İktidar erkini ele geçirenlerin, kendi geleceklerine uygun hazırladıkları bir ajandaya göre hareket ettiklerini düşünüyorum. Özetle “barış”ta samimi değiller.
Güler YILDIZ
Ekoloji bir sonuç değil, bir başlangıç sorunudur. Kapitalist modernitenin doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini sorgularken, “ekolojik toplum” fikrinin kurucu temellerine bakmak gerekiyor. Türkiye ve Kürdistan’da her gün yeni bir “süper” projenin yarattığı yıkıma karşı örülen mücadeleleri sahada takip edip aktaran gazeteci-yazar Özer Akdemir ile “olası barış” ikliminin doğaya nasıl yansıyacağını konuştuk.
BARIŞ, BU SERMAYE İKTİDARINI ÇÖP SEPETİNE GÖNDERMEDEN KONUŞABİLECEĞİMİZ BİR KAVRAM DEĞİL
Türkiye’de barış çağrılarını ekoloji politik açıdan yorumladığımızda, bunu ekolojik yıkım ve kapitalist sömürü ilişkisi üzerinden değerlendirmek gerektiği gerçeği ortaya çıkıyor. Türkiye’de süregelen savaş politikaları, doğrudan ekolojik tahribatla iç içe geçmiş durumda. Bu yüzden barış talebi sadece çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda doğanın korunması ve sürdürülebilir bir yaşamın savunulması anlamına da gelmeli. Ama nasıl?
Türkiye’deki siyasal iktidarın bu yaşanan son süreçte “barış” gibi bir derdinin olduğunu sanmıyorum. İktidardaki parti (ler)in yıllar içerisindeki pratiklerine bakmak ve ‘savaş’ı dönem dönem nasıl soğutup (hatta barış masaları da kurarak), birden nasıl doruğa çıkardıklarının örneklerini görmek yeterli bu kanıya varabilmek için. Her zamanki gibi iktidar erkini ele geçirenlerin, kendi geleceklerine uygun hazırladıkları bir ajandaya göre hareket ettiklerini düşünüyorum. Haliyle bu siyasi iktidarla ne toplumsal ne ekolojik ne de sınıfsal bir barışın olanaklı olduğu kanısındayım. Tabii burada muhalefet partilerinin ve güçlerinin ‘diplomatik’ davranma çabalarını anlıyorum. Ancak karşıdakilerin kimler olduğunu bir an unutmadan bu işin yapılması gerekir bence.
Özetle; barışta samimi değiller! Bir yanda barış derken öbür tarafta kayyım politikaları devam ediyor. En demokratik hak taleplerinin bile baskı ile susturulduğu bir ortam sürüyor. Kayyım politikası sadece Kürt illeri ile sınırlı tutulmayıp İstanbul’un ilçelerine kadar uzandı. “Milli irade, halkın seçtiği” söylemleri bir anlam ifade etmiyor. Çünkü altı bomboş! Adalet, hukuk, hakkaniyet sizlere ömür! Anayasa, yargı kararları paspas yapılmış! Daha bir iki gün önce, zeytinliklerin maden ve enerji şirketlerine yağmalatılması için iktidar oldukları günden bu yana deneyip geçiremedikleri Zeytin Yasası’nı delme, yok etme amaçlı yasal düzenleme AKP tarafından 10. Kez TBMM’ye sunuldu. ÇED süreçleri (zaten pek de bir işe yaramıyordu!), artık şirketlerin önünde bir formalite olmaktan bile çıkarılarak, tamamen işlevsizleştirilecek. Cumhurbaşkanının iki dudağı arasında bir sözcük doğanın sınırsız talanına kapı aralayabilecek. Bu ortamda nasıl bir “barış”tan söz edebiliriz ki?
×Barış, bu gelmiş geçmiş en baskıcı sermaye iktidarlarından birisini çöp sepetine göndermeden konuşabileceğimiz bir kavram değil bence!
Uzun zamandır bu topraklarda sadece savaşın dilini konuştuk: Politikadan çevreye, kültürden günlük hayata bedel ödeten sirayetler gördük. Tüm bunları bir kenara koyup birdenbire barışın diliyle konuşmak mümkün mü? Değilse temel kriterleri ne olmalı?
Barışın dilini konuşabilmek için tarafların samimi olması gerek her şeyden önce. Samimi bir ‘barış’ talebi ve süreci görmüyorum ben yaşananlarda. Herkes kendi cephesinden bir şeyleri elde tutma, bunu da ‘barış’ gibi yılların özlemi olan, can alıcı bir kavramı toplumun gündemine sokarak yapma çabasında. Dün, din, iman, türbanla perdelenen gündem, bugün barışla yapılmaya çalışılıyor.
Savaş politikaları, özellikle Kürdistan ve diğer ekolojik açıdan hassas bölgelerde büyük bir doğa tahribatına yol açıyor. Orman yakmaları, baraj projeleri, enerji yatırımları, maden sahaları açma bahanesiyle gerçekleştirilen yerinden etmeler ve askeri operasyonlarla bağlantılı çevresel yıkım, ekolojik savaşın bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Barış talebi, bu ekolojik yıkımın durdurulmasını ve doğal alanların korunmasını nasıl kapsayacak?
