Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson,
İnci dişli zenci kardeşim,
Kartal kanatlı kanaryam,
Türkülerimizi bize söyletmiyorlar.
Korkuyorlar Robson,
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar…
Av. Sebahat GENÇTARİH
30 Mart 2024 yerel seçimleri, halkın iradesinin sandıkta açıkça ortaya konduğu bir dönüm noktası olmuştur. DEM Parti, hem Kürdistan illerinde hem de batıda, Akdeniz Belediyesi dâhil birçok kentte seçimleri kazanmıştır. Ancak süreç, demokratik rekabetten çok, iktidarın el değiştirmesinden korkan bir zihniyetin yansıması hâline gelmiştir. Cumhurbaşkanı ve iktidar temsilcileri, seçim meydanlarında “Seçilseler de görevden alırız, terörle iltisaklı olanlara müsaade etmeyiz” diyerek Anayasa’nın 67. maddesiyle güvence altına alınan seçme ve seçilme hakkını açıkça tehdit etmiş; devlet imkânlarını kullanarak halk iradesine karşı baskı politikası yürütmüştür. Bu söylem kısa sürede bir iktidar kültürüne dönüşmüş, seçim sürecinde kurumsallaşan bu fütursuz üslup toplumsal bir davranış biçimine evrilmiştir. Öyle ki iktidarın bu dili meşrulaştırdığına inanan yurttaşlar, seçim gecesi henüz resmî sonuçlar açıklanmadan CİMER’e “Akdeniz Belediyesi DEM Partililerin eline geçmesin, bir an önce kayyum atayın” şeklinde başvurular yapmayı vatani bir görev saymışlardır. Ne var ki aradan on ay geçmesine rağmen Akdeniz Belediyesi’ne kayyum atanmasına dayanak olabilecek tek bir somut delil bulunamamış; buna rağmen ön yargılı ve cehalet kokan bu CİMER başvurusu fezlekeye, oradan da iddianameye “delil” olarak taşınmıştır.
“Kayyum” kavramı, tarihsel olarak 18. yüzyıl İngiltere’sinde iflas eden şirketlerin mal varlıklarını korumak ve ekonomik istikrarı sağlamak amacıyla ortaya çıkan, sermayeyi korumaya yönelik bir araçken; zamanla sınıfsal mücadeleler ve politik dönüşümler içinde iktidarların elinde halkın iradesini denetim altına alan bir mekanizmaya dönüşmüştür. 1920’lerin İtalya’sında Mussolini, “devletin bekası” bahanesiyle muhalif belediyelere kayyum atamış; kısa sürede bu yöntem Franco İspanya’sında ve Salazar Portekiz’inde de benimsenmiştir. Hepsi farklı dillerde aynı cümleyi kurmuştur: “Devletin bekası, ulusal birlik, güvenlik, düzen…” Ne kadar da tanıdık değil mi? Böylece kayyum, bir idari işlem olmaktan çıkıp otoritenin korkusunun kurumsal biçimine dönüşmüştür.
Türkiye’de halkın kendi seçtiği yöneticilerle kurduğu yerel demokrasi, 1 Eylül 2016 tarihli 674 sayılı KHK ile fiilen askıya alınmıştır. Bu KHK ile 5393 sayılı Kanun’un 45. maddesine eklenen hüküm, merkezi iktidara seçilmiş yerel yönetimlerin yerine atanmış bürokratlar getirme imkânı sağlamış; demokratik temsil hakkı güvenlik gerekçesi adı altında sınırlandırılmıştır. Böylece kayyum, 2016 sonrasında siyasal muhalefeti bastırmanın, yerel özerkliği ortadan kaldırmanın ve demokratik dengeyi zayıflatmanın bir aracına dönüşmüştür. 2016’dan bu yana onlarca seçilmiş belediye, seçildikten kısa süre sonra “kayyum rejimi” altında iradesizleştirilmeye çalışılmış; devlet, bu süreci “terörle mücadele” söylemiyle meşrulaştırmıştır. Oysa mücadele ettiği şey halkın kendi kendini yönetme hakkı olmuştur. Bütün bu tablo, demokratik bir rejimden ziyade askerî dönemlerin gölgesini ve sivil görünümlü bir vesayet anlayışını hatırlatmaktadır. 2016’da Türkiye’de ilk kez HDP’li belediyelere kayyum atandığında kayyumun yaptığı ilk şey, sığınma evi ve kadın danışma merkezlerini kapatıp çalışanlarını işten atmak olmuş; bu politika sadece yönetimi değil, yaşamın kendisini erkekleştiren, mekanikleştiren bir anlayışın yansıması hâline gelmiştir.
30 Mart 2024 seçimlerinden bir yıl geçmeden Akdeniz Belediyesi’nde halkın iradesi bir kez daha gasp edilmiş, seçilmiş yöneticiler tutuklanmıştır. Kürt halkının yıllardır mücadeleyle kazandığı seçme ve seçilme hakkı kararnamelerle fiilen ortadan kaldırılmıştır. Böylece kayyumu meşrulaştırmak isteyen iktidar, yargı mekanizmasını siyasallaştırarak sürecin aracı hâline getirmiştir.
Bilindiği gibi politik yargılamalarda alınan “gizlilik kararı” artık istisna değil, kural hâline gelmiş; savunma yargının asli unsuru olmaktan çıkarılmış, AİHS’in 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı sistematik biçimde ihlal edilmiştir. Anayasa ile güvence altına alınan savunma hakkı “güvenlik” gerekçesiyle sınırlandırılmış; delil kavramı maddi gerçeği ispatlayan bir araç olmaktan çıkıp yargısal kanaati destekleyen keyfi bir unsura indirgenmiştir. Artık bir basın açıklamasına katılmak, bir gerilla cenazesine gitmek veya bir sosyal medya paylaşımı yapmak bile “örgütsel faaliyet” sayılmakta; hukuk, normatif çerçevesini kaybederek siyasal iktidarın ideolojik refleksine dönüşmektedir. Akdeniz Belediyesi’nin eş başkanları ve meclis üyeleri, 20 klasörlük bir dava dosyasında yargılanmakta; ancak dosyada suçun unsurlarını somutlaştıran tek bir delil bulunmamaktadır.
Yani muhalif seçilmişler, demokratik haklarını kullandıkları için değil, bu hakkı tırnak içinde “yanlış partide” kullandıkları için yargılanmaktadırlar. Bugün ülkede çok sesliliğin adı “kaos”, itirazın adı “suç”, eleştirinin adı “örgüt propagandası” olmuştur. Bu tabloya baktığınızda sormadan edemiyor insan: Eğer her muhalif suçluysa, her itiraz terörse, her seçilmiş görevden alınacaksa o hâlde seçimlerin anlamı nedir? Bir ülke kendi sandığından korkuyorsa artık seçimli otoriterlikten söz edilmez mi?
Ezcümle:
Bugün bir yandan barış masası kurulmakta, diğer yandan halkın oylarıyla seçilmiş belediye eş başkanları tutuklanmakta ve belediyelerine kayyum atanarak halkın iradesine el konulmaktadır. Halkın gözünde bu durum yalnızca bir tutarsızlık değil, aynı zamanda barış sürecinin samimiyetini zedeleyen bir siyasal ikiyüzlülük olarak algılanmaktadır. Bir an önce Belediyeler Kanunu’na kötü niyetle eklenmiş 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname yürürlükten kaldırılmalı, kayyumların yerine halkın oylarıyla seçilmiş yöneticiler iade edilmeli ve yerel yönetimlerin özerkliği yeniden tesis edilmelidir.



