Ercan Jan AKTAŞ
Bir yıl önce bugün Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin açılışında DEM Parti sıralarına inerek DEM Partililer ile tokalaşması ile yeni bir sürecin kapıları aralanmaya başladı. Kimse böyle bir şey beklemiyordu.
Bu selamlaşmadan günümüze bir yıl geçmiş de olsa o tokalaşmaya dair hala bir birinden farklı sebepler tartışılmaya devam ediyor. İç sebeplerden hareketle cevaplar arayanlara oranla dış sebeplerden cevap arayanlar daha baskın oldu.
“Umut Hakkı” ve Milliyetçi Cephede Kırılma
22 Ekim tarihinde bu kez Bahçeli’nin kendi partisinin grup toplantısında Öcalan’a dönük; “Umut hakkında faydalansın gelsin mecliste konuşsun” çıkışı ise Türkiye’deki milliyetçiler açısında adeta tarihi bir kırılmaya sebep oldu. Tarihsel sürecinde Kürt düşmanlığı temel motivasyon iken ilk kez Türk milliyetçileri hayatları boyunca karşı durdukları bir davaya, PKK ve onun kurucu lideri Öcalan’a dair daha önce hiç kullanmadıkları cümleler kurmaya başladılar.
Bu konuda Bahçeli’nin en büyük destekçisi milliyetçi gelenekten gelen Mümtaz’er Türköne oldu. Türköne iki gün önce/29 Eylül tarihli “Öcalan’ın özgürlüğü” başlıklı yazısında; “Öcalan, nesnel şartları okumakta zorlananlar için aynı zamanda zaman kazandıracak, elimizden kaçmak üzere olan fırsatları kuyruğundan yakalamamızı sağlayacak makul muhataplardan biri. Hatta en önemlisi. ‘Umut hakkı’ düzenlemesi, Çözüm Süreci’nin diğer başlıklarının önüne alınmalı ve bir an önce Öcalan, özgürce politika üretebileceği ve uygulayacağı şartlara kavuşmalı,” diyerek Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihindeki tarihi konuşmasından bu yana aslında devletin hala aynı yerde kaldığına işaret ediyor.
Ancak her şekilde içinde geçtiğimiz bir yıllık bu süreç, Türkiye siyasetinin alışılmış kalıplarını zorlayan bir kırılma anına işaret ediyor. Bahçeli’nin sembolik tokalaşması ve ardından gelen “umut hakkı” çıkışı, devlet aklının sert duvarlarında küçük de olsa bir çatlak yaratmış görünüyor. Bu çatlak, bir yandan toplumsal barış arayışına dair yeni imkânları işaret ederken, diğer yandan da Türk milliyetçiliğinin kendi içindeki dönüşüm sancılarını görünür kılıyor. Türköne’nin yazısında dile getirdiği “makul muhatap” vurgusu, aslında devletin çözüm kapasitesinin Kürt meselesini düşmanlaştırarak değil, siyasal aktörleri muhatap alarak ilerleyebileceğini hatırlatıyor. Ancak bir yıl geçmesine rağmen söylem ile pratik arasındaki boşluğun hâlâ kapanmamış olması, bu sürecin ne kadar kırılgan ve belirsiz bir zeminde ilerlediğini de açıkça ortaya koyuyor.
Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşması ve ardından Öcalan’a dair “umut hakkı” çıkışı, milliyetçi bir liderden beklenmeyen hamleler olsa da aslında devlet aklının Kürt sorununu yalnızca çatışma ekseninde sürdüremeyeceğinin kabulüyle ilgilidir. Bu ifadeler, milliyetçi tabanı hazırlamaya ve çözüm tartışmalarını meşrulaştırmaya dönük kontrollü bir alan açma stratejisi olarak okunabilir. Bu yönüyle Bahçeli, Kürt meselesine dair konuşulabilir bir zemin yaratırken, aynı zamanda Türk milliyetçiliğini yeni bir hegemonya kurabilecek esnekliğe taşımaya çalışmaktadır.
Devlet Aklında Çatlaklar
Buna karşılık Erdoğan’ın “Terörsüz Türkiye” söylemi, meseleyi Kürt sorunundan ziyade bir “terör” sorununa indirger. Erdoğan için bu dil, hem MHP ile kurduğu ittifakı diri tutmanın hem de iktidarını güvenlik söylemi üzerinden konsolide etmenin aracıdır. Dolayısıyla barış ya da çözüm, onun siyasetinde bir “eşit yurttaşlık paylaşımı” değil, ancak teslimiyet üzerinden mümkün görülen bir olasılıktır. Böylece Bahçeli’nin açtığı çatlak, Erdoğan’ın güvenlikçi ve hegemonik dili tarafından sürekli daraltılmakta; bu da sürecin kırılganlığını gözler önüne sermektedir.
Değişmeyen diğer önemli bir durumda sürece dair toplumsal desteğin beklenen konuma ulaşmamış olmasıdır. İktidara yakın ASAL’ın son anketinde sürece dair çıkan yüzde 54,6 destek – yüzde 33 olumsuz görüş oranı, kararsızları da dikkate alırsak aslında Türkiye’nin 50’si bir şekilde sürece katılmış değil. ASAL’ın araştırmasında sürece en mesafeli duran ve olumsuz görüş bildiren kesim ise Atatürkçü ve laik olarak tanımlayan kesimlerden oluşuyor. Bu grupta olumsuz görüş oranı yüzde 54,0 ile genel ortalamanın çok üzerine çıkarken, olumlu değerlendirenlerin oranı ise yüzde 36,5 olarak belirlendi. Bu durum Cumhuriyet’in kuruluş kodları ve devletçi bakış açısına dair yeni çalışmaları gerekli kılmaktadır.
Bunun en temel sebebi ise AKP/Erdoğan iktidarının süreci daha en başından ‘Terörsüz Türkiye’ olarak kodlayarak Kürt meselesini görünmez kılma çabasıdır. Bahçeli’nin çok açık bir şekilde kendi politik angajmanı üzerinde kurduğu Kürt – Türk kardeşliği ifadesi ve Kürt, Türk halklarının ortaklıkları üzerinden devam eden anlatısına rağmen Erdoğan’ın politik bagajında bir kardeşlik, eşitlik, çözüm/çözmek olmadı.
Kemalist Kodlar ve İmtiyazlı Beyaz Türk Kimliği
Kemalist ideoloji, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana “üniter devlet” ve “tek ulus” anlayışı üzerine inşa edildi. Bu çerçevede, Kürt kimliği ve talepleri çoğunlukla bir “parçalanma riski” olarak kodlandı. Dolayısıyla seküler-Kemalist çevreler açısından çözüm süreci, sadece bir barış girişimi değil, aynı zamanda cumhuriyetin temel ilkelerinden bir geri adım gibi algılanıyor. Seküler-Kemalist kesimler, kendilerini çoğu zaman laikliğin ve modernleşmenin “kurucu taşıyıcısı” olarak görürler. Kürt hareketinin ise İslami-muhafazakâr halk tabanıyla, aşiret yapılarıyla ve son yıllarda kimlik temelli siyasetiyle bu modernist vizyona “aykırı” olduğu düşünülür. Bu durum, Kemalist çevrelerde Kürt hareketine karşı bir kültürel mesafe yaratır.
Ancak bunun totalde bir akıl tutulmasına işaret ettiğini de hemen aktarmak gerekiyor. Yarım asırdır içinde bulunduğu mücadele ile kadın özgürlüğünden, ekolojik mücadeleye, yerel/doğrudan örgütlenen meclislerden komünlere kadar dünya halklarına yeni bir özgürlük perspektifi sunan Kürt Özgürlük Hareketi bu kesimler tarafından neden hala eski kodlar üzerine okunuyor? Bunun iki sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi; İmtiyazlı Beyaz Türk kimliği, her zaman Türkleştirmenin kültürel, politik, ekonomik ve sembolik düzeylerde en önemli taşıyıcısı oldu. Beyaz Türkler, kendilerini “modern” ve “ilerici” olarak konumlandırırken, bu konumlanışın doğal uzantısı olarak Kürtleri ve diğer farklı etnik-dini kimlikleri “geri” ya da “uyum sağlaması gereken” ötekiler olarak görmüşlerdir. Bu dışlayıcı bakış, yalnızca ekonomik çıkarlarla değil, kültürel hiyerarşilerle de pekişmiştir.
Bir asırlık hayallerinde adalet, eşitlik, özgürlük adına bir değer kuramayan, kendilerine atfedilen ‘modern ‘, ‘seküler’, ‘ilerici’ kavramların içini dolduramayan bu kesimlerin güncel olarak iki temel korkuları var. Birincisi; devletin sunmuş olduğu bütün bu imtiyazlı alanlara rağmen değerler ve ilkeler adına topluma anlatabilecekleri bir hikayeleri yok ve hiçbir zaman olmadı. Oysa adeta kendisini yoktan var eden Kürt Özgürlük Hareketi ekseninde örgütlenen Kürt halkının bugün dünya halklarına adalet, mücadele ve eşitlik adına anlattıkları muazzam bir direniş ve özgürleşme hikayeleri var. İkincisi; Yurttaşlığı, devletin imkanları ile ekonomik imtiyazlarını kurmaktan gördüklerinden Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerini de bu imtiyazlarının kaybı olarak okumaktadırlar.
Türk Medyasını Değişmeyen Nefret Dili
Değişmeyen diğer önemli bir şeyde basın ve medyanın Kürt nefreti üzerinde sürece karşıtlığı. Türkiye’de ana akım medya, tarihsel olarak devlet ideolojisinin taşıyıcısı olmuş ve Kürtleri ya görünmez kılarak ya da “tehdit” olarak sunarak toplumsal algıyı şekillendirmiştir. Özellikle 1990’lardan itibaren sistematik biçimde “terör” söylemi üzerinden kurulan dil, yalnızca iktidara yakın medya organlarında değil, seküler-Kemalist basında da ortaklaşarak hegemonik bir anlatı haline gelmiştir. Böylece Kürt kimliği ile şiddet arasında otomatik bir bağ kurulmuş, çözüm süreci tartışmaları da “terörle müzakere” yaftasıyla sınırlandırılmıştır.
Bu nefret ve kriminalize edici söylem, hem milliyetçi-muhafazakâr hem de seküler-Kemalist kesimlerde “Kürt korkusu”nu beslemeye devam etmektedir. Buna karşılık Kürt hareketine yakın basın organları ile bağımsız medya mecraları farklı bir anlatı üretmeye çalışsa da, Türkiye’de basın özgürlüğünün sınırlı olması bu çabaların geniş bir toplumsal etkiye ulaşmasını engellemektedir. Dolayısıyla medya, yalnızca bir yansıtıcı değil, çözüm sürecini şekillendiren ve çoğu zaman da baltalayan aktif bir aktör olarak öne çıkmakta; barışın toplumsallaşabilmesi için bu hegemonik dilin dönüşümü kritik bir önem taşımaktadır.
Sol ve Sosyalist Çevrelerin Direnci
Kimi sol ve sosyalist kesimlerin sürece karşı dirençleri de devam ediyor. Türkiye’deki kimi sol ve sosyalist çevrelerin çözüm sürecine mesafeli ya da karşı durmasının arkasında tarihsel ve ideolojik nedenler bulunuyor. Öncelikle, Türkiye solunun önemli bir kısmı devletçi bir mirastan geliyor; “devrim” fikrini ulusal bütünlük temelinde kurdukları için Kürt hareketinin bağımsız bir özne olarak ortaya çıkışını “bölücülük” ya da “mücadelenin parçalanması” olarak algıladılar. Buna ek olarak, Kürt hareketinin zamanla geliştirdiği güçlü sosyalist referanslı paradigma — kadın özgürlüğü, ekoloji, doğrudan demokrasi gibi evrensel başlıklarla — uluslararası solun gündemine yön verirken, Türkiye’deki bazı sosyalist gruplar için bir “ideolojik rekabet” alanı yarattı. Bu nedenle Kürt hareketinin güçlenmesi, kendi varlıklarını zayıflatacak bir gelişme gibi algılanabiliyor.
Öte yandan çözüm sürecinin geçmiş deneyimlerinde devletin geri adımları ve sürecin yarıda kalması, birçok sol çevrede bu girişimlerin samimiyetine dair ciddi güvensizlik yarattı. Bazı sosyalist gruplar bu yüzden sürece angaje olmak yerine mesafeli kalmayı tercih ediyor. Ayrıca, Türkiye solunun önemli bir kesimi sınıf mücadelesini etnik özgürlük taleplerinin üzerinde gördüğü için, Kürt halkının kimlik ve eşit yurttaşlık mücadelesini “yan mesele” ya da “ikinci planda” sayma eğiliminde. Böylece “önce devrim, sonra Kürt sorunu çözülür” anlayışı, Kürtlerin acil taleplerini değersizleştiren bir kör noktaya dönüşüyor. Bu direnç, aslında Türkiye solunun kendi tarihsel sınırlarını ve açmazlarını da görünür kılıyor.
Özetle değişmeyenler:
I – Devletin Kürt Meselesini ‘Terörsüz Türkiye’ üzerinden güvenlikçi kodlar üzerinden okumaya devam etmesi.
II – Seküler, Laik, Kemalist kesimlerin sahip oldukları imtiyazlarını kaybetme korkusu.
III – Anaakım medya ve basında, kendilerini muhalif olarak kodlayan basın ve medyaya kadar Kürtlere dair nefret dilinin değişmemiş olması.
IV– Kimi sol ve sosyalist kesimlerin sürece karşı dirençleri.
Sonuç olarak, bir yıl önce Bahçeli’nin beklenmedik tokalaşmasıyla açılan kapı, bugün hâlâ tam anlamıyla aralanmış değil. Devletin güvenlikçi kodları, seküler-Kemalist çevrelerin imtiyaz kaygıları, medyanın nefret üretimi ve kimi sol-sosyalist grupların tarihsel bagajları, çözüm sürecinin önünde farklı cephelerden yükselen direnci diri tutuyor. Oysa Kürt özgürlük hareketinin yarım asırlık mücadelesi, kadın özgürlüğünden ekolojiye, doğrudan demokrasi pratiklerinden komünal örgütlenmeye kadar yalnızca Kürtler için değil, bütün halklar için dönüştürücü bir deneyim sunuyor. Gerçek bir barış ve eşit yurttaşlık düzeni, bu direncin kaynaklık ettiği korkuların ve nefretin aşılmasıyla mümkün olacaktır. Bunun için de devletin hegemonik dilini, toplumun önyargılarını ve medyanın manipülasyonunu aşan, hakikate ve eşitliğe dayalı güçlü bir demokratik iradeye ihtiyaç vardır.