BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

İbrahim Anlaşması ve Ortadoğu’nun yeni dengesi

İbrahim Anlaşması ve Ortadoğu’nun yeni dengesi
Zelal SADAK

Ortadoğu’nun hiçbir savaşı bitmiyor; sadece biçim değiştiriyor. Suriye sahasında bugün yaşananlar da bir barışın değil, bir yeniden dağılımın sonucu anlaşılan.

Bir yanda cihatçılıktan “ılımlı muhalifliğe” evrilen Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve lideri Ebu Muhammed El-Colani, diğer yanda halkın öz gücüyle varlığını inşa eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG).

HTŞ’nin meşrulaştırılmasıyla SDG’nin varlık mücadelesi, iki farklı dünyanın karşılaşması artık. Biri dış müdahalelerin ürünü, diğeri içeriden doğmuş bir direniş sistemi.

Ve şimdi ABD ile İsrail’in ortak “normalleşme” politikaları, bu iki hattı aynı oyunun parçası haline getirmeye çalışıyor.

Ve bugün Suriye, bu iki hattın çatıştığı bir siyasal laboratuvar haline geldi.

Colani’nin sahadaki varlığı, yalnızca Suriye’nin iç dinamikleriyle açıklanamaz.

Batı’nın uzun süredir uyguladığı “ılımlı milis” politikası, sahada yeni tip aktörler yarattı: Radikal geçmişi olan, ancak diplomatik düzeyde meşrulaştırılan vekil güçler.

ABD, İngiltere ve Fransa, IŞİD’e karşı sert tutumlarını HTŞ’ye karşı göstermedi.

İsrail ise bu sessizliğin stratejik ortağıydı. HTŞ’nin kontrolündeki Bab el-Hava (Cilvegözü) sınır kapısı, bu stratejinin ekonomik ve lojistik merkezine dönüştü.

Türkiye’nin Rusya’yla imzaladığı “gerilimi düşürme mutabakatı”, HTŞ’nin varlığını fiilen koruyan bir zırh işlevi gördü.

Türk ordusu, Suriye ordusunun ilerleyişini durdurmakla kalmadı; sahada fiilen cihatçıları koruyan bir tampon oluşturdu.

Bu durum, HTŞ’yi politik olarak güçlendirdi.

Bugün HTŞ artık sadece bir silahlı yapı değil; Rusya’nın, ABD’nin, hatta bazı Arap devletlerinin diplomatik sözlüğüne girmiş bir “yerel aktör”.

Ekim 2025’te Putin’in Colani’yi Kremlin’de ağırlaması, ardından Washington’un bu süreci sessizce normalleştirmesi ve Colani’nin 10 Kasım’da Beyaz Saraya daveti “yeni Ortadoğu” stratejisinin sahadaki karşılığı.

Bu stratejinin arka planında İbrahim Anlaşması’nın etkisi çok fazla.

2020’de ABD’nin öncülüğünde imzalanan bu anlaşma, yüzeyde “İsrail–Arap normalleşmesi” olarak tanıtıldı.

Oysa asıl hedef, İran’ın bölgesel nüfuzunu çevrelemek, Arap devletlerini İsrail’in güvenlik hattına eklemlemek ve ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını kalıcı hale getirmekti.

Tabii bu diplomatik zemin, sahadaki askeri dengelerle birlikte yürütülüyor.

İbrahim Anlaşması imzacıları — Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas, Sudan — bugün Washington ve Tel Aviv’in güvenlik mimarisinin aktif parçaları.

Cihatçı örgütlerin yeniden konumlandırılması, bu mimarinin “kontrollü tehdit” politikasına hizmet ediyor. Bir yandan milis güçler sahada tutuluyor, diğer yandan diplomatik masa “istikrar” adıyla pazarlanıyor.

HTŞ’nin meşrulaştırılması, bu denklemin askeri uzantısı.

Suriye sahasında vekil güçlerin dönüştürülmesi, İbrahim Anlaşması’nın güvenlik çemberini tamamlayan bir unsur haline geldi.

Ama bu denklemde bir aktör var ki, plana sığmıyor: SDG.

SDG, dış güçlerin kurduğu düzenin değil, savaşın en yakıcı koşullarında halkın kendi öz gücüyle inşa ettiği bir yapının ürünüdür.

Rojava’da doğan bu model, askeri olduğu kadar siyasi bir paradigma da taşıyor:

Yerel meclisler, kadın temsiliyeti, özyönetim, laik bir toplumsal yapı.

Bu yüzden SDG ne bir vekil güçtür, ne de bir Amerika projesi. Amerika ve İsrail’in SDG’ye verdiği “destek” ise yalnızca stratejiktir; bir ortaklıktan çok, bir denge unsuru olarak konumlandırılıyor.

Washington için SDG, IŞİD sonrası geçiş döneminin “güvenlik partneri”dir.

Tel Aviv için ise İran etkisini dengeleyen bir tampon.

Ama bu ilişkiler SDG’nin meşruiyetini tanımlamaz; çünkü SDG’nin meşruiyeti, dış desteğin değil, öz savunmanın ürünüdür. Ayrıca SDG’nin attığı adımlara bakınca bu hesapların farkında olduğu aşikar.

Şam’la yürütülen müzakereler bu nedenle tarihi bir dönemeçtir. SDG, askeri dengeyi diplomatik bir zemine taşımaya çalışıyor. Suriye ordusuna entegrasyon süreci, artık yalnızca bir taktik değil; ülkenin geleceğinde Kürtlerin statüsünü belirleyecek stratejik bir başlıktır.

Ve bu süreç, hem Washington hem Moskova tarafından dikkatle izleniyor.

Türkiye’nin pozisyonu bu denklemde en karmaşık olanı. Bir yanda içte yeni bir çözüm süreci beklentisi, diğer yanda sınırın hemen ötesinde kurumsallaşan bir Kürt öz yönetimi.

PKK’nin silah bırakması ve sınırdan çekilme kararı, içte demokratik siyaset ve Kürt meselesine dair atılan adımlar ve beyanlar beklenti yaratırken, aynı süreç Türkiye’nin Suriye politikasında ciddi bir çelişki doğuruyor. Çünkü SDG artık yalnızca askeri bir oluşum değil, siyasi ve idari bir aktör. Ankara için sorun artık sadece SDG’nin varlığı da değil, bu varlığın kurumsal hale gelmesi. Bu nedenle Türkiye’nin sürekli güvenlik merkezli yaklaşımı üzerinden kurduğu dil sahadaki yeni gerçekliği tam olarak yansıtamıyor.

Eğer Ankara bu tabloyu yeniden okumazsa, Suriye’nin kuzeyinde oluşan yeni düzen, Türkiye’yi dışarıda bırakabilir ki Türkiye’nin dışarıda kalmak gibi bir niyeti yok. Aslında başka bir yolu da yok. Çünkü sahada artık savaş değil, müzakere dili belirleyici.

Ve o masada olmazsa olmaz SDG var.

Yani bugün Ortadoğu’da iki paralel süreç işliyor:

Bir yanda ABD ve İsrail’in öncülüğünde şekillenen İbrahim Anlaşması ekseni, diğer yanda sahada kendi öz meşruiyetini kuran SDG ekseni.

Colani ve HTŞ, bir dönemin geçici aktörleri. Batı’nın çıkar alanı değiştiğinde, isimler ve yapılar da yok olacak, Ortadoğu’da buna benzer onlarca örnek var. Ama SDG, sahada yalnızca silahlı değil, politik bir özne olarak var. Kendi iç sistematiğini kurmuş, Şam’la müzakere eden, halk desteğine dayanan güç.

ABD ve İsrail için SDG, Orta Doğu’da kontrol edilmesi gereken bir “denge unsuru” olarak görülüyor. Bu denge, bölgesel istikrarın değil, güç dağılımının yönetilmesine dayanıyor. SDG, kendi paradigmasında halkların öz iradesi, özyönetim ve demokratik eşitlik üzerine kurulu bir siyasal çizgiye sahip. Ancak bu çizgi, Washington ya da Tel Aviv için yönetilebilir sınırların ötesine geçtiğinde, denetim refleksi devreye giriyor.

Bugün Batı’nın cihatçı milisleri tamamen ortadan kaldırmak yerine “ılımlı” kimlikler altında dönüştürmeye çalışması, bu denetim politikasının bir parçası. Avrupa merkezli güçler, bu yapıları yok etmek yerine yeniden tanımlayarak Ortadoğu’daki varlıklarını sürdürmenin aracını yaratıyor. Böylece sahadaki tehdit, gerektiğinde kullanılabilecek bir “denge aracı”na dönüşüyor.

SDG ise bu denklemin dışında, halk temelli bir modelin imkânlarını savunuyor. Ancak bu modelin önünü açacak bir Batı politikası yok. Demokrasi, özgürlük ya da halkların kendi kaderini tayin hakkı, bu güçler için bir ilke değil, yeri yeldiğinde kullanabilecekleri bir söylemden ibaret. Asıl amaç, bölgedeki enerji kaynaklarını, ticaret yollarını ve güvenlik hatlarını kendi kontrol alanlarında tutmak. Ortadoğu halklarının insan hakları, demokrasisi, hukuku, özgürlüğü umurları dahi değil.

Bugün özelde Suriye, genelde ise Ortadoğu’da cihatçı milislerin meşrulaştırıldığı ama halkların siyasal iradesinin sınırlandığı bir denklem oluşuyor. SDG bu tablo içinde hem varlığını korumaya hem de ilkelerini savunmaya çalışan ender aktörlerden biri. Orta Doğu’da artık savaşların dili değişti; ancak bu değişim, henüz adaletin ya da özgürlüğün lehine işlemiyor

Bölgedeki tüm aktörler kendi hesaplarını yapıyor. Ama SDG’nin sahadaki varlığı, bu hesapların ötesinde toplumsal bir gerçekliğe dayanıyor. Belki de asıl denge, güçlerin değil, halkların kendi sözünü kurabildiği bir zeminde oluşacak. Umarım öyle de olur.

Benzer Haberler