BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Ziza Rumas yazdı |

Küsüreç

Ziza Rumas yazdı |

Ziza RUMAS

Karı-koca elli yıla yakın evliliklerinin tamı tamına yirmi beş yılını küs bir şekilde yaşamışlardı. Onca yıl aynı evin farklı odalarında gün geçirmiş, yemekleri ayrı pişmiş, bulaşıkları farklı süngerle yıkanmış, çamaşırları ayrı yıkanıp ayrı kurumuşlardı.

Nedenine gelince: Koca sıfatlı emekli devlet memurunun uzun dili, ilk yıllarda savaşı andıran kavgaları başlatmış, sonraki zamanlarda cephelerde karşılıklı mühimmat bitince büyümüş çocuklarının yüzü-suyu hürmetine boşanmayı akıllarından bile geçirmeden karşılıklı sessizliğe bürünmüşlerdi.

Tanışmamız aynı mahalleye taşınmamızın ardından hayırlı olsun niyetine gelip karşıma oturmasıyla olmuştu. Ben teşekkür edip çayımı ikram edince kendisi iki saatten fazla söz hakkı tanımadan konuşmuş, içeri giren misafir kafilesi sayesinde nefes alabilmiştim. Öyle olmasaydı eğer memurluğunun ilk gününden o güne kadar yaşadığı her şeyi anlatacak kadar bitmek bilmeyen bir enerjiye sahipti. Sonraları hanımının naifliğini ve hayatın karşısındaki bilge duruşunu bizatihi kendisiyle sohbet ederek öğrenince pek mi pek konuşkan kocasıyla aynı yere denk gelmemeye, lafı başlatacağı bir anı yakalamamaya başladım. Uzun ve bitmek bilmeyen konuşmasının zamanla evlerine misafir gitmemesine neden olduğunu ve hanımının yaşadığı kocaman yalnızlığını kocasız daha büyük bir sessizlikle yendiğini düşündüm.

Pandeminin başladığı yıl, kışı bahara bağlayan mart ayının ortasında, son bir umut barışmışlardı. Bir bütün mahalle şaşkınlıkla olayı öğrenmiş, bir yandan sevinmiş bir yandan da önceden denenip başarısız olan bu yepyeni sürecin aynı neticeye varacağı korkusunu yaşıyorduk. Belki de dünyayı kasıp kavuran ölüm temalı korku filmi, onları yeniden bir araya gelmeye mecbur kılmıştı. Geçmiş acılardan alınan ders ile ölümün korku salan gölgesine inat umudu sırtlanmış hayallerini yarına taşıyacaklar mı diye merak ederken bir sabah ikisinin de hastalığa yakalandığını öğrendik.  Bir hafta içinde karı-koca birlikte bu dünyadan göç ettiler. Onlar giderken, umutları hayalleriyle toprağa; evleri daha büyük bir sessizliğe; eşyaları ikinci elcilere kaldı.

Bu kısa hikâyeyi neden yazımızın girizgâhı yaptığımız doğu anlatıcılığının kalıplaşmış metodolojisine olan bağlılığımızdan ziyade bugünde yaşadıklarımızı anlama çabasından başka bir şey değil.

Umudun çorak toprağa ekildiği coğrafyamızın fertleri olarak hasattan ırak olduğumuzun ölçüsünde soframızda öylece duran boş kapların başındaki intizarımız da devam ediyor. Bu boşluğa dalış hali ya da verimsizliğin müsebbibi acaba doğa döngüsünün iklimsel krizleri mi yoksa bir bütün bizlerin bahse konu tabiat mekaniğinden kopuşumuz mudur? Evet, suça karışanın ikinci şıkta olduğu su götürmüyor zira insan var olduğundan beri büsbütün emelleriyle bu kopuşun yararına çıkar gözeten açgözlülüğü sayesinde bugüne kadar gelebildi. İlk şıkkın, ikincinin günahlarının sonucu olduğunu dillendirmeye bile gerek yok. Nasıl ki ilk araçsal fikrin eseri taş aletlerden günümüz yapay zekâyla işleyen cihazlarına kadar insanın hükmü yerkürede nam salıyorsa, uzaklarda bir yerde, evrenimizin bir köşesindeki birileri, bizleri uzaktan temaşa eyleyip ‘gezegenlerinin sonunu getiren kemirgenimci bakterimsi’ olarak tanımlıyor olabilme ihtimalimizin de namımızdan sayılması şaşırtıcı olmamalı.

Teşhis kurgusuyla ya da tarihsel arşivlerle masaları toza bulandırarak çözümü çok da uzaklarda aramaya gerek yok. Yerel veyahut bölgesel olarak bir bütün gezegenin mirasyedileri olarak kendimize bakmamız yeterlidir. Kim ne derse desin yerküremizde ne kan ne de gözyaşının bir karış toprağı neşvünema kıldığı görülmüş değil. Göğün bağrından inen onca yağmurun hayat verdiği toprağı göremeyen iki gözün akıttığı yaş ile damarlarda dolaşan asli kanın tabiatın döngüsüne ne tür bir faydası olacak? Arkamızda bıraktığımız ve sırtımıza yük insan aklının birikimi olan kavram literatürünün de imdat çığlığımıza yanıt olmadığı pratikten aşikâr.

Teolojik veya ideolojik her ne insan hasadı var ise bizi bize yakınlaştırmaktan ziyade uzak kıldığının kanıtlarını da aramaya gerek yok. Varsın sosyoloji uğraşı bunun tersiyle mesai öldürsün, “insan sosyal bir varlıktır” iddialarını tekrar edip dursun, biz bu satırlarda insanın akıl-duygu karşımı hastalığından kurtulmak için doğadan koparak sosyal bir varlık olmayı nasıl reddettiğinden dem vuracağız. Evet, sosyologlara hak verebileceğimiz tek bir konu varsa o da insan türünün ölümle olan ilişki biçimi olabilir. Doğada insan dışında kendi hür iradesiyle ölüme meydan okuyan ve onu kucaklayan başka bir tür yoktur. Belki de insan bir tek savaşlarda ölüme koşarken sosyal bir olguyu ortaya koyar. Toplu olarak ölüme koşabilecek bir motivasyonu sağlayan sosyallik halleri. Tarihte çoğu kez dinî, son iki asrı aşan ve milli dayanağa yaslanan bu birlik ruhunun insanlığı nerelere sürüklediği de tarihçilerin hafızasında. Alın size öleni de kalanı da kendince ödüllendirip sonra da sosyal varlık olduğunu unutan bir tür. Ta ki bir sonraki savaş meydanında buluşmak üzere… Aradaki boşlukta ise tek başına kendi çıkar çukurunda debelenen bir türden başkası olmayacaktır. O zaman sorulması gereken soru şu olmalı değil mi: İnsan “çıkar çukurundan” kurtulmadığı sürece barışmayı nasıl sağlayacak.

Ülkemizde bir yılı aşkın süredir süregelen ve herkesin farklı isimlerle dillendirdiği bir süreçten geçiyoruz. Nihayetinin ‘Toplumsal Barış’la taçlandırılmasının umulduğu bir zor(un)lu dönemin henüz başındayız. Yüzyıl önce anayasaya işlenerek Amerikan fragmanlı bir üst kimliğin yaratılmaya çalışılması ve bunun bir ırka dayandırılmadığı iddiasının yüz yıl sonra tutmadığı anlaşılmış gibi görünüyor. En azından öyle umuyoruz. Görülen o ki bu projenin tutmamasının yegâne müsebbibi tek başına Kürdler olmadığı gibi bir bütün bölgenin kozmik yapısının da etkisi olduğu bir gerçek. İşte bu noktada süreç ülkeyi aşıp bölgesel bir kimliğe bürünüyor. Sonrasında da ‘ya hep ya hiç” ikileminin doğurduğu çıkmaz, alışkın olduğumuz stabil zihinleri bile hiç görülmemiş bir dönüşüme uğratıyor, biz sokakta dolanıp evinde ‘kendine oturan’ sıradan vatandaşlara da şaşırıp içinden çıkamamak kalıyor.

Söz sokaktan ve evin içinden açılmışken biraz da günlük hayatın içine karışıp sürecin ekranlara yansımayan ruh hallerini anlamaya çalışalım. Mesele sadece iki tarafa indirgenmeyecek kadar çetrefilli bir yapıya sahip. Öyle ki toplumun bütün kesimlerinin belirli zaman ve mekân aralıklarında haksızlığa uğradığı kendi hafızalarında saklıdır. Kimisi acılarını içine gömdü, hayallerinin mirasını bile çocuklarına bırakamadan dünyayı terk etti. Kimisi başını kaldırdı ama siyaset ve hukuk tokmağı kalkan başın sesini kısmaya yetti. Bütün bu kesimlerin içinde Kürdlerin inadı dinmek bilmedi, yüz yıllık serüvende farklı zaman ve zeminde kendini duyurmaya çalıştı. Ülkede bu sesi bastırmaya yönelik birçok yol ve yordam denendi. Sistemsel olarak hem Kürdler acıyla yoğruldu hem de karşısındaki insanlar uğradıkları haksızlıkları unutacak kadar acılara sürüklendiler. Günün sonunda her iki taraf da evlerinde hayallerine set acılarıyla küs edalı hikâyelerini yaşamaya devam etti. Belki de sürecin başarıya ulaşmasının kilidi de bu iki ev ahalisinin küs acılarının dindirileceği bir sulha ulaşmaktan geçiyor.

En azından bu satırları karalayan bir birey olarak inancım o ki bu umudu yarınlara da taşıyacak bir iradeyi gösterebilmemiz lazım. Artık acıları yarıştırmanın bir faydası olmasa da karşılıklı küs halinin de yerini huzura terk etmesinin zamanı geldi. Siyasilerin bu hikâyelerin mutlu sonla bitmesi için çok çalışmaları gerekiyor. Yüz yıllık bir yıkım ve tahribatı onarıp yarınlara yeniden imarlamak o kadar da kolay olmamalı. Yaşamanın, yaşatmanın ve nihayetinde yaşamın en güzel hallerinin yasalarca güvence altına alınması bu meselenin temel dayanağı olmalı. Mesela bu satırları yazan olarak on yaşımda öğrendiğim ve öğrencilerime öğrettiğim bu güzel dil kadar kendi güzel ana dilimde de eğitim alabilecek veya verebilecek miyim? Kastamonulu ilkokul öğretmenimden üç yıl boyunca dilini bilmediğim için yediğim dayakların doğurduğu küs halimi hangi yasal çerçeve kendine dâhil edip iyileştirecek. Hukuksal olarak gaspın neticesinin gaspçıya cezai müeyyide olarak dönmesi bir zorunluluk görülse de bu meselenin kazananı-kaybedeni olmaksızın masalsı bir neticeye evrilmesi için mücadele vermek herkesin boynunun borcu olmalı. Borcuna sadık olmayanın, eskiye özlemli halleriyle durmaksızın çırpınanların masalın negatif karakteri olarak unutulup gidecekleri kendilerine de ayandır.

İşte size, gelecekten, aydınlık bir sabahın bülteninden, “Barış” gazetesinin tek cümlelik manşeti: Amed-Kastamonu hızlı tren seferleri bugün itibariyle başladı.

Ziza RUMAS yazdı | Amedspor’un iç saha performansı

Benzer Haberler

Ankara ve İstanbul’da IŞİD operasyonu |

132 kişi hakkında gözaltı kararı

Yine gıda zehirlenmesi vakası I

26 öğrenci hastaneye başvurdu

Sedat Ulugana yazdı |

Cumhuriyet eliti, devlet aklı ve Kürt nefretinde süreklilik

Yeni yıl mesajı yayınlanacak |

Öcalan süreç için hangi mesajı verecek, DSG için ne diyecek?

Özel’den “süreç” açıklaması:

Demokratikleşme olmadan Kürt sorunu çözülemez

Özgür Özel’den Roboski mesajı |

Bu katliam Türkiye’nin yakın tarihinde bir utanç olarak duruyor