Bekir Ağırdır
Türkiye’de son yirmi beş yılın hikayesini, her kriz döneminde toplumdan yükselen iki soru özetliyor: “Nerede bu devlet?” ve “Nerede bu adalet?”
Bu sorular artık yalnızca siyasetçilerin ya da akademisyenlerin değil, taksi şoföründen ev kadınına, esnaftan memura herkesin günlük konuşmalarının parçası. Sokakta, evde, ekranda dolaşan en yaygın duygu “adaletsizlik”.
Bu duygunun kaynağına dair farklı açıklamalar var. Kimine göre 15 Temmuz sonrası hızlanan siyasal dönüşüm, kimine göre 2002’den beri süren iktidar stratejisinin son evresi, kimine göre ise Türkiye’nin uzun modernleşme sürecindeki yapısal sorunlar. Ama bakış açısı değişse de ortak bir sonuç var. Adalet duygusu eridiğinde yalnızca hukuk değil, toplumun ahlaki normları da çözülüyor. Hukuka güven azaldığında ortak yaşam iradesi de zayıflıyor.
Son haftalarda ekran yüzleri üzerinden başlayan ve uyuşturucu operasyonlarına uzanan süreç bu kırılganlığın son örneklerinden biri. Türkiye’de adalet algısı uzun süredir geriliyor. Toplum yaşananları sessizce izlese de belleğine kaydediyor. Görünür bir tepki vermese de hukuka dair inancı değişiyor. Bu sessiz dönüşüm yalnızca adalet algısını değil, ülkenin demokrasi kapasitesini de aşındırıyor. Bu nedenle, yargıya güveni tek bir operasyonla yükseltmek artık pek mümkün görünmüyor.
Ak Parti’nin iktidar yıllarına bakıldığında, ülkedeki büyük siyasi kırılmaların çoğunun doğrudan yargı süreçleri aracılığıyla görünür hale geldiğini görüyoruz. Bu yirmi üç yılı ve toplumun yargıyla ilişkisini davalar üzerinden analiz etmek mümkün. Darbe girişimleri, hükümet-asker çatışması, siyasi partilerin kapatılması davaları, örgüt suçlamaları, yolsuzluk iddiaları, ifade özgürlüğü davaları, yerel yönetimlere müdahale süreçleri… Tüm bu başlıkların ortak bir noktası var. Yargı, bu dönemde siyasetin en sert mücadelelerinin sahnelendiği bir alan haline geldi.



