da fiilen başarısız olundu.

Zaten birçok gözlemciye göre, halkın büyük kısmı geçmiş seçimlerden edindiği tecrübeyle, cumhurbaşkanlığının gerçek güce sahip olmadığını, tüm kararların Dini Lider ve Devrim Muhafızları’nın elinde toplandığını biliyordu. Muhafızlar Konseyi ve denetim mekanizmaları, öylesine kapalı bir siyasi alan yaratmıştı ki, “gerçek seçim” kavramı çoktan ortadan kalkmış, geriye yalnızca bir vitrin kalmıştı.

Yine de küçük bir kesim sandığa gitti. Onların önemli bir bölümü, “Eğer Celili gelirse savaş çıkar” kaygısıyla Pezeşkian’a oy verdi. Ancak bu beklentinin ne kadar temelsiz olduğu kısa sürede ortaya çıktı.

Seçim sonuçları, kökten dincilerden reformistlere kadar tüm iktidar bloklarının azınlıkta olduğunu gözler önüne serdi. Resmî rakamlara göre %40 olan katılım oranının gerçekte çok daha düşük olduğu ortaya çıktı. Halkın mesajı açıktı: “Size ve seçimlerinize inanmıyoruz.”

Pezeşkian’a yakın çevreler, onun “sistemin tercihi” olduğunu, hem dış dünyayla ilişkileri geliştirmek hem de iç taleplere yanıt vermek gibi ikili bir misyonu bulunduğunu savunuyordu. Önde gelen bazı düşünürler ise, gerçek bir değişim için üç temel adım atması gerektiğini belirtiyordu:

1-ABD ve Avrupa ile ilişkileri yeniden düzenlemek

2-Halkın siyasi ve sosyal taleplerini karşılamak

3-Ekonomik krizleri çözmek

Ancak bir yıl sonunda bu adımların hiçbiri atılmadı. Aksine, ülke savaşın ortasında kaldı. Değişim umuduyla yola çıkan Pezeşkian, kendini çatışmanın tam merkezinde buldu.

Bu tabloda en ağır bedeli yine halk ödüyor. Zira İran toplumu, savaş tehlikesinin yanı sıra, uzun süredir başka bir savaşın içinde: ekonomik savaş. Susuzluk, elektriksizlik, geçim derdi… Cephe değişmiyor, yalnızca silahların şekli farklılaşıyor.

Reform ve referandum talepleri artarken, rejimden demokratik bir açılım gelmedi. Demokratikleşme ihtimalinden uzak duran İran yönetimi, halkın tabandan yükselen tepkisine karşı giderek daha kırılgan bir hâle geliyor. Hayatın dayattığı ağır şartlara bir de dış saldırılar eklenirse, rejimin toparlanma şansı iyice azalacak.

Ve şu sorular kaçınılmaz biçimde akla geliyor: İran, gerçekten amansız saldırılara ne kadar dayanabilir? Savaşa hazır olduğunu söylemek, gerçeği ne ölçüde yansıtır?

Kesin olan tek şey var: Yeni bir savaş dalgası, halk için tam anlamıyla bir felaket olacaktır. Ve bu felaketin bedelini ne İsrail ne de İran devleti ödeyecek. Bedel, yine halka yazılacaktır.

Benzer Haberler