Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Çocuk adalet sistemi, onarıcı adalet ve Kürt çocuklarının korunması:

Geçmişle yüzleşme ihtiyacı

Çocuk adalet sistemi, onarıcı adalet ve Kürt çocuklarının korunması:

Av. Yasemin Soydan*

Kadıköy’de öldürülen Mattia Ahmet Minguzzi olayı sonrasında çocuk adalet sistemi hem kamuoyunda hem de sosyal medyada yoğun bir tartışma konusu oldu. Toplumun bir kesimi, çocuklara daha ağır cezalar verilmesi gerektiğini, çocukların çocuk ceza mahkemelerinde değil yetişkin mahkemelerinde yargılanmaları gerektiğini savundu. Sosyal medyada, hakkında soruşturma ve kovuşturma yürütülen çocuklar için “katil çocuk” ya da “çocuk fail” gibi ifadeler kullanıldı. Bu süreçte sivil toplum kuruluşlarının, ceza adalet sisteminin aksine farklı yaklaşımlar geliştiren ve çocukların güvenliğini önceleyen çağrıları ise görmezden gelindi, hatta bu çağrılara nefret dolu sözlerle karşılık verildi.

Oysa kamuoyuna anlatılması gereken ilk şey, cezalandırıcı adalet yerine, onarıcı ve toplumu olumlu yönde dönüştürecek hukuki bakış açılarıdır. Bununla birlikte, çocuk adalet sisteminden çocukların öncelikli yararının gözetildiğinin anlaşılması elzemdir.

Öncelikle cezalandırıcı adalet sisteminin nasıl bir toplumsal bakışa neden olduğunu anlamamız gerekir. Cezalandırıcı adalet sistemi ilk ortaya çıktığında, ulaşılmak istenen amaç suç ve ceza dengesinde mağdurun zararını adil bir şekilde giderebilmek ve toplumsal alanda suçtan caydırıcılıktı. Ancak cezalandırıcı adaletin daha ön planda olduğu ülkelerde elde edilen veriler ve deneyimler, cezalandırıcı adaletin suç işleyen kişiyi iyileştirmede ve toplumsal adaletin sağlanmasında yetersiz kaldığını gösterdi. Yine mağdurların mağduriyetinin suçluya verilen ceza ile giderilmediği, bunun tam bir çözüm sağlamadığı görülmüş oldu. Bu hususlar cezalandırıcı adalet sistemine yöneltilen eleştiriler ile tekrar tekrar gündeme geldi ve bu sisteme alternatif bir sistem oluşturulması gerektiği fikri güçlendi.

Cezalandırıcı adalete alternatif olarak ‘onarıcı adalet sisteminin’ suçtan caydırıcılıkta daha etkili olduğu ve suçun failinin toplumsal yaşama kazandırmayı daha iyi sağlayan bir sistem olduğu görüldü. Evet, bir yaptırım uygulanacaktı. Bu yaptırım failin de hak ve özgürlüklerini yok saymadan ama aynı zamanda toplumsal kurallara aykırı davranışına müdahale edecek bir denge gözetmeliydi. Bu anlamda onarıcı adalet sistemi, ceza yargılamasındaki tüm tarafların aktif katılımını esas almaktadır. İşlenen fiilin ağırlığı, mağduriyetin boyutu ve olayın tüm özneleri birlikte değerlendirilir. Bu analizden sonra, hem mağdurun yaşadığı hak kayıplarının onarılması hem de failin tekrar toplumsal yaşama dahil olduğunda neden olduğu ihlalin insani boyutunu anlaması için mekanizmalar üretme hedeflenir.

18. yüzyılda hapsetme ve cezalandırma yaptırımlarını tek seçenek olarak sunan cezalandırıcı adalet anlayışı, 19. yüzyılda yerini suçluyu ıslah etmeye ve toplumsal yaşama yeniden kazandırmaya yönelik mekanizmalara bıraktı. Bu dönemde, cezaevlerinde çeşitli aktivite ve çalışmaların başlatılmasının yanı sıra ıslah merkezleri gibi kurumlar kuruldu. Ancak, onarıcı adalet sistemi tam anlamıyla benimsenmediğinden, cezalandırıcı adaletin temel unsurlarından biri olan hapsetme ve cezalandırma anlayışı köklü biçimde dönüştürülemedi.

