Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Bir daha asla I

Ali Cem Cilasun’un tanıklığında devlet, hafıza ve Alevilik

Bir daha asla I

Madımak Katliamı’ndan sağ kurtulan tiyatrocu Ali Cem Cilasun, bugüne kadar süren cezasızlık politikasını, Alevi toplumunun belleğini ve örgütsüzlüğünü anlattı. Katliamın ardından geçen yıllarda Alevi toplumunun yüzleşmekten çok unutmaya yöneldiğini söyleyen Cilasun, devletin faille arasına mesafe koymadığını, aksine onu koruduğunu savundu.

Güler YILDIZ

1993 Temmuz’unda Sivas’a giden her bir sanatçı, yazar, ozan ya da dinleyici, oraya yalnızca bir şenlik için gitmemişti. Gittikleri yer, Türkiye’nin görünmeyen fay hatlarının tam üzerindeydi. Tiyatrocu, yazar Ali Cem Cilasun da o gün Sivas’taydı. Almanya’dan yeni dönmüştü. Arkadaşlarının çağrısıyla katıldığı Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nde tanıklık ettiği şey, bir katliamdan daha fazlasıydı.

Madımak Oteli’nin içinden çekilen fotolarda Aziz Nesin’in hemen sağında oturuyor Cilasun.  

Madımak Otel’de yakılarak katledilen 33 insan için düzenlenen anma etkinlikleri artık bir hafıza üretmiyor ona göre.  Anlatmanın da anmanın da anlamını yitirdiğini düşünüyor. Ona göre bir toplum, eğer hafızasını örgütleyemiyorsa, kendisini de örgütleyemez.

Madımak’tan bugüne kadar geçen 32 yıl içinde, Alevi toplumu bir hafıza üretmekten çok, bu hafızayla başa çıkmanın yollarını aradı. Devletin cezasızlık politikası da, tam bu kırılgan zeminde çalıştı. Çünkü Cilasun’a göre “devlet, kendi katiline ceza vermez”di. Katliamı gerçekleştirenlerle, onları koruyanlar arasında hiçbir mesafe bırakmayan bu cümle, aslında Türkiye’deki cezasızlık rejiminin en sade özeti.

“İstanbul’da gencecik Dilek Doğan öldürüldü evinde. ‘Direndi’ dediler, yargılanan bile olmadı. Hiçbir şey olmadı. Devlet hiçbir zaman kendi adamını cezalandırmazdı.”

Bugün hâlâ cezasızlığın ve inkârın sürdüğünü, anmaların ise giderek birer “ölüm pazarlama törenine” dönüştüğünü söylüyor.

Unutmaktan çok unutturulmak istenen bir hikâyenin içindeyiz. Üstelik sadece devleti değil, toplumun kendisini de sorguluyor.

Otelden sağ kurtulanlar Emniyet Müdürlüğü’nde. Ali Cem Cilasun ayakta soldan 3. Foto: Madımak Hafıza Merkezi Arşivi
DEVLETİN İÇİNDEN GELEN SES: “BOŞALTSINLAR, KORUYAMAYIZ”

Olayların başlamasından önce, tehlikenin yaklaştığı o sabah saatlerinde önce kültür merkezine uğradı. Sonra orada çıkan gerilim üzerine Madımak Oteli’ne döndü. Geliş saati yaklaşık 13.30 sularıydı. Otelin önü sakindi. Sadece iki manga asker sokağın girişini ve çıkışını tutuyordu. Hiçbir müdahale emaresi yoktu. Otele yürüyerek girdi. Kimliğini gösterdi. Odasına çıktı. Eşyalarını topladı, otel ücretini ödedi.

“Kimse ‘korktu, kaçtı’ demesin diye haber vermek istedim. Halbuki beni bağlayan hiçbir neden yoktu.”

Otelin girişinde beklerken duyduğu bir konuşma, sadece onun değil, Sivas’ta can verenlerin de kaderini belirleyecekti. O anı şöyle aktarıyor:

“Otelin girişinde, kapının arkasında duruyordum. Aziz Nesin’in koruması olarak görevli Ramazan isimli sakallı bir polis vardı. Yanına gelen biri, ‘Burayı boşaltsınlar. Olaylar büyüyecek. Koruyamayız’ dedi. Ramazan ise, ‘Bizi ilgilendiren bir şey yok’ diye cevap verdi.”

Koruma polisi ile konuşan kişi Sivas Turizm İl Müdürü’ydü.

