Çatışmada hayatını kaybeden subay bir babanın oğlu… Ama öfke biriktirmedi, cephe değil, köprü kurmayı seçti. Ulaş Bayraktar ile savaşın değil barışın izinde, vicdanın ve sivil siyasetin dilini konuştuk.
Babası bir subaydı. Mesleği gereği savaşın tam kalbindeydi. Ve bir çatışmada hayatını kaybetti. Ulaş Bayraktar için bu sadece bir kayıp değil, aynı zamanda bir dönüm noktasıydı. O, savaşın devamı olan suskunluğu ya da öfkeyi değil, barışın sesi olmayı seçti. Ne intikamın ne de ideolojik kampların diliyle konuştu. Sıradanlaştırılmış düşmanlıkların değil, birlikte yaşamanın imkânını aradı.
Bayraktar bugün bir akademisyen, siyaset bilimci ve aktif bir barış savunucusu. “Barış, en zor ama en hakiki direniştir” diyor. Röportaj boyunca sadece bir bireyin kişisel geçmişini değil, aynı zamanda bu coğrafyada hâlâ filizlenebilecek bir umudun hikâyesini de dinliyoruz. Babasını savaşta kaybetmiş birinin, savaşı değil barışı seçmesi ne demek, birlikte okuyoruz.
Akademisyen Ulaş Bayraktar, Numedya24’ten Ezo Özer’in sorularını yanıtladı.
*5 yaşında babasını yitiren bir çocuktan, 50 yaşında babasını kaybetmesine neden olan sorununun ortadan kalkmasına tanıklık eden bir yetişkine evrildiğiniz bu yolculuğu nasıl tanımlarsınız?
‘Sorunun ortadan kalktığına tanıklık etmek’ demek için biraz erken, hatta belki fazla iyimser olur. Ama bu sorunun çözümünü aramaktan vazgeçmediğimiz bir dönemde yaşıyor olabiliriz – bu bile başlı başına kıymetli. Çünkü babamı kaybetmemin üzerinden 45 yıl geçti ama bu kaybın neye hizmet ettiğini bir türlü anlayamadım. Eğer işe yaramış olsaydı, neden ondan sonra binlerce kayıp daha verildi, bilmiyorum. Yine de bu uzun yolculuğu bir terbiye süreci olarak görebilirim. Acının, kaybın, öfkenin ve anlayamamanın cenderesinde nefrete teslim olmadan, düşmanlık üretmeden, umuda sahip çıkmayı öğrendik belki. Bu terbiyeyi de annemin sağduyusundan aldık sanırım. Barış, bazen büyük sözlerle değil, böyle sessiz terbiyelerle inşa ediliyor.
*Çatışmalı süreçte yakınını kaybeden biri olarak hangi duygu geçişlerini yaşadınız? Size ‘barıştan yana’ tavır aldıran şey neydi?
Barıştan yana bir tavır almamı sağlayan en önemli etken, annemin bizi intikam duygusuyla büyütmemesiydi. Bu yüzden her fırsatta çevremdekilere “Sizin kahramanınız şehit babam olabilir ama benim kahramanım annemdir” derim. Babamı kaybettiğimizde dedemlerin yaşadığı küçük kasabaya dönmüştük ama bir süre sonra annem büyük bir fedakârlık ve cesaretle, hiç yakınımızın olmadığı Mersin’e yerleşti. Bu kararıyla bize sadece coğrafi değil, kültürel olarak da bambaşka bir ufuk açtı.
Mersin’in çok kültürlü yapısı, farklılıklarla bir arada yaşama pratiği benim kişiliğimi de, dünyaya bakışımı da şekillendirdi. O şehirde büyümek, tek sesli ve tek kimlikli anlatıların dışına çıkabilmeyi mümkün kıldı. Ardından iyi eğitim kurumlarında okuma şansım oldu. Böylece toplumsal barışı sadece yaşamsal düzeyde değil, teorik düzlemde de düşünme fırsatı buldum. Mersin Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra da özellikle Güneydoğu Anadolu’dan gelen çok sayıda öğrencim oldu. Onların anlattıkları, paylaştıkları da bana çok şey öğretti. Tüm bu birikim sonucunda, yaşadığım acıya rağmen düşmanlık değil; hak, özgürlük ve eşitlik temelinde bir barış anlayışı geliştirmeye çalıştım.
*Toplumların barışabilmesi için, silahların ortadan kalkması gerekir. Ancak toplumsal barışın sağlanabilmesi için silahların ortadan kalkmış olması yeterli olur mu? Barışın tesis edilebilmesi için neler yapılabilir?
Silahların susması elbette barışa giden yolda hayati bir adımdır. Ancak yalnızca silahların ortadan kalkmasıyla barışın tesis edileceğini düşünmek, barışı mekanik bir süreç olarak görmek olur. Oysa gerçek barış, yalnızca bir ateşkes ya da bir protokol meselesi değildir. Barış, halkların birbirini yeniden duyabilmesi, tanıyabilmesi ve anlayabilmesiyle mümkün olur. O yüzden ‘kurumlar ateşkes yapar, halklar barışır’ diyorum ben. Bu da barışın sadece siyasi değil, kültürel bir dönüşüm meselesi olduğunu düşündürüyor bana. Toplumlar yıllar boyunca çatışmanın ürettiği korkularla, önyargılarla, hatta nefretle yoğruluyor. Bu duygular öyle bir günde ortadan kalkmıyor. O yüzden barış, yalnızca kurumsal düzeyde değil, toplumsal düzeyde de ilmek ilmek örülmek zorunda. Birbirimizin hikâyelerini duymaya, acılarımızı karşılaştırmadan yan yana koyabilmeye ihtiyacımız var. Herkesin yaşadığı kaybın, duyduğu acının hakikat olduğunu kabul edebildiğimiz ölçüde, birlikte iyileşmek mümkün olabilir. Barış, ortak bir hafıza ve ortak bir gelecek tahayyülü gerektirir. Bu da zaman ister, sabır ister ama en çok da irade ister.
*Savaşta yakınlarını yitirenler bu tarihi süreçte nasıl bir rol oynayabilir?
Yakınlarını yitirenler bu süreçte çok özel bir yerde duruyor. Çünkü geçmişi unutmazlar; ama o hatıralarını yalnızca bir öfke kaynağına mı, yoksa bir karşılaşma ve onarma zeminine mi dönüştürecekleri onların elinde. Bu hatıralar yalnızca bir isyanın, bir ağıdın, bir sitemin aracı olduğunda, toplum ‘siz’ ve ‘biz’ diye bölünüyor; herkes kendi tarafının acısını savunmaya başlıyor. Oysa bizim artık birbirimizi can kulağıyla dinlemeye ihtiyacımız var. Neyin neden yaşandığından çok, ne hissettirdiğini duymaya yani. Acılarımızı duygudaşlık üzerinden ortaklaştırabilirsek, buradan birlikte bir adım atılabilir.
Yakınlarını kaybedenler, barış sürecinin en kırılgan ama aynı zamanda en kurucu hafızasını taşıyor. Eğer bu hafıza öfkeyle değil, adalet arayışıyla konuşursa, yeni beyaz sayfalar açılabilir. Bu beyaz sayfaları da Anadolu’nun kadim geçmişini hatırlayarak ve ortak hayaller kurarak doldurabiliriz. Çünkü barış sadece silahların susması değil, birbirimize yeniden şans vermemizdir. Yakınlarını kaybedenler bu şansı isteme ve sunma iradesini gösterebilirse, toplum da onlara kulak verecektir.
*Danıştay Beşinci Dairesi, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan Barış İçin Akademisyenler’in görevlerine dönmelerine ve hak kayıplarının giderilmesine hükmetti. Siz de imzacılardan ve görevinden uzaklaştırılan akademisyenlerden biriydiniz. Size ‘bu suça ortak olmayacağım’ dedirten süreç neydi? Danıştay’ın kararı ne anlama geliyor?
Benim için o bildiriyi imzalamak bir vicdan çağrısına cevap vermekti. Ne bir örgüte yakınlık, ne şiddeti savunmak, ne hendek siyasetiyle özdeşleşmek… Hiçbiri değildi. Aksine, tam da o güvenlik politikalarının işe yaramadığını, yıllardır aynı yöntemlerle sadece acının katlandığını bilen biri olarak, artık başka bir yolun mümkün olduğunu haykırmaktı.
Babamı kaybettiğimizden bu yana aynı acıyı binlerce aile yaşadı. Eğer o politika doğru olsaydı, on binlerce can kaybedilmezdi. O yüzden ben o bildiriyi sadece bölge halkının yaşam hakkı için değil, aynı zamanda bu politikaların bedelini canıyla ödeyen güvenlik görevlileri için de imzaladım. Babam için, onun gibi görev yapanlar için, onların aileleri bir daha bu acıyı yaşamasın diye.