Oysa başlangıçta toplumsal düzeni koruma amacı taşıdığı belirtilen cezalandırıcı adalet sistemi, zamanla kendi amacını dahi göz ardı eden bir noktaya geldi. Yargılamalarda en yoğun hissedilen etki, yalnızca cezai yaptırım oldu. Bugün sistem, cezalandırmayı öylesine içselleştirmiştir ki, yargılamanın asıl amacının ne olduğu ve hangi toplumsal sorunun çözülmesi gerektiği göz ardı edilmektedir. Aslında cezalandırıcı adalet sisteminin, bir diğer yönden intikam ve öç alma duygularını besleyecek türde bir anlayışa sürüklendiğini son dönemdeki tartışmalardan gözlemleyebilmekteyiz. Bu duyguların çocuklara yöneltilmesi çok daha vahimdir. Ceza sisteminde çocuk bu tartışmaların dahi çok ötesinde, tümüyle korunması ve desteklenmesi gereken bir bireydir. Hatta her toplumsal sorunda öncelikle çocuğun korunması için özel hukuki metinler düzenlenmiş, özel kriterler gözetilmiştir. Bu anlamda çocuk, fail olarak kabul edilemez; aksine çocuk adalet sisteminde çocuk, işlediği fiile sürüklenen ve mağdur konumunda duran bir bireydir. Çocuk, kamusal yarar içinde yararı ve iyilik hali en üstün tutulan bireydir.

Çocuğun suç niteliğinde değerlendirilecek davranışı, yalnızca bireysel bir irade veya anlık bir tercih olarak görülemez; bu, çocuğun yaşadığı ortam ve zamanla iç içe örülen bir sürecin sonucudur. Güvensiz bir alan yaratan çevre koşulları, bu sürecin en görünür nedenleridir. Bu nedenle çocuk adalet sisteminde cezalandırıcı adalet sistemi uygulanmaz. Çocuk adalet sistemi onarma, iyileştirme, koruma temelli bir sistemdir. Yargılama sonucunda çocuğa ceza vermek amaçlanmaz; çocuğun beyanının alındığı ilk andan bir karara varılan kovuşturmanın sonuna kadar çocuk korunur ve çocuk için psikolojik destek, sağlıklı bir ortam sağlamak, istismardan korumak gibi güvenlik tedbirleri alınır.

Dolayısıyla çocukları cezalandırmak çocuk adalet sisteminin temel bir yaklaşımı değildir. Bu nedenle bu tartışmaların döndüğü ortamda asıl iyileştirilmesi gereken toplumsal bakıştır. Çocuklara intikam ve öç alma duyguları ile yaklaşmanın bu kadar yaygınlaşması asıl çözülmesi gereken meseledir. Yine bu tartışmaların Kürt çocuklarına yönelmesi, çocuklara yönelik bu güncel yaklaşımın geçmişin hafızasından beslendiğini göstermektedir.

Kürt çocuklarının zaten suça meyilli olduğunu ve onlara farklı bir cezalandırıcı sistemin uygulanması gerektiğinin açıkça talep edilmesi, çok ciddi bir toplumsal soruna işaret eder. Hele ki cezalandırıcı adalet sisteminin mekanizmaları olan ceza verme, cezaevine kapatma, toplumdan uzaklaştırılma talepleri içerisinde tarihsel bir hafızayı ve Kürt çocuklarına yaklaşımı gösterir. Kürt çocuklarının Türkiye’de yaşadığı ciddi travmalar ve mağduriyetler üzerinden “faillik” inşa etmek vicdani olarak kabul edilemez.

Kürt çocukları uzun yıllardır kendi yaşam alanlarında öldürülmüş, işkencelere uğramış, ailesinin yaşadığı işkenceye tanıklık etmiş, zorla yerinden edilmiş ve ciddi travmalar yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bu kadar derin bir mağduriyetin içinde çocuk için ciddi koruyucu tedbirleri almayı, uğradığı şiddeti sonlandırmayı, onlar için şiddetsiz bir ortamı inşa etmeyi düşünmemiz gerekirken; bu tartışmalarla şiddetin asıl sorumlusu olan devleti meşrulaştırmış oluruz. Böyle bir bakış açısı, çocukların sistem içinde yaşadığı güvensizliği ve potansiyelini gerçekleştirmesine engel olan bütün bu handikapları göz ardı etmek anlamına gelir. Burada Haydar Darıcı’nın Şiddet ve Özgürlük adlı çalışmasını ele almak isterim. Bu çalışmada Haydar Darıcı, Adana’da Kürt mahallelerinde yaşayan ve toplum tarafından “şiddete yönelen ve yönelme potansiyeline sahip” olarak damgalanmış çocuklarla yapılan diyaloglarla şiddetin asıl nedenini bulmaya çalışmaktadır. Bu çalışma şu hususu gündeme getirir; bir çocuğa şiddet uygulandığında çocuğun gösterdiği tepki ve çocukta oluşan davranış tarzında asıl tartışmamız gereken şey, çocuğu şiddetle ilk defa karşı karşıya bırakan sistemdir. Asıl şiddet tartışılmadan çocuklar üzerinden bir algı yaratılarak çocuğu toplumsal kargaşanın asıl sorumlusu yapmamız, çocuklara yönelen ikincil bir mağduriyet ve şiddettir.

