Amed DİCLE
Yıllardır savaşın ve belirsizliğin eksilmediği Suriye’de şimdi sessiz ama derin bir diplomasi trafiği yaşanıyor. Rojava ile Şam yönetimi arasında sürdürülen temaslar, yalnızca yerel bir uzlaşma arayışı değil, aynı zamanda bölgedeki güç dengelerini, Türkiye’nin Kürt politikasını ve uluslararası aktörlerin stratejik konumunu doğrudan etkileyebilecek bir süreci temsil ediyor.
Son günlerde bazı basın organlarında, Demokratik Suriye Güçleri (DSG) ile Şam arasında bir anlaşmanın sağlandığına dair haberler yer aldı. Bu iddiaları, müzakere heyetinde yer alan Rojavalı bir yetkiliye sorduk. Yetkili, iddiaları ne doğruladı ne de yalanladı. “Görüşmelerde ilerleme var,” dedi ve özellikle ekledi: “Henüz imzalanmış bir anlaşma yok.”
Yetkiliye göre, süreç dikkatle yürütülüyor. Uluslararası Koalisyon, özellikle de ABD, bu görüşme mekanizmasının doğrudan destekçileri arasında. Yani masa, yalnızca Rojava ve Şam arasında değil, küresel aktörlerin de yakından izlediği bir diplomatik zemin. Bu tablo, sürecin artık yalnızca yerel bir mesele olmaktan çıkıp uluslararası dengeleri ilgilendiren bir aşamaya geçtiğini gösteriyor.
Müzakerelerin en kritik başlığı, Demokratik Suriye Güçleri’nin geleceği veya statüsü. Taraflar, DSG’nin üç tümen şeklinde yeniden yapılandırılmasını tartışıyor. Bu tümenlerin biri Deyrezor’da, biri Rakka’da, diğeri ise Haseke yani Cezire bölgesinde konuşlanacak. Her biri, bulunduğu bölgenin güvenliğini sağlamaktan sorumlu olacak.
Ayrıca iki özel tugay oluşturulması da gündemde. Bu tugayların YAT, yani Anti-Terör Güçleri olması planlanıyor. IŞİD’e karşı yürütülen operasyonlarda etkin rol oynayan YAT, Suriye’nin her bölgesinde operasyona katılabilecek biçimde örgütlenecek. Böylece DSG, hem bölgesel hem de ülke çapında görev alabilecek karma bir yapıya kavuşacak.
Masada konuşulan bir diğer önemli başlık, DSG komutanlarının Suriye Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nda üst düzey görevler üstlenmesi. Bu plan, yalnızca sembolik bir temsiliyet değil, aynı zamanda ortak karar alma ve askeri koordinasyon mekanizmasının güçlendirilmesini hedefliyor.
“DSG ordunun yüzde 30’unu oluşturacak” iddiaları ise, spekülasyon.. Görüşmelerde bu oran değil, belirli pozisyonlar tartışılmış. İsim listeleri hazırlanmış ve Uluslararası Koalisyon’a iletilmiş, ancak henüz nihai onay verilmemiş. Dolayısıyla tablo netleşmiş değil; ancak tarafların birbirine hiç olmadığı kadar yakınlaştığı açık.
Bu gelişmelerin Ankara’daki yansımaları da dikkat çekici. Türkiye’nin tutumunda son dönemde fark edilir bir yumuşama olduğu belirtiliyor. Özellikle PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmesi, Ankara’nın Suriye sahasındaki argümanlarını zayıflattı. Bu argümanların, zaten sahadaki gerçeklikle örtüşmediği uzun süredir dile getiriliyordu.
ABD’li yetkililer, Şam ile olası bir anlaşma için Türkiye ile görüştüklerini ve hatta belli ölçüde baskı uyguladıklarını ifade ediyorlar. Dolayısıyla, Şam’ın uzlaşmaya yanaşması Ankara’dan bağımsız bir süreç değil. Şam’da bugün hakim olan hava, açıkça “çatışma yerine uzlaşma” yönünde.
Ahmed El Şara ve ekibinden oluşan Suriye Geçici Yönetimi de, yeni bir çatışma istemiyor. Ekonomik çöküş, uluslararası izolasyon ve askeri yorgunluk, bu yapıyı daha temkinli davranmaya zorluyor. Şam yönetimi, olası bir savaşın kendisine hiçbir kazanç getirmeyeceğini biliyor. Bu nedenle, uzlaşma onlar için bir zayıflık değil; varlığını koruma stratejisi olarak görülüyor.
Türkiye açısından da tablo basit değil. Eğer Ankara kendi sınırları içinde kalıcı bir çözüm istiyorsa, Suriye’deki olası bir uzlaşmanın önünde engel olmamalı; aksine bu süreci desteklemeli. Çünkü Türkiye’nin Kürtlerle barış mı yoksa çatışma mı yolunu seçeceği, büyük ölçüde Suriye’deki bu denklemin sonucuna bağlı olacak.
Dolaysıyla Türkiye için mesele artık yalnızca sınırların ötesinde yaşanan bir gelişme değil, kendi iç siyasetinin aynasıdır. Kürtler bu aynada bir tehdit değil, bir olasılığı temsil ediyorlar; değişimi, ortak yaşamın yeni biçimlerini, siyasetin yeniden kurulma ihtimalini.
Rojava-Şam hattında sürdürülen bu diyalog, Ankara’ya da ister istemez aynı soruyu yöneltiyor: Kendi yurttaşının sesini duyan, onunla konuşabilen bir siyaset mi inşa edilecek, yoksa sessizlik yeniden devlet aklının dili mi olacak? Cevap, yalnızca Kürtlerle değil, Türkiye’nin kendisiyle kuracağı ilişkiyi de belirleyecek.






 
																								 
 
											 
											