Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Namık Kemal DİNÇ yazdı | Lozan tartışmaları- III

Misak-Milli kimin yurdu?

Namık Kemal DİNÇ yazdı |  Lozan tartışmaları- III

Kürtler bu dönemde Misak-ı Milli’yi sadece Türklerle “ortak vatan” sınırlarının çizilmesi olarak algılamıyorlar. Aynı zamanda Osmanlı Kürdistanı’nın birleşik ve bütün olarak korunması, yabancı güçlerin elinde paylaşılıp parçalanmasını engelleyecek bir çözüm yolu olarak görüyorlar.

Namık Kemal DİNÇ

Serinin ikinci yazısında Türk siyasal elitlerinin 1919’dan 1923’e giden zaman içerisinde Kürtlere ve Kürt meselesine yaklaşımında değişiklikler olduğunu vurgulamıştım. Cihan Harbinden yenilgiyle çıkan, savaş sonrası kurulacak yeni dünyanın parametrelerine göre kendini var edecek devletin rotasını belirleyen yönetici kesim, 1919’da Kürtlerin bağlılığına büyük önem vermektedir. Osmanlı’nın dağılma tehlikesi karşısında Kürtlerin örgütlenmeye çalışmasının anlaşılmayacak bir yanı yok. Nitekim konjonktür Kürtlerin her türlü siyasal eğilimi için elverişli bir zemin sunmaktadır. Buna rağmen Kürt siyasetinde ağırlıklı eğilim “Türk kardeşleriyle” beraber mücadele etmek ve birlikte, “ortak devlet” çatısı altında yaşamaktan yanadır. İttihadı öngören bu yaklaşım, içinden geçtikleri tarihsel koşullarla alakalıdır. Özellikle topraklarının parçalanma ve paylaşılma ihtimalinin belirmesi birlikte hareket etmelerini teşvik eden bir rol oynamıştır.

Buna rağmen Kürtlerin, 1919’dan itibaren kendi kimlikleriyle, ortak devlet çatısı altında birlikte yaşama isteklerini her seferinde ayrılıkçılık-bölücülük olarak değerlendirmek hem yanlış bir itham hem de büyük bir çarpıtmadır. Miralay Cibranlı Halid Bey Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’e yazdığı cevabi mektubunda “târik-i tefrikaya sapılmamasını” (ayrılık yoluna) salık vermektedir.[i] Bu sözleriyle Halid Bey, Türk ve Kürdü ayıran siyasete vurgu yapmakta, yani milliyetçi, Türkçü siyasete girmeyin, İttihatçıların yaptıklarına yönelmeyin diye uyarmaktadır. İttihatçıların ayrıştıran tekçi ulus politikalarına vurgu yapması boşuna değildir. Cihan Harbi sırasında İttihatçıların halklara yönelik izlediği siyaset gözlerinin önündedir[ii]. Kürt milliyetçiliğinin tetikleyici unsuru da İttihatçı Türkçülük, yani tekçi ulus devlet inşası politikalarıdır.

  1. Yüzyılın Paradigması

Birinci Cihan Harbi, imparatorluklar dönemini kapatmıştır. Yüzyıllara, binyıllara uzanan imparatorluklar tarihinin 1918’de son bulmasıyla, adeta “esaretten” kurtulan halkların kendini yöneteceği yeni bir dönem başlıyor tasavvuru, bir özgürlük söylemi olarak dünyayı etkisi altına almıştır. ABD Başkanı Wilson’un ileri sürdüğü Prensipler de, Ekim Devrimi’nin lideri Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesi de buradan neşet etmektedir. Bu ilkelerin pratik uygulamalarının yarattığı sıkıntılar ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, buna öncülük yaptığını söyleyen Batılı güçlerin (başta İngiltere, Fransa, İtalya, Sovyet Rusya…) kısa süren “özgürlük rüzgârının” ardından ülke menfaatlerini önceleyen bir siyasete yönelmeleri bugüne kadar gelen birçok sorunun kaynağını oluşturmaktadır.