Türkiye’de adalete yönelik hiçbir talep politikalardan, siyasetten ve sosyo-ekonomik koşullardan bağımsız düşünülemez. Kürt çocuklarına yöneltilmiş bu ayrımcı politikalar iktidarın yıllardır Kürtler üzerinde yürüttüğü politikaların sonucudur. Ancak barış sürecinde olduğumuz bu zamanda bu politikaları ve geçmişi unutmak yerine insan hakları ve özgürlüklerinin uygulanmasında Türkiye’de geçmişten beri sürdürülen tarzı bilmek, anlamak ve geçmişle samimi bir şekilde yüzleşmek gerekir. Bu nedenle hem ceza adaletine hem de genel olarak toplumsal adalete onarıcı bir noktadan yaklaşmak, eylem ve sonuçları tüm yönleriyle aydınlatacak, şeffaf bir noktadan ele almak gerekir.

Bunun aksi bir yaklaşım yalnızca, çocuk hak ve özgürlüklerini güvence altına alan hukuki düzenlemeler uyarınca asıl odaklanılması gereken sorunu -çocukların uzun yıllardır maruz kaldığı şiddet ortamını ve geçmişle yüzleşmeyi- unutmaya neden olmaktadır. Sosyal medyada da kullanılan dil, bu şiddeti günden güne örmekte ve mağdur çocuğa ikincil bir mağduriyet yaratmaktadır. Kürt çocuklarına hala “öteki” ya da “suça meyilli kişi” gibi yaklaşılması, onları toplumsal yaşamdan dışlarken; bu tartışmaları ona yöneltmek çok samimi ve adil bir yaklaşım değildir. Bu sorular çocuğa ilişkin çözülmeyen bir haksızlık, eşitsizlik ve adaletsizliğe neden olur. Bu yaklaşım toplum vicdanı ve dayanışma merkezli yaratılan hukuku, amacından çıkarmakta olup iktidarın kendi tahakkümünü yerleştirmesi ve kendi şiddetini meşrulaştırmasının bir aracı haline getirmektedir.

Sonuç olarak Türkiye’nin yüzleşmesi gereken derin bir toplumsal sorun söz konusudur. Bütün bu tartışmaları tüketmeden ve mağduriyetler onarılmadan yürütülen tartışmalar, toplumsal yaşamı çıkmaza sürüklemekte ve şiddet ortamına mahal veren asıl sorumluları unutturmaktadır. Toplumsal mücadeleler sonucunda inşa edilen hukuki güvencelerin daraltılmaması, aksine daha da genişletilmesi ve aklımıza gelen bütün güvensizliklerin yeniden barışçıl ve dayanışmayı örecek şekilde onarılması gerekir. Cezalandırıcı yaklaşımların yerine onarıcı bakış açısının ve onarıcı adalet sisteminin inşa edilmesi gerekir. Çocuk haklarının barış, sevgi ve hoşgörü anlayışıyla korunacağı bir adalet sisteminin kurulması, cezalandırıcı yaklaşımların yerine koruyucu ve önleyici uygulamaların desteklenmesi gerekir. Çocukların güvenli bir ortamda, potansiyellerini geliştirebilecekleri, sağlıklı yaşam ve gelişme imkanına sahip olacakları koşulların sağlanması, çocukların özgür kararlar verdiği yaşamın inşa edilmesi gerekir. Toplum olarak bu telkinlerimizi çocuklara değil, asıl sorumlu olan devlete yöneltmemiz gerekir.

Bunun yanında adaletin, çocuk hakları ve özgürlüklerinin; özellikle yaşadıkları her ortamda ve her an şiddet ve dışlanma ile karşılaşan azınlık kesim ve yerli halka mensup çocuklara uygulanmasını sağlamak, devletin kendisinin ayrı bir sorumluluğudur. Çünkü böyle bir çocuğun hak ve özgürlüklerini kullanma imkanı çok daha kısıtlıdır; bu nedenle devletin, bu dezavantajı ortadan kaldıracak adımlar atma ve eşit şartları sağlama yönünde ayrıca bir yükümlülüğü vardır. Devletin yürütülen toplumsal tartışmalara, geçmişle yüzleşerek onarıcı bir şekilde cevap vermesi, yapılması planlanan kanuni düzenlemeleri bu hususları gözeterek ve sivil toplumla işbirliği içinde oluşturması gerekir.

*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği Çocuk Hakları ve Komisyonu üyesi.

Benzer Haberler