Mahkemede söylemek istediğim şey şuydu: Herkes, savaşın nasıl yürütüldüğünü, kimlerin bedel ödediğini, kimlerin bu düzeni sürdürmekten kazanç sağladığını biliyor. O yüzden ben de sadece “bu suça ortak olmayacağım” dedim. Çünkü bu bildiri bir suç değil, geç kalmış bir itirazdı. İçinde adalet olan, barış olan, yaşam hakkı olan bir itiraz. O imza, benim için sadece bir metnin altına atılmış bir isim değil; yüzümü karartmadan yaşamanın yolu oldu.
Ben 2023’te mahkeme kararıyla görevine iade edilenlerdenim. Danıştay’ın kararı elbette çok kıymetli. Hem hukuki hem de sembolik bir anlam taşıyor. Ama açık konuşmak gerekirse, bu karar bana Ahmet Türk’e konan yurt dışı yasağının kaldırılmasını ya da Ahmet Özer’in ‘terör suçu’ndan beraat etmesine dair geçici iyimserliği hatırlatıyor. Evet, bu adımlar önemli ama devamının geleceğine dair bir garanti yok. Çünkü bakın, Mardin’de hâlâ kayyım yönetimi devam ediyor, Ahmet Özer hâlâ cezaevinde. Bu karar bize bir pencere açıyor, ama o pencerenin kalıcı bir kapıya dönüşmesi için daha yapısal ve kararlı adımlara ihtiyaç var. Bizim yaşadığımız şey sadece bir kişisel ya da mesleki mağduriyet değildi; düşünce ve ifade özgürlüğünün, akademik özerkliğin sistemli biçimde baskılanmasıydı. O yüzden şimdi sadece geriye dönük bir iade-i itibar değil, ileriye dönük bir demokratik güvence ihtiyacımız var.
*Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı ‘bölünmek’le eşdeğer görenler var. Özellikle yerel yönetimler konusunda uzman bir akademisyen olarak, iktidarın kayyım politikasını, yerel yönetimlerin önemini ve AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa Birliği’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı “bölünme” tehlikesiyle eşdeğer gören anlayış, Batı’yı ilkesel bir referans değil potansiyel bir düşman, demokrasiyi ise bir hak değil şekilsel bir gereklilik olarak gören anlayıştır. Oysa mesele Avrupa değil; baksanıza kendi savundukları ilkelerle nasıl çelişir haldeler şimdi. Mesele bu ülkede yaşayan insanların, yaşadıkları yer üzerinde söz ve yetki sahibi olup olamayacağıdır. Ben demokrasiye dışarıdan değil, içeriden, bu toprağın hukukundan bakmayı tercih ederim.
Demokrasi için de, barış için de en sağlam referansım “hemşehri hukuku”dur. 1930’dan beri belediye yasasında yer alan tanıma göre: “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır.”
Şimdi sormak gerekir: Kayyım atanmış bir yerde bu hakların hangisi kullanılabilir? Hangi karar sürecine katılabilirsiniz? Hangi hizmetin hesabını sorabilirsiniz? Yerel yönetimlerin atanmış kişilerle değil, seçilmişlerle yürütülmesi sadece bir Avrupa standardı değil; aynı zamanda bizim kendi yasal sistemimizin ve cumhuriyet fikrimizin de gereğidir. Bu nedenle kayyım uygulamaları yalnızca Özerklik Şartı’na değil, bizzat kendi hukukumuza ve demokrasi anlayışımıza aykırıdır.
×ULAŞ BAYRAKTAR KİMDİR?
Ulaş Bayraktar 1975’te Trabzon’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktorasını Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. 29 Nisan 2017 KHK’sıyla kamudan ihraç edildi. Bayraktar o tarihe kadar Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2023 yılında mahkeme kararıyla görevine iade edildi. Ağırlıklı olarak yerel yönetimler, kentsel siyaset, kamu politikaları ve müşterekler siyaseti alanlarında araştırmalar ve yayınlar yaptı.
Babası Yüzbaşı Beşir Bayraktar, 1980’li yılların başında bir çatışmada öldürüldü. Ulaş Bayraktar, o zaman henüz 5 yaşındaydı. ‘Kahramanım’ dediği annesinin eğitimi, kararları ve ardından kendisinin geliştirdiği barış anlayışı Bayraktar’ı ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisini imzalamaya kadar götürdü.