Bu, devletin içinden gelen bir uyarıydı. Ama yukarıya ulaşmadı ya da ulaştı da dikkate alınmadı. Her iki durumda da sonuç değişmedi. Çünkü Cilasun’a göre devletin bütününü değil, hangi parçasıyla muhatap olduğunuzu bilmek gerek.

Duyduğu bu konuşmayı Pir Sultan Abdal Derneği yöneticilerine iletmek için asma kata çıktı. Orada toplantı halinde olan heyete durumu aktardı. Ama tepki, Cilasun’un ifadesiyle “nazik bir dışlama” oldu:

“‘Tehlike büyük. Burayı terk etmemiz gerek’ dedim. Ama ‘Tamam tamam, sen çıkabilirsin’ dediler. Bu, aslında ‘Söylediklerinin önemi yok’ demekti.”

Çünkü organizasyon komitesi, devlet izniyle yapıyordu bu etkinliği. Bir durum olsa askere güveniyordu, durdururlardı. Oysa devlet dediğiniz şey, iç içe geçmiş farklı kanatların toplamıydı. Madımak’ta da öyle oldu.

“Devlet homojen değildir. Bir tarafıyla işbirliği yapsanız bile, öteki taraf sizi yakar.”

Arkadaşlarına haber vermek için beklediği sürede otel çoktan kuşatılmıştı. Kültür Merkezi’nden koşa koşa Otel’e gelmişti saldırganlar. Ve otelden çıkamadı.

SİVAS’TA YALNIZCA ALEVİLER YANMADI…

Ali Cem Cilasun’a göre Sivas Katliamı yalnızca Alevileri hedef almadı. Aynı zamanda Türkiye’nin laikliğini, cumhuriyetini, çoğulculuğunu da hedef aldı. O gün atılan sloganlar –“Şeriat isteriz”, “Laikler defolun”, “Müslüman Türkiye”, “Aziz Nesin burada ölecek”– bir zihniyetin örgütlü olarak sokağa taşındığını gösteriyordu.

“Kamera kayıtlarında biri ‘Yakılacak orası, fazla bekletmeyelim’ diyor. Bu, olayın spontane değil, planlı olduğunu gösteriyor. Katliam bilinçliydi.”

Ona göre Sivas’ta, sadece bir otel değil; Türkiye’nin geleceği de ateşe verildi. Ve bu ateşin dumanından bugünkü siyasal iklim doğdu. Ve AKP’nin ideolojik temelleri o gün orada atıldı.

Cilasun’a göre 1993 yılı, Türkiye’nin siyasi tarihinde büyük bir kırılma yarattı:

“Özal’ın ölümü, Eşref Bitlis’in ölümü, Uğur Mumcu suikastı, 33 askerin öldürülmesi, Sivas ve Başbağlar katliamları… Hepsi birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin ekseni değişti. Sivas Katliamı bu bütünün parçasıdır.”

ALEVİLER: HER ZAMAN FEDA EDİLEBİLİR UNSUR

Cilasun’un en çarpıcı tespitlerinden biri şu: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan miras kalan bir siyasal akılla Alevileri her zaman ‘feda edilebilir’ bir unsur olarak gördü. Dersim’de olduğu gibi, Sivas’ta da bu anlayış devredeydi.

“Devletin arka planında hep aynı mantık çalıştı: Aleviler gerektiğinde feda edilecek topluluktur. Sünni çoğunluğun tepkisi dindirilmek istendiğinde, hedefe Aleviler konur.”

Bu zihniyetin sürekliliği, sadece fiziksel saldırılarda değil; tarihsel anlatıda, müfredatta, yargı sisteminde, medyada da karşımıza çıkar. Cilasun’un sözleriyle:

“Devlet, Alevilere yönelik iftiraları hiç reddetmedi. Ders kitaplarında hakaretler hep kaldı. Çünkü bu, bilinçli bir politikadır.”

ALEVİLİĞİN HAFIZASI, ALEVİLERİN YALNIZLIĞI DEMEK

Dedesi Ahmet Cilasun’un Demokrat Parti’nin kurucularından biri olması, Alevi toplumunun sisteme dönük umutlarının nasıl yarım bırakıldığının da bir örneği.

“Demokrat Parti’yi Aleviler iktidara taşıdı. Ama ilk ihaneti yine Aleviler gördü. CHP’de de değişen bir şey olmadı. Hangi sistemle yürüdülerse, Alevileri hep sattılar.”

Aleviliğin siyasal hafızasında bu türden kırılmalar, sadece geçmişin yükü değil; bugünün örgütsüzlüğünün de nedeni. Cilasun’a göre, Alevilerin hiçbir zaman devlete “benimle yeni bir sözleşme yap” diyebilecek bir irade inşa edemediler. Kürt hareketini örnek gösteriyor: taleplerini formüle edebilen ve bedel ödemeyi göze alabilen bir toplumsal akıl.

“Kürtler diyor ki: Benimle masaya otur, yeni bir sözleşme yap. Alevilerde böyle bir şey yok. Sadece eşit yurttaşlık diyorlar. Peki nedir o eşit yurttaşlık? İçini dolduramıyorlar.”

Cilasun, Alevi kurumlarının Avrupa’daki durumunu da eleştiriyor. Ona göre dış dünyada ses olabilecek tüm imkanlar ya yok edildi ya da yüzeysel bir halaya ikame edildi.

“Bir belgesel çektiler, utandım. O belgeseli çekeceğine Hollywood’da bir yıldızla Alevilerin haklarını konuşsaydın, dünya başka bir yerden duyardı bizi. Bizimkiler sadece halay çekiyor. Öyle olmaz.”

Burada meseleyi bir “temsil biçimi” krizi olarak da okuyabiliriz. Aleviliğin politik içeriği boşaltılmış, geriye sadece görsel ve törensel tekrarlar kalmış. Yani hafıza taşıyan değil, hafızayı unutturan bir biçim.

“ALEVİ TOPLUMU MÜRŞİTSİZ, PİRSİZ KALDI”

Kendisi de bir mürşit ocağı olan Ağuçan mensubu olduğunu söyleyen Cilasun, katliamın ardından Alevi toplumunun içine düştüğü durumdan yakınıyor. Ona göre bugünkü Alevi örgütleri, geleneksel yol göstericilerden, pirlerden uzaklaştı:

“Alevi toplumu kendi elitlerini tasfiye etti. Düşünce üreten, topluma yol gösteren dede, pir ve mürşitler yerine federasyon başkanları geldi. Bugün Alevi toplumu mürşitsiz, rehbersiz kaldı.”

ABDAL MUSA’YI BİLMEDEN ALEVİ OLUNUR MU?

Tarih, sadece geçmişin değil, bugünün de örgütlenme zemini. Bu yüzden Alevi gençlerinin kendi tarihsel önderlerini bilmemesinden yakınıyor:

“Abdal Musa Sultan olmasaydı bugünkü Alevilik olmazdı. Ama kimse onu bilmiyor. Hep politik liderler sayılıyor ama Abdal Musa yok. Oysa en büyük örgütçüydü. Herkes onun hayatını çok iyi bilmek zorunda.”

Bu sadece bir bilgi eksiklik değil, aynı zamanda bir savunmasızlık anlamına geliyor. Çünkü Cilasun’a göre, Alevilik ancak kendi tarihini bilen ve onu bugüne taşıyabilen bir bilinçle var olabilir.

 “BİR DAHA ASLA » DEMEK İÇİN

Cilasun’un tanıklığı bize sadece Sivas’ı ya da Maraş’ı anlatmıyor. O aynı zamanda bir tarihsel muhasebeye çağırıyor: Devletin cezasızlıkla nasıl yapı kurduğunu, toplumun nasıl sindiğini, hafızanın nasıl tüketildiğini anlatıyor. Yahudiler 1965’te birk arar aldılar, “bir daha asla” diye.

Aleviler ne zaman ki “bir daha asla” diyebilecek kolektif bir irade geliştirir, işte o zaman bir değişim mümkün olabilir.

Foto: Hatice Tuncer/ Cumhuriyet Gezetesi Arşivi
« BEN SANATIMLA ANLATTIM, KİTABIMLA ANLATTIM, DAHA NE YAPAYIM? »

Kendi yaşamını da bu hafızanın bir parçası olarak gören Cilasun, sanatla, tiyatroyla ve yazıyla hep tanıklık ettiğini söylüyor. Maraş Katliamı’nı 100 kez sahneleyen oyundan, bugün yazmakta olduğu tek kişilik oyuna kadar hep aynı çabanın içindeydi: unutmaya karşı direnmek.

“Babamla birlikte Maraş Katliamı oyununu sahneye koyduk. Avrupa’da kimse bizi tanımazdı. Ama biz oradaydık. Sanatla, sözle, mücadeleyle. Ben görevimi yaptığımı düşünüyorum.”

Bugünlerde tek kişilik yeni oyununa hazırlanıyor: Ezel Akay sahneye koyacak. Yazarı Haldun Çubukçu. Cilasun, bu oyunla tekrar sahneye dönecek ama aklında hep aynı soru: “Bir daha asla” diyebilecek miyiz?

Benzer Haberler