Doğayla savaş ülkenin tüm coğrafyalarında devam ediyor. Her tarafta çok ciddi bir tahribat ve yağma var. Meseleye sınıfsal pencereden bakmamız gerekiyor. Sermaye sınıfı, siyasi iktidarları ile emeğe ve doğaya savaş açmış durumda. Bunun karşısında emek ve ekoloji mücadelelerini büyütmek, toplumun iş-ekmek-adalet-özgürlük talepleri ile birleştirmek, bu taleplerin yanına doğayla barışık bir yaşam talebini eklemek, bütün bunlara ulaşabilmek için de emek, demokrasi, ekoloji, kadın, gençlik… Tüm mücadelelerin birliğini örmek için çaba göstermek gerekiyor. Çok zor, ama olanaksız değil. Başkaca çözüm yolunu da şu an için göremiyorum…
Kürdistan’daki maden ve diğer çevresel yıkım projeleri bu havada dahi hız kesmedi. Her gün yeni ÇED kararları veriliyor ve hızlıca geçiyor. Devlet “barış” işini ticari faaliyetlerin sürdürümünü kolaylaştırıcı bir unsur olarak mı görüyor? Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor?
Devletin ve onun koltuğu altında işlerini gören şirketlerin işlerine gelen her kavramı piyasaya sürme, onun kaymağını yeme ve sonrasında da çöp sepetine atma gibi yıllardır sürdürdükleri bir politikaları var. Bu son ‘barış’ söylemlerini de bu amaçla pek ala kullanmaktan çekinmeyeceklerdir.
×Burada, yıllardır doğayı koruma mücadelesi veren kesimlerin, asimilasyona direnenlerin, kimlik mücadelesi sürdürenlerin “aman barışa bir zeval gelmesin” anlayışı ile yapılan edilenlere sessiz kalma, görmezden gelme gibi bir siyasi körlük içinde olmamaları, uyanık kalmaları gerektiğini düşünüyorum.
Eğer sahici bir barış ortamı oluşursa bu durum neye evrilmeli? Şirketler devam mı edecek yoksa doğayı özgür mü bırakacaklar?
Bunu bizler, ülkenin demokratik, özgür, sömürüsüz, doğayla barışık geleceğini kuracak olanlar, kurmak isteyenler bugünden tartışmalıyız, evet. Ancak bunu bu siyasi iktidarla ve gelecek sermaye iktidarlarının egemen olduğu bir iklimde tartışmanın bir yararının olacağını sanmıyorum. “Sahici bir barış” sermaye kesimi, iktidarı birlikte kurulamaz!
Ülkedeki tüm ekolojik direnişler barışa katkı sunabilir mi? Nasıl sağlanabilir bu bir aradalık? Temel belirleyen ne olmalıdır?
Ekolojik direnişler emek ve barış mücadelesinin de bir parçasıdırlar. Yapıp ettikleri her şey, karşısına çıktıkları her şirket, kepçe- niyetleri bu olsun olmasın -bu direnişleri sermayenin karşısında, emek-demokrasi-ekoloji mücadelesinin bir parçası olması sonucunu doğruyor. O nedenle çok değerliler. Yereli fetişleştirip kendi yerelinde kalma, reformist taleplerle düzen içi çözümlere razı gelme, siyasi iktidarın ayrımcılık, milliyetçilik (hatta ırkçı) ayrıştırmalarının dümen suyuna girip kendi odağını (Doğayı-yaşamı sermayeye karşı savunma) kaydırma, birleşik mücadele önündeki engelleri aşabilme kararlılığını gösterememe gibi birtakım zaaflarını aştıklarında etkileri ve mücadeleye katkıları çok daha fazla olacaktır diye düşünüyorum. Kendi ayakları üzerinde durabilen, birleşik bir ekolojik hareket ülkenin en dinamik ve dönüştürücü toplumsal güçlerinden birisi olmaya adaydır.
×KİMDİR
Evrensel Gazetesi yazarı. 1969 Nevşehir Hacıbektaş’ta doğdu. 1998’de Evrensel Gazetesi ile başladığı gazeteciliğe halen gazetenin İzmir temsilcilisi olarak devam ediyor. İlk olarak Hayat TV’de başladığı Çepeçevre Yaşam programlarının yapım ve sunuculuğunu halen Evrensel TV’de sürdürüyor. Anadolu’nun Altın’daki Tehlike / Kışladağ’a Ağıt, Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği, Uranyum Uğruna / Dilsiz Çocukları Ege’nin, Doğa ve Direniş Öyküleri adlı kitaplarından bazıları. EGEÇEP Yürütme Kurulu ve çeşitli komisyonlar ile Ekoloji Birliği’nde Koordinasyon Kurulu ve Yürütme Kurulu’nda da görev yaptı.