Savaşın sonuna doğru ilan edilen Wilson Prensipleri; bir anlamda yeni dünyanın hangi ilkeler üzerine yükseleceğini de işaret etmektedir. Bu ilkelerden en önemlisi de halkların (ulusların) kendi egemenliklerini (yada kendini yönetme mekanizmalarını) kurması ve ulusal-toplumsal gelişmelerinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. 14 maddeden oluşan Wilson Prensiplerinin 12. maddesi “Osmanlı İmparatorluğunda, nüfusun çoğunluğu Türklerin oluşturduğu bölümlerde Türk egemenliğinin güvence altına alınması, diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişmelerinin sağlanması” yönündedir. Bir toprak parçası üzerinde hak iddia edebilmenin ölçüsü, orada nüfus olarak çoğunluğu oluşturduğunu ispatlama zorunluluğuna bağlanmıştır.

Savaşın ardından imzalanan antlaşmalarla 20. yüzyıla damgasını vuracak dünya düzeni şekillenmiştir. Bu düzen galip devletlerin çıkarları doğrultusunda şekillenirken başlangıçta ileri sürülen prensiplerden uzaklaşılmıştır. Batılı devletler Yakın Doğu’yu[iii] şekillendirirken kendi menfaatlerini öncelemenin yanında, buna uygun kurumsal yapılar da (örneğin Milletler Cemiyeti) inşa etmişlerdir. Ortadoğu’da klasik sömürgeciliğin yumuşatılmış hâli olan manda rejimlerini icat etmeleri prensiplerden uzaklaşmalarının somut göstergesidir. Barış antlaşmaları imzalarken de aynı tutumu devam ettirmişlerdir. Hakkaniyetli olmayan koşullar dayatılması, savaş zamanı işlenen suçların üzerini kapatmak, daha önce verdikleri vaatleri değişen koşullar ve dengeleri dikkate alarak hasıraltı etmek, temel yaklaşımları olmuştur. Çiçeği burnunda Sovyet yönetiminin de kısa sürede kendi sistemini korumayı öncelemesi, prensiplerden uzaklaşmayı ve kapitalist dünyayla kurduğu yapay denge yeni dünya düzeninin temel parametreleri olmuştur.

Osmanlı Şark’ı ve Ermeniler

Savaş sonrasında Arap coğrafyası üzerinde zaten hak iddiasında bulunmayan Osmanlı Devleti için en tartışmalı aksam şark mıntıkası olmaktadır. Osmanlı şarkında nüfusun ekseriyetini Kürtler ve Ermeniler oluşturmaktadır. Şarkta bir Ermenistan “teşkili” 1878’den beri Osmanlı yönetiminin en büyük korkusudur. Bu korku Cihan Harbine dâhil olmasının itekleyici sebeplerinden biri olarak bile görülebilir. Nitekim savaş sırasında izlenen demografik-etnik mühendislik politikalarının nedeni de bu olasılığı ortadan kaldırmak olmuştur. Savaşa dâhil olarak “Şark Vilayetlerinde Yapılacak Reformları” başlamadan sonlandıran Osmanlı yönetimi, Mondros Mütarekesi’nin 24. maddesi gereği “Vilayat-ı Sitte’nin” işgaline cevaz vererek Ermeni Devleti “korkusunu” yeniden canlandırmıştır.

Savaş sonrası Batılı güçlerin üzerinde durdukları hususlardan biri Ermeni nüfusun buradaki varlığı ve buna bağlı bir yönetim oluşturmanın imkânlarıdır. Uzatmadan söyleyelim ki, daha 1919 yılında bunun çok maliyetli, ancak yeni bir savaşla mümkün olacak ve altından kalkılması imkânsız bir proje olduğu kanaati ağır basmıştır. Böyle olmakla birlikte, Mustafa Kemal hareketinin ortaya çıkışının en önemli nedenlerinden birinin bu olasılığı bertaraf etmek olduğunun altını çizelim. Ermenilerin yerlerine dönmelerini engellemek Mustafa Kemal hareketinin öncelikleri arasında baş sıradadır. Bir yandan onların zaten hiçbir şekilde çoğunluk oluşturmadığını ileri sürerken diğer yandan Kürtlerin varlığını öne çıkarmışlardır. Misak-ı Milli formülasyonu da bu zaman diliminde ve koşullarda ortaya çıkmıştır.

Ortak Payda Misak-ı Milli

28 Ocak 1920’da Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde gizli ve özel bir oturumda kabul edilen ve 17 Şubat 1920’de kamuoyuna duyurulan Misak-ı Milli, yukarıda çerçevesi çizilen konjonktürde Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklar olarak belirlenmiştir. Mütarekenin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihi itibarıyla işgal edilmemiş topraklarda Kürtlerin ve Türklerin çoğunluğu oluşturduğu ve dolayısıyla egemenlik haklarının bu iki halka ait olduğu iddia edilmiştir. Mondros Mütarekesi’nden Misak-ı Milli kararına giden süreçte iki şey önemli rol oynar. İlki, 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’nda Ermeni temsilcilerin Vilayat-ı Sitte’de bir Ermenistan kurulması talebidir. İkincisi ise 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ın İzmir’i işgalidir. İzmir’in işgali, şark vilayetlerinde de benzer bir hareketinin gelişebileceği fikrini güçlendirmiştir.

