Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Güneş, kum, baskı… I

Franco’nun gölgesinde tatil ve bugünün turizm körleşmesi

Güneş, kum, baskı… I

Almanya’da açılan “Vamos a la playa” (Haydi plaja gidelim) sergisi, Franco diktatörlüğü altında gelişen kitlesel turizmin, siyasi baskıya nasıl göz yumduğunu sorgularken; benzer görüsüzleşmenin bugün Türkiye’de de tekrarlandığına dikkat çekiyor.

Güler YILDIZ

2025 yılı, diktatör Francisco Franco’nun ölümünün 50’inci yılı. Bu vesileyle Berlin’de açılan “Vamos a la playa. Vacances sous Franco” (Haydi plaja. Franco gölgesinde turizm)  başlıklı sergi, turizm tarihinin karanlık bir dönemine de ışık tutuyor.

Sergi, 1960’lardan itibaren Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa’dan milyonlarca turistin, diktatörlük altındaki İspanya’yı bir tatil cenneti olarak deneyimleyip çevrelerindeki baskı rejimine kayıtsız kalışını sorguluyor.

Franco, savaş sonrası dönemde çöken İspanyol ekonomisini toparlamak için otarşik politikasından geri adım atarak, turizmi özendirici politikalar uygulamaya başladı. Devlet destekli oteller, tanıtım ofisleri ve altyapı yatırımlarıyla milyonlarca turist, kıyılarda yıldan yıla artan şekilde ağırlandı. Ne var ki, bu “parlak” görünüm, ülke içindeki siyasi baskıların ve insan hakları ihlallerinin üstünü örtmek içindi.

Sergide yer alan sekiz sanatçı, arşiv fotoğraflarından yerleştirmelere kadar farklı çalışma türleriyle turistin bu suskunluk içindeki rolünü sorguluyor. Christoph Otto’nun arşiv temelli işlemesinde, bir yanda elinde kokteyliyle gülen turistler, diğer yanda şehir merkezinde jandarma kontrol noktaları dikkat çekiyor. Stefanie Unruh’un multimedya yerleştirmesinde ise eski turist güncelerinden alıntılarla siyasi tutsakların anlatıları çarpışıyor.

Peki, bu tarihsel bakış bugün için ne söylüyor?

 

Bugün Türkiye, Akdeniz turizminin en parlak destinasyonlarından biri. Ancak hem ekolojik krizi derinleştiren kitlesel turizm modelleri hem de politik baskı iklimi, Franco dönemi İspanya’sıyla çarpıcı benzerlikler taşıyor. Antalya, Muğla gibi bölgelerde orman yangınlarından betonlaşmanın son noktasına dek pek çok felaket turizmin doğrudan sonucu.

Turistler ise bu görünün arkasına bakmıyor.

TURİZMİN POLİTİK EKONOMİSİ: 1980 SONRASI NEO-LİBERAL DÖNÜŞÜM

1980 askeri darbesi sonrası Türkiye, IMF ve Dünya Bankası direktifleri doğrultusunda ihracata dayalı kalkınma modeline geçti. Bu dönüşümde turizm sektörü, döviz girdisi sağlayan bir “kurtarıcı sektör” olarak konumlandı. Turgut Özal’ın vizyonuyla birlikte, Akdeniz ve Ege kıyıları hızla uluslararası turizm destinasyonlarına dönüştürüldü.

Turistlerin farkında olmadan atıkların içinde yürüdüğü sahil

Bu dönemde turizm; devlet eliyle teşvik edildi, imar aflarıyla yapılaşmanın önü açıldı ve kültürel miras, ticarileşmiş bir vitrine dönüştürüldü. Kıyı ekosistemleri, yerel halk ve geleneksel üretim biçimleri geri plana itildi.

Türkiye’nin uluslararası tanıtım kampanyaları uzun süre boyunca oryantalist imgelerle şekillendi:

“Doğu ile Batının buluşma noktası”

“Mistik pazarlar, hamamlar, camiler”

“Geleneksel köy hayatı ve otantik yaşamlar”

Bu tanıtım politikaları, Edward Said’in Oryantalizm eleştirisinin modern turistik versiyonları olarak da okunabilir. Yerel halk “gözlemlenen” bir öteki haline gelirken, turist ise Batılı, medeni ve merkez konumunda sunuldu.

Türkiye’de turizm, hem içerideki vatandaşlara hem dışarıya yönelik bir kimlik inşası aracı haline dönüştü. Modern Türkiye, gelenekle flört eden ama onu kontrol eden bir “kültürel sunum sahnesi” olarak çalışıyordu.

MUHAFAZAKARLIK VE TURİZM SEKTÖRÜ

AKP dönemiyle birlikte, turizmin muhafazakâr sermaye için birikim aracı haline geldi. Mesela “Helal turizm” segmenti doğdu.  Alkol, mayo, dans gibi unsurların denetlendiği “ahlaki tatil köyleri” kuruldu.  Antalya ve Bodrum gibi kentler bir yandan seküler yaşamın sembolü olurken, aynı bölgelerde muhafazakâr inşaat firmaları büyük yatırımlar aldı. Ve neredeyse tüm Ege kıyıları, koyları Körfez ülkelerine altın tepside sunuldu ki, denizin de tatilin de helali yaşansındı.

AKP ikitidarı ile birlikte Türkiye’de turizm, kültürel çatışmaların yeniden üretildiği bir alan halini aldı. Farklı yaşam tarzları, mekânsal olarak ayrıştı ve sosyoekonomik sınıflar arası sınırlar daha da derinleşti…

TOPLUMSAL DİRENİŞ VE KARŞI-TURİZM

Son yıllarda özellikle ekolojik yıkıma karşı gelişen yerel direnişler (Kazdağları, Sinop Nükleer Santral, Artvin-Cerattepe gibi örneklerle) turizmin yerel halk açısından bir tehdit haline geldiğinin en çarpıcı örnekleridir. Kıyılar özelleştirildi, doğa talanı hız kesmediği gibi her gün yüzlerce proje gözü kapalı onaylanır oldu, mevsimsel emek sömürüsü ve kentin bir gösteri mekanına dönüştürülmesi gibi sorunlar karşısında halkın direnişi “turizmin demokratikleştirilmesi” gibi talepleri de beraberinde getirdi.

Yabancı tur şirketleri tarafından organize edilen “her şey dahil” sistemleriyle, turistler sahil otellerinin çevresinden dışarı çıkmıyor, yerel halkla temas etmiyor, bölgenin sosyo-politik güncel sorunlarından haberdar olmuyor.

Bu kayıtsızlık, sadece çevresel değil, toplumsal duyarsızlığın da bir yansıması. Turizm sosyolojisi açısından bu durum, “politik sessizlik” ya da “turistik unutkanlık” kavramlarıyla açıklanabilir.

LOKUM, HAMAM, SULTANAHMET, PERİBACALARI: BEN VAR YİNE GELMEK

Türkiye’de 1980 darbesinin izlerini taşıyan, 1990’larda yoğunlaşan göç, asimilasyon ve baskı politikalarının yaşandığı bölgeler, turizm adı altında birer tüketim nesnesine dönüşürken; geçmişle yüzleşme, turistin güzergahından özenle siliniyor.

Tarihsel belleğin turizm eliyle silinmesi ve siyasi kayıtsızlığın bir tüketim davranışına dönüşmesi, “Vamos a la playa” sergisini bugün için daha da anlamlı kılıyor.

Bu nedenle soru artık şu: Tatil yaparken neyi unutuyoruz ve bu unutkanlığı kim besliyor?

Benzer Haberler