Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Amed DİCLE yazdı

Kimyasallar Süreci Zehirliyor

Amed DİCLE yazdı

Askeri komuta kademeleri, MİT yöneticileri ve siyasi irade arasında çözüm sürecine dair net bir eşgüdüm olmadığı açık. Bazı birimler sahayı bastırarak süreci kendi denetiminde şekillendirmek isterken, bazı aktörler daha dikkatli ve kontrollü bir ilerleme arayışı içerisindedir.

Amed DİCLE

Modern devletlerin krizi yalnızca yönetsel zaaflarla değil, aynı zamanda çözüm iradesinin ne kadar tutarlı ve ahlaki olduğu üzerinden de ölçülür. Türkiye’nin Kürt sorununa dair son dönemdeki yönelimi, bu bağlamda yalnızca bir güvenlik problemi değil; aynı zamanda siyasi bütünlük, toplumsal meşruiyet ve etik sorumluluk açısından da ciddi bir sınavdır. “Çözüm” kelimesinin yeniden telaffuz edildiği, ancak sahada bununla çelişen uygulamaların sürdüğü bir eşikteyiz. Bu çelişki yalnızca askeri değil, siyasal aklın kendisiyle yüzleşmesini de kaçınılmaz kılıyor.

Bu tablo, özellikle sahada yaşanan gelişmelerle daha da belirginleşiyor. Irak Federal Kürdistan Bölgesi’ne yönelik askeri operasyonlar, sadece askeri bir refleks değil; çözüm söyleminin altını boşaltan sistematik bir baskı stratejisi halini aldı. HPG Basın İrtibat Merkezi’nin 29 Mayıs tarihli açıklamasına göre, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Metîna’daki Şêlazê ve Batı Zap’taki Girê Amediye bölgelerinde bulunan tünellere 21-27 Mayıs tarihleri arasında 27 kez yasaklı patlayıcılar atıldı. Aynı açıklamada, Amediye Tepesine 21-26 Mayıs tarihleri arasında en az 7 kez kimyasal gaz kullanıldığı bilgisi de kamuoyuyla paylaşıldı.

Saldırılar bununla sınırlı kalmadı. Obüs atışları, zırhlı araç destekli yıkım girişimleri, patlayıcı yüklü dronlar ve teknik müdahaleler, çatışmasızlık çağrılarının sahada karşılık bulmadığını açıkça ortaya koyuyor. Oysa bu dönemde PKK, 12. Olağanüstü Kongresi’nde silahlı mücadeleyi sonlandırma kararını açıklamış ve süreci siyasal zemine çekmeye dönük güçlü mesajlar vermişti.

Yerel kaynaklar, sahadaki saldırıların bazı bölgelerde tamamen durduğunu, bazı yerlerde aralıklarla sürdüğünü, bazı alanlarda ise kesintisiz devam ettiğini aktarıyor. Bu farklılaşma, ilk bakışta bir askeri planlamanın sonucu gibi görünebilir. Ancak dikkatle bakıldığında, bunun bir “strateji” değil; devletin farklı kurumları arasındaki çelişkili tutumların sahaya yansıması olduğu görülüyor. Bir başka deyişle, sahadaki tablo, askeri emir-komuta birliğinden çok, siyasi ve bürokratik çatışmaların haritası gibi görünüyor.

Askeri komuta kademeleri, MİT yöneticileri ve siyasi irade arasında çözüm sürecine dair net bir eşgüdüm olmadığı açık. Bazı birimler sahayı bastırarak süreci kendi denetiminde şekillendirmek isterken, bazı aktörler daha dikkatli ve kontrollü bir ilerleme arayışı içerisindedir. Ancak bu uyumsuzluk, sonuçta her iki hattın da birbirini sabote etmesine neden olmaktadır. Bu, yalnızca teknik bir kriz değil; sürece dair niyetlerin dahi örtüşmediğinin en açık göstergesidir.

Devletin çözüm süreciyle ilgili bugüne kadar hiçbir somut adım atmaması, yalnızca bir zamanlama sorunu değildir. Ne bir yasal güvence sunulmuş, ne anayasal düzeyde bir hazırlık başlatılmış, ne de toplumsal uzlaşıyı besleyecek bir dil kurulmuştur. AKP iktidarı, süreci yalnızca bir taktiksel alan olarak okumakta; sahada üstünlük sağlamaya çalışarak masadaki denklemi belirlemeye çalışmaktadır. Bu yaklaşım, barışı inşa etmeyi değil, muhatabı etkisizleştirmeyi hedefleyen klasik “çöktürme paradigması”nın yeni versiyonudur.

Buna karşın Kürt siyasi hareketi, yeni bir stratejik yönelim içinde olduğunu açıkça ilan etti. Silahlı mücadelenin sona erdirilmesi, demokratik siyaset zemininde örgütlenmenin güçlendirilmesi ve müzakereye açık bir tutum, çözüm için ileri bir adımdır. Ancak bu adıma karşılık verilmediği, hatta bu yönelimin askeri şiddetle bastırılmaya çalışıldığı bir ortamda güven inşa edilemez.

Tüm bu gelişmeler, çözüm meselesinde Türkiye devletinin parçalı yapısının ne denli belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Bir yanda barışa dair umut pompalayan açıklamalar yapılırken, diğer yanda savaşın tüm araçları devreye sokuluyor. Bu çelişki, artık siyasi hesapların ya da güvenlik gerekçelerinin ötesinde, bir devlet politikası olarak çelişki üretme pratiğine dönüşmüş durumda.

Bu yapı içerisinde sürecin samimi biçimde ilerlemesi mümkün değildir. Çünkü çözüm, yalnızca teknik veya zamansal bir mesele değil; zihinsel bir kırılmadır. Oysa bugün yaşanan, eski güvenlik kodlarının yeniden üretildiği, iktidar kaygısıyla barışın ötelenip araçsallaştırıldığı bir süreçtir.

Barış bir retorik değil, bir irade meselesidir. O irade de ancak karşılıklılıkla, şeffaflıkla ve siyasal eşitlikle ortaya konabilir. Bugün yaşananlar, süreci ilerletmek bir yana; onu sabote eden bir güvenlik siyasetinin yeniden hâkim olduğunu göstermektedir. Bir taraf silah bırakırken, diğer taraf toprağa kimyasal bırakıyorsa; o masanın adı müzakere değil, teslimiyet dayatması olur.

Barış, sadece silahların susması değil; devletin kendi içindeki hesaplaşmayı da tamamlamasıdır. Bugün sahada süren saldırılar yalnızca dağları değil, çözümün zeminini de hedef alıyor. Bu süreç, artık Kürtlerle değil; devletin kendi içindeki çelişkilerle yüzleşip yüzleşemeyeceğinin sınavıdır. Çünkü çözümsüzlük artık yalnızca bir tercih değil, bir politik itiraf halini aldı.

Gerçek soru şudur: Türkiye devleti, Kürt sorununu çözmeye mi çalışıyor; yoksa onu yöneterek kendi krizini ötelemeye mi?

Benzer Haberler