Mustafa Kemal’in Samsun’a gittikten sonra başlattığı hareketin kilometre taşları olarak ifade edilen Erzurum Kongresi (23 Temmuz-07 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) ve Amasya Protokolleri (20-22 Ekim 1919) Misak-ı Milli fikrinin gelişmesi açısından da önemli duraklardır. İki kongrenin de konumuz bağlamında kararlarına bakacak olursak, sınırları tarif eden maddesinin içeriği şöyledir: Mütareke’nin imzalandığı tarih itibarıyla, mevcut Osmanlı sınırlarında Müslüman nüfusun ezici bir çoğunluk oluşturduğu; Rumların ve Ermenilerin bu sınırlar içerisinde bir yerde çoğunluk teşkil etmediği gibi ayrı bir yönetim oluşturmasının mümkün olmadığı; çoğunluğu oluşturan Müslümanların ayrılık kabul etmez bir bütün olarak, birbirlerinin ulusal ve toplumsal hukuklarıyla yerel koşullarına saygılı öz kardeşler olarak tanımlanmaktadır.

Kongre kararlarında doğrudan Kürtlerin ismi geçmiyor olsa bile şark vilayetlerinde nüfusun çoğunluğunu Kürtlerin oluştuğunu herkes bilmektedir. Nitekim İstanbul’da kurulan yeni hükümetle Kongre’nin belirlediği Heyetin Amasya’da yaptığı görüşmelerin ardından imzalanan Protokollerde bunun ismi hem de Kongre kararlarına atıfta bulunarak konulmuştur. Tekrar olmak pahasına, Amasya Protokollerinin ilgili maddesinde aynen şöyle denilmektedir: “Beyannamenin[iv] birinci maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının, Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılması imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın en asgari bir talep olmak üzere temin edilmesi gerektiği ortaklaşa kabul edildi.”

Amasya Protokolleri, işgal karşıtı hareketin nasıl ve hangi ilkeler doğrultusunda ilerleyeceğini ve Paris Barış Konferansı gibi uluslararası platformlarda takınılacak tutumu belirlemek açısından stratejik önemdedir. Bu görüşmelerde ikiye ayrılmış Osmanlı siyasal elitlerinin mutabakatı sağlanmış ve ortak hareket hattı tesis edilmiştir. Varılan önemli kararlardan biri Mondros Mütarekesi sonrası Padişahın feshettiği Mebusan Meclisi’nin yeniden açılmasıdır. Nitekim Amasya Protokollerinde Meclisin yeniden açılması için seçim yapılması kararı alınmış ve seçim sonrası 12 Ocak 1920’de Son Osmanlı Mebusan Meclisi açılmıştır. İki haftalık bir çalışmanın ardından 28 Ocak 1920’de bu Meclis, Misak-ı Milli kararlarını almıştır. Misak-ı Milli kararlarının nasıl hazırlandığına dair bir takım tartışmalar olsa da Mustafa Kemal’in çok önemli bir rolü olduğu kabul görmektedir.

Bu noktada Amasya Protokollerinin imzalandığı 22 Ekim 1919’dan Misak-ı Milli kararlarının alındığı 28 Ocak 1920’ye iki önemli durak arasında Mustafa Kemal’in bir konuşmasına özellikle kulak kesilmek gerekmekte. Mustafa Kemal daha sonra kendisi için karargâh belirleyeceği Ankara’ya geldiğinde şehrin eşraf ve ileri gelenlerine hitaben uzun bir konuşma yapar. 28 Aralık 1919 tarihli bu konuşmada Mütareke’den sonra yaşananları özetler ve kendisinin harekete geçmesinin nedenlerini ve neler yapmaya çalıştıklarını anlatır. Wilson Prensiplerine atıfla başladığı konuşmasına Mondros Mütarekesinin içerdiği maddelerin nasılda haksız ve yanlış yorumlanarak uygulandığını anlatır. Bunun karşısında İstanbul Hükümetinin yetersizliğinin kendi hareketinin doğuşuna neden olduğunu; Erzurum ve Sivas kongrelerinin bu amaçla toplanarak kurtuluş için çare aradığını söyler. Kongrelerde alınan karar gereği Osmanlı Devletinin yeni sınırlarının nereleri ihtiva ettiğini şöyle anlatır:

“Beyanname’mizin de bazı noktalarından tekrar bahsetmek isterim. Osmanlı İmparatorluğu’nun muharebeden evvelki sınırı malumunuzdur. Harbi Umumi’nin neticesi, birtakım fedakârlık yapılmasına devletimizi mecbur kılıyor, buna göre devlet için milli yeni bir sınır kabul ettik. Bu sınır Beyanname’mizin birinci maddesinde açıklanmıştır. Teferruat itibariyle bilmeyenler olabilir. Ve bittabi mazurdurlar.

Bu sınır ortaya çıkarken işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim:

Mütareke imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun körfezi güneyinden Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü güneyinde Fırat nehrine kavuşur. Oradan Deyrzor’a iner; daha sonra doğuya uzatılarak, Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu sınır ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi, aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan kısımlarımızı sınırlar. Bunun güney kısımlarında Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Bu sınır dâhilinde kalan memleket kısımlarımız Osmanlı camiasından ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmiştir.”[v]

Burada Mustafa Kemal açıkça, Cihan Harbinden sonra Osmanlı Devleti için yeni bir sınır belirlediklerini ve Erzurum ve Sivas kongrelerine atıf yaparak “Beyannamesinin” birinci maddesinde açıkladıklarını söylemektedir. Sınırı çizerken güneyde kalan Arapça konuşan Müslümanlar hariç Suriye’nin kuzeyinde kalan bazı bölgeleri ve Irak’ın Musul Vilayetini işaret etmektedir. Yani Arapça konuşan nüfusu, Arap halkının ekseriyetini oluştuğunu toprakları dışında tutarak, bu sınırın kuzeyinde kalan kesimleri yeni devletin sınırları olarak belirliyor. Konuşmanın dikkat çeken yönü ise “yeni sınırların Türk ve Kürt unsurlarla meskûn vatan sınırları” olarak belirlenmesidir. Amasya Protokollerinin yıllarca gizli tutulmuş ilgili maddesinin haricinde burada halka açık bir konuşmada bu kadar netlikle açıklanması ayrıca bir önem arz etmektedir.

Yeni devlet, egemenlik sınırı olarak belirlediği toprakların meşruiyetini, burada çoğunluğu oluşturduğunu düşündüğü iki halkın varlığına dayandırmaktadır. Mustafa Kemal hareketi, dönemin bütün diplomatik görüşmelerinde bunu bir koz olarak gayet işlevsel bir şekilde kullanmıştır. Şubat-Mart 1921’de düzenlenen Londra Konferansına TBMM adına katılan Bekir Sami Bey, tıpkı Lozan’a katılan İsmet Paşa gibi “biz Türkler ve Kürtlerin temsilcisi olarak buradayız”[vi] der. Wilson Prensipleri yani dönemin kriterlerine uygun olarak uluslararası platformlarda Osmanlı şarkındaki egemenliğinin meşruiyetini, burada Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu ve TBMM’nin iki halkın temsilcilerinden oluştuğunu söylemek suretiyle ispatlamaktadır. Bunu perçinlemek için dönemin bütün önemli diplomatik toplantılarına (1919-1920 Paris Barış Konferansı, 1921 Londra Konferansı, 1923 Lozan Konferansı) Kürtler adına telgraflar gönderilmiştir. Genellikle hükümetin organizasyonu olan bu telgraflarla TBMM’nin Kürtleri de temsil ettiği ileri sürülmüştür.

Mustafa Kemal’in Ankara konuşmasında açıklıkla ifade ettiği Türk-Kürt sınırı vurgusu, kongre beyannameleri yada Misak-ı Milli gibi resmi belgelerde örtülü olarak yer bulmuştur. Resmi belgelerde iki halkın ismi zikredilmek yerine anasır-ı İslamiyenin bütün olarak birbirinden ayrılması imkânsız, öz kardeşler olarak ifade edildiği görülmektedir. Bu yaklaşım genel anlamda dönemin Müslümanlık Sözleşmesi anlayışına uygun görülmekle birlikte, devlet tecrübesine dayanan politik bir tutumdur. 1919-1923 arası döneme bakarsanız, kamuya açık resmi hiçbir belgede, özellikle hukuki sonuç doğuracak bir metinde, kararda Kürtlerin ismi geçmez. Muğlak bırakma, ismini açıkça koymama, hukuki sonuç doğurmayacak genel ifadelere yer verme, gelecekte tersi bir politikaya yönelmede hareket imkânı tanıyacaktır. Mustafa Kemal’in Ankara konuşmasında yada aşağıda okuyacağınız Talat Paşa’ya gönderilmiş rapor-mektubunda açıkça belirtilen Kürt-Türk sınırları ibaresi Misak-ı Milli metninde de aynı şekilde örtük olarak ifade edilecektir.

Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde 28 Ocak 1920’de gizli ve özel bir oturumda görüşülerek kabul edilen Misak-ı Milli, 17 Şubat’ta Meclis’te resmen görüşülerek kayıt altına alınır ve bir gün sonra kamuoyuna duyurulur. Paris’te süren Barış Konferansının devam ettiği günlerde karar alınıp duyurulması, Osmanlı cephesinden tartışmalara ve çözüme nasıl yaklaştıklarını yansıtması bağlamında da önem arz etmektedir. Bu anlamda Misak-ı Milli, devletin sınırlarının asgari olarak ne olacağını, bu sınırların tasnifinde hangi mantıkla hareket ettiklerini göstermenin yanında, önemli gördükleri diğer temel hususlara dair perspektifini yansıtmaktadır. Misak-ı Milli kısa bir giriş ve altı maddeden oluşmaktadır. Birinci maddesinde, Arap çoğunluğun bulunduğu topraklarda ahalinin kendi özgür iradesiyle kararını vereceğini ama haricinde kalan toprakların İslam ahalisinin ayrılmaz bir bütün olduğunu söylemektedir.[vii] İkinci maddede Kars-Ardahan-Batum, üçüncü maddede Batı Trakya’daki ihtilafa değinmekte ve buralarda da ahalinin kendi özgür iradesiyle geleceğini belirleyeceği belirtilmektedir. Dördüncü maddede İstanbul ve Boğazların durumuna, beşinci maddede azınlıklar konusuna, altıncı maddede dış borçlar ve ekonomik sorunlara yaklaşımını beyan etmektedir.

18 Şubat 1920’de Misak-ı Milli kamuoyuna duyurulduktan on bir gün sonra 29 Şubat 1920’de Mustafa Kemal, yurtdışında olan İttihat ve Terakki’nin beyni, eski Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya bir rapor-mektup yazar. Yapılan çalışmaların kısaca özetlendiği ve politikaların tartışıldığı bu rapor-mektubun girişinde “Vaziyetin kısa muhasebesi” başlığıyla şunları söyler: “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti namı altında vücuda getirilen milli birlik, Erzurum ve ardından Sivas genel kongrelerinde tespit edilen esaslara göre, Türk ve Kürt milli sınırlarıyla sınırlanan Türkiye’yi taksim olmaktan kurtarmak ve Osmanlı devlet ve milletlerinin bağımsızlığını temin etmek gayesini hedefledi. Bu gayeye ulaşmak için fiilen ve zımnen müdafaayi esas aldı.”[viii]

Milli sınırları Türkler ve Kürtlerin yaşadığı topraklarla sınırlayan ve ismini Misak-ı Milli koyan bu anlayış, ömrü kısa süren Son Osmanlı Mebusan Meclis’inde tescil edildikten sonra I. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından da benimsenmiştir. 12 Ocak’ta açılan Meclis 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinin ardından kapatılmış ve Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ankara’da yeniden toplanması kararlaştırılmıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da çalışmalarına başlayan I. TBMM’nin ilk icraatlarından biri Misak-ı Milli’yi hükümet programı olarak benimsemek olmuştur. TBMM’de 9 Mayıs 1920’de okunan ilk hükûmet programında şöyle ifade edilmiştir: “siyaset-i hariciyemizde istihdaf ettiğimiz maksad, bugün payitahtımızı esaret ve tahakküm altında bulunduran Devletleri evvelce İstanbul’da in’ikad etmiş olan son Meclis-i Mebusanın müttefikan tanzim ve tesbît etdiği ahd ve Misak-ı Millî dâ’iresinde istiklâlimize hürmetkâr kılmaktır.”[ix]

Bitirirken, Kürtlerin Misak-ı Milli’ye yaklaşımına değinmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Kürtler bu dönemde Misak-ı Milli’yi sadece Türklerle “ortak vatan” sınırlarının çizilmesi olarak algılamıyorlar. Aynı zamanda Osmanlı Kürdistanı’nın birleşik ve bütün olarak korunması, yabancı güçlerin elinde paylaşılıp parçalanmasını engelleyecek bir çözüm yolu olarak görüyorlar. Dönemin Kürt siyaset erbabının Sykes-Picot Antlaşması’ndan haberdar olmadığını düşünmek saflık olur. Kendi öz vatanlarını paylaşılma-parçalanma tehlikesi altında gördükleri için, birleşik bir Kürdistan’ı koruma gayesiyle hareket ediyorlar. Ankara’daki yöneticilerde bir anlamda Kürtlere bu vaatte bulunuyorlar. Birlikte hareket edersek Türkler ve Kürtlerin yaşadıkları toprakları korur, ortak vatanda yaşamaya devam ederiz diyorlar.

Lozan Konferansı sırasında I. TBMM de yürütülen tartışmalarda güney sınırı mevzusu gündeme geldiğinde Türk mebuslarda tepki gösterir, özellikle Musul’un İngilizlere bırakılmasına ciddi muhalefet ederler. Kürt mebusların tepkisi ise daha sert olur. Hem Kürdistan’ın parçalanmasına karşı olduklarını hem de birleşik bir Kürdistan’ın Türkiye’nin yararına olacağını söylerler. Bitlis mebusu Yusuf Ziya Beyin “Sevr paçavrasını ayaklarımız altında çiğnedek” demesinin altında da bunlar yatmaktadır. Osmanlı Kürdistan’ının sadece yüzde 20’sinin Kürtlerin egemenliğine verildiği bir çözümü onaylamaları mümkün değildir. Sadece Musul’un İngilizlere bırakılmasına tepki göstermemiş, Fransızlarla çizilen Suriye sınırına muhalefet etmiş, tadil edilmesi için çaba sarf etmişlerdir. Mecliste dile gelen bu tepkileri sonraki yazıya bırakarak, burada bir nokta koyalım.

 

[i] Namık Kemal Dinç, Cibranlı Halid Bey’den Mustafa Kemal’e Mektup, https://www.numedya24.com/cibranli-halid-beyden-mustafa-kemale-mektup-namik-kemal-yazdi/

[ii] Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği, İletişim Yayınları, İstanbul 2008.

[iii] Lozan Konferansı’nın resmi ismi “Yakın Doğu Sorunları Üzerine Lozan Konferansı”dır.

[iv] Beyanname dediği Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarının birinci maddesidir.

[v] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 6 (1919-1920), Kaynak Yayınları Nisan 2003, s. 30.

[vi] Derya Bayır, Lozan’da Kürtlere Hak Verildi (Mi?), (Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılında Azınlık Hakları, HDV Yayınları, İstanbul 2025 içinde) s. 65-103.

[vii] Orijinal belge ve transkriptlerine şu yayından ulaşmak mümkün:  Bir Asrı Geçen Birikimle Misak-ı Millî’ye Yeniden Bakmak, TBMM yayını, Haziran 2021.

“Birinci madde- Devlet-i Osmaniyye’nin münhasıran Arab ekseriyetiyle meskûn olub 30 Teşrîn-i evvel 1918 tarihli mütârekenin hîn-i ‘akdinde muhâsım orduların işgâli altında kalan aksâmının mukadderâtı ahâlisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya tevfîkân ta’yîn edilmek lâzım geleceğinden mezkûr hatt-ı mütâreke dâhil ve hâricinde dînen, ‘ırken, emelen müttehid ve yek-diğerine karşı hürmet-i mütekâbile ve fedâkârlık hissiyâtiyle meşhûn ve hukuk-ı ‘ırkiyye ve ictimâ’iyyeleriyle şerâit-i muhitiyyelerine tamamiyle ri’âyetkâr Osmanlı İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksâmın hey’et-i mecmû’ası hakîkaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrîk kabul etmez bir küldür (Alkışlar)”

[viii] Atatürk’ün Bütün Eserler, Cilt 6 (1919-1920), Kaynak Yayınları Nisan 2003, s. 407.

[ix] Bir Asrı Geçen Birikimle Misak-ı Millî’ye Yeniden Bakmak, TBMM yayını, Haziran 2021, s. 70.

Benzer Haberler