BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Siyasetin estetikleştirilmesi-I

Siyasetin estetikleştirilmesi-I

Faik BULUT

Altmışlı yılların son çeyreğinde “önce ekmekler bozuldu” sloganı yaygındı; 1980’lerle 2000’li yıllarda ise “su çürüdü” ve “tuz koktu” söylemi… “Tuz koktu” terimi, normalde bozulmaması, çürümemesi beklenen kişi ya da kurumların yozlaştığını, bozulduğunu; düzenin, ahlâkın ve adaletin temelinden sarsıldığını anlatır. Tuz bozulmaz; eğer “tuz kokmuşsa” artık en sağlam şey bile çürümüştür yani ipin ucu kaçmıştır. Tuz bile kokuyorsa, çürüme en üst düzeye ulaşmış demektir.

Toplumsal diyalektiğin gereği ve sonucu olarak günümüzdeki siyaset kurumu alabildiğine kirlenmiş, yozlaşmış ve çürümenin zirvesine ulaşmış görünüyor. Bu makalemizde biz de kirlenen ve itibarını kaybeden farklı siyasi yapıların umutsuzluk içinde bocalayan toplumu seferber edip yığınları kendine çekebilmek uğruna siyaseti estetikleştirme hamlelerinden bahsedeceğiz.

Estetikleştirme derken, aslında ters yüz edilmiş gerçeklerin kirli siyasete alet edilerek halk düşmanı politikacıların emellerine hizmet edecek biçimde ve demagojik yöntemlerle cilalanıp parlatılmasından söz ediyoruz. Bahsettiğimiz; ölümcül ve kötücül olanın güzelleştirilip cazip hale getirilmesi meselesidir.

Bu hususta elimizde bolca veri bulunuyor. Ancak seçici davranarak Alman filozof, edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin ile Psikanalist Şahap Eraslan’ın görüşlerine ağırlık vermekle yetineceğiz. Türkiye’ye ağırlık vermesi ve güncelliği bakımından Şahap Eraslan’ın farklı analizlerine öncelik vereceğiz.

Şahap Eraslan, 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Ayrıca Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi ve uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmalarıdır. Analist/psikoterapist olarak halen Berlin’de çalışan Eraslan nitelikli bir psikolog, psikanalist, eğitim analisti ve Berlin’deki psikanaliz ve psikoterapi sendikasının süpervizörüdür.

“Her Türk asker doğar” veya “asker matrisi”

Şahap Eraslan’dan alıntıladığımız ilk örnek, “Vicdanı Ret” sitesinde 1 Ocak 2023’te yayınlanan değerlendirmesi olacak.

İtaatkâr kişilik asker matrisiyle birleştiğinde facialar ihtimali de çoğalıyor. ‘Asker matrisi’ (Die Soldatenmatrix), psikanalist Robi Friedman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir kavram; bir fenomeni anlatabilmek için kullanıyor. Mesela ‘barış süreci’ olarak adlandırılan, Kürtlerle yaşanan sorunların çözülmesine yönelik çalışmalar yapıldığında (2012) itaatkâr kişilikler birçok yerde iktidarın istekleri doğrultusunda barış güzellemeleri yaptılar. Kuşkusuz barış güzel bir şey. Ama iktidarın bu süreci sonlandırmasından kısa bir süre sonra aynı insanlar savaşın güzelliğini, en azından kaçınılmazlığını anlatıyorlardı. Dün söylediklerinin hiçbir hükmü yoktu. Bununla birlikte, çok tutarsız olan bu tutumda iktidara itaat konusunda büyük bir tutarlılık var. Barışı ya da savaşı inandıkları için değil, sadece itaat amaçlı savunuyorlar.

Friedman, insanların çok kısa zamanda askeri bir söyleme nasıl yöneldiklerini analiz ederken asker matrisinin burada belirgin olduğunu anlatır. Matris, S.H. Foulkes’ın grup terapisinde grup üyelerinin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkilenme ve etkileşimlerini tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Friedman, bir toplumdaki kişilerin birbirleriyle askeri ilişkilenmelerini grup matrisi üzerinden anlatır. Bu ilişkilenmeyi, karşılıklı olarak birbirlerini askeri anlamda motive etmenin ve savaşçı söylemin hızla yayılmasını analiz eder.

Bu matris kültüre yerleştiğinde, insanlar sanki kısa zamanda kimlik değiştirmişçesine postallarını giyip yüzlerine savaş boyalarını sürebiliyorlar. Bu süreç başladığında duygulardan ve rasyonaliteden uzaklaşılıyor. İnsanlar ‘Tek vücut, tek yürek!’ oluyor, bireysel olanı en aza indirgiyorlar. Führer’le, başbuğla ve reisle özdeşleşerek aralarında başka insanların olma ihtimalini de yok ediyorlar. Burada artık kitle psikolojisi aktif hale geliyor. Mantığın dışında, duyguların olmadığı bir yer… Herkes gruba dâhil olma ve grubun dışında kalmama derdine düşüyor; grubun dışında olmak, dışlanmak ve sosyal ilişkilerin bitmesi anlamına geldiğinden (hain, vatan haini ve terörist olarak yaftalanmak), korku da yaratıyor.

Asker matrisi, Türk olmanın ön koşulu… ‘Her Türk asker doğar’ söylemi Türk aidiyetinin çerçevesini çiziyor. Size sunulan bir tehlike varsa (çünkü savaş, vatan tehlikede olduğunda gereklidir) ve iktidar/komutan/reis ‘vatanın elden gidiyor’ olduğunu söylerse, her Türk asker olup savaşa gitmek zorundadır. Bu Türk olmanın ön kabulüdür. Bu matris sadece söylemle de kalmaz; Türklük mitolojiler, kahramanlık öyküleri ve marşlar üzerinden bilince kazınır ve bilinç ötesine işlenir.

‘Her Türk asker doğar’ sloganı toplumdaki farklılıkları da ortadan kaldırır. Kadın-erkek, asker-komutan, zengin-yoksul gibi. Bu imajiner/kurgusal eşitleme pozitif bir duygu da yaratır. Askerlik ayrıca kutsalın onayını da alır: Asker ocağı ‘Peygamber ocağı’dır. Her Müslüman-Türk, askerlik üzerinden peygamberine ve kutsala yakınlık yaşar; savaşmak, gazi ya da şehit olmak suretiyle Tanrı’nın en sevdiği kul olma mertebesine ulaşmakla onore edilir. Bu kimliğin tarihsel dokusunda da askeri matris vardır. Cumhuriyeti kuranlar askerlerdir. Kuruluş harcında bu matris mevcuttur. Daha sonra da askerler iktidarın bir parçası olmuşlardır.

Askerlik ayrıca erkek kimliğiyle de ilişkilidir. Erkek olmak, vatani görevini, yani askerliğini yapmakla mümkündür. Bunu yapmayanlar korkak ya da eksiktir; dolayısıyla tam erkek sayılmazlar. Askeriyenin çok katı bir hiyerarşisinin olması, itaatin ön koşul olarak dayatılması, üstün verdiği emirlerin ast tarafından sorgulanamaması, yapay itaati daha da karmaşık ve tehlikeli hale dönüştürüyor. İşte bu matris ve itaat, çok tehlikeli bir grup dinamiğini de içinde taşıyor. Emirlere uyan tek tip bir insan profili yetiştiriliyor ve ‘öteki’ düşman olarak işaret edildiğinde çok kısa zamanda kılıçlar çekilebiliyor; böylece tüm insani değerler kitlece rafa kaldırılabiliyor.”

Hortlayan faşizmin marifetleri

Psikanalist Şahap Eraslan, faşizmin aldatıcı ve yanıltıcı politikalarını “Yıkma, yok etme… zulmün hazzı” başlıklı ve 7 Aralık 2025 tarihli yazısıyla “Artı Gerçek” haber sitesinde deşifre ediyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bazı sosyal bilimciler, ekonomistler ve neoliberaller, faşizmin tarihte bir defaya mahsus bir istisna olduğuna, artık geri dönmeyeceğine bizi ikna etmeye çalıştılar. Oysa her kuşak faşizme karşı mücadeleyi yeniden vermek zorundadır. Faşizm bir kez yenildiğinde asla tamamen ölmez; toplumsal koşullar yeniden oluştuğunda geri döner…

Bir başka sorun da faşizmin etkilerinin yalnızca faşizm dönemine hapsedilmesi. Oysa faşizm yenildikten sonra da artçı etkilerini sürdüren, iktidarda olmasa bile faşist kadroların yönetimde etkili olduğu ara dönemler vardır. Faşizm sonrası toplumların önündeki en büyük mesele, yüzleşmenin ya sınırlı kalması ya da hiç gerçekleşmemesidir. Yeniden kurma coşkusuyla yıkımın yarattığı ruhsal enkazın hızla örtülmesi… Almanya’nın savaş sonrası ‘enkazdan yeniden doğuş’ mitolojisi bunun tipik örneği.

Toplumsal iklimde yıkım değil, yüksek bir enerjiyle kurulan ‘yeni’ konuşuldu. Bu, kolektif bir savunma mekanizmasıydı: Geçmişi hızla kapatarak geleceğe doğru adeta panikle koşmak. Oysa halledilmeyen, üzerine düşünülmeyen, onarılmayan hiçbir geçmiş gerçekten geçmez; uygun koşulları bulduğunda şiddetle geri döner. 6-7 Eylül 1955 olaylarını (İstanbul’da yaşayan Rum azınlığa karşı  gerçekleşen organize toplu saldırıyı) es geçenler Maraş’ı (19-26 Aralık 1978’de Alevilere yönelik katliamı) Çorum’u yaşarlar… Ermeni Soykırımı’nı konuşamayanlar on binlerce Kürdün ölümüne seyirci kalırlar.

Son yıllarda faşizmin yeniden yükselişe geçmesiyle Almanya’da bu konuda çok sayıda araştırma yayımlanıyor. Psikanalizde de faşizmin yapısal nedenleri yeniden tartışılıyor. Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan ve kısa sürede bestseller olan Zerstörungslust (Yıkım Arzusu, Carolin Amlinger & Oliver Nachtwey, 2025) bu tartışmanın güncel bir örneği. Bu yazıda kitabın bazı temel tezlerini Türkiye’deki faşizm pratikleriyle birlikte düşünmeyi deneyeceğim.

Kitabın alt başlığı bile önemli bir çelişkiye işaret ediyor: ‘Demokratik faşizmin elementleri.’ Burada kastedilen şey, çağdaş faşizmlerin yıkıcılığı ve bu yıkıcılığın kitleler tarafından arzulanması. Yıkıcılık yalnızca vandalizm değil; toplumun kurumlarının, güçler ayrılığının, hukukun, denetleme mekanizmalarının sistematik biçimde işlevsizleştirilmesi ve bu yıkımın bir başarı olarak kutlanması.

Danıştay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi, Meclis… Hepsi giderek sembolik yapılara indirgeniyor; Jason Stanley’in (Wie Faschismus funktioniert, 2024, 2. basım) ifadesiyle, faşizm kurumları işlevsizleştirip geriye yalnızca ‘biçimsel kabuklarını’ bırakır. Kurumsal yetkinin altı boşaltılır, fakat bina, bayrak ve ritüeller korunur. Böylece halk, ‘kurumlar hâlâ varmış gibi’ bir yanılsama içinde tutulur.

Bu yıkım yalnızca kurumsal değil, epistemik (sistematik) bir yıkımdır. Stanley’nin ‘epistemik kriz’ dediği süreç tam da budur: Hakikati üreten kaynaklara -yargı, medya, bilim- sistematik biçimde güven kaybettirilir. Bu aşamada iktidar gözümüzün içine bakarak yalan söyler; iftira atar. Herkes bunun yalan olduğunu bilir ama Stanley’in belirttiği gibi, faşist siyaset için önemli olan yalanın doğruluğu değil, itaati sınamasıdır.”

Ş, Eraslan’ın sözünü ettiği tahribat ile zulmün hazzını günümüzde ABD, Macaristan, İsrail, İran, Türkiye, Rusya, İtalya, Hindistan ve otoriterliğin egemen olduğu birçok ülkede görmek mümkündür.

“Faşizm neden ayartır?”

Eraslan, 14 Aralık 2025 tarihli değerlendirmesinde faşist politikalarının neden çekici ve cazip olduğunun ipuçlarını da veriyor:

Birçok ülkede faşizm dalga dalga yükseliyor. Faşizmi ve insanların neden faşist olduklarını anlamak için -ne kadar rahatsız edici olursa olsun- bir tür profesyonel empati geliştirmek gerekiyor. Bu empati, faşizme hak vermek değil; faşizmin nasıl işlediğini, hangi duyguları sömürdüğünü, hangi ihtiyaçlardan beslendiğini anlayabilmek için gerekli bir analitik mesafedir. Fakat bu çaba çoğu zaman ‘faşizme empati’ gibi yanlış anlaşılır. Oysa faşist özneyi anlamak, onun ruhsal düzeneklerini çözmek demektir.

Örneğin bir Alman’ın kendisini üstün ırka ait hissetmesi, sadece bir övünme biçimi değildir; aynı zamanda bir dizi psikolojik işlev taşır: Kifayetsizlik duygusunu bastırır, birey, kendi yetersizliklerini görmez; onları ‘ırksal büyüklük’  perdesiyle kapatır, gerçek başarıya gerek kalmadan başarı hissi üretir. Ve somut bir üretim ya da performans olmadan, yalnızca kimlik üzerinden bir üstünlük duygusu yaşanır.

Başka bir mesele de bu tür faşist söylemlerin kitleyi çocuklaştırmasıdır. Üstünlük, düşünmeyi, sorgulamayı, hak etmeyi gerektirmez; tıpkı çocuğun ailesinin başarısıyla övünmesi gibi, birey de ‘ırkın’ başarısıyla övünür. Bu tür ırkçı sloganlar karmaşık olguları basite ve herkesin anlayabileceği düzeye çeker ve bu, liderle özdeşleşmeyi de kolaylaştırır.

Faşist lider, ‘milletin bedenleşmiş üstünlüğü’ olarak sunulur. Böylece lider eleştirilemez hâle gelir; liderle özdeşleşen kişi kendini de mutlak doğru konumunda hisseder. Bu nedenle faşist narsizm aynı anda hem kırılgan hem saldırgandır. Üstünlük iddiası ne kadar gürültülüyse, içteki kırılganlık da o kadar derindir.

Kendini üstün hisseden kişi aslında bir türlü rahatlayamaz; sürekli tehdit bekler, sürekli tehdit edilmekten korkar. Faşist öznenin dünyası bu yüzden hep tehdit fantezileriyle doludur: ‘Bize saldırıyorlar, bizi kıskanıyorlar, bizi yok etmek istiyorlar…’ Dolayısıyla ırkçılık, aynı anda hem övünen hem korkan hem büyüklenen hem öfkelenen bir ruh halidir.

Üstünlük duygusu, kırılganlığı saklamak için bir zırhtır; fakat zırh kalınlaştıkça korku da büyür. Benzer bir mekanizma, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ söyleminde de işler. Bu cümle, yalnızca bir milliyetçi slogan değil; aynı zamanda bir ruhsal savunmadır: Kolektif özgüvensizliği, tarihsel yaraları ve bastırılmış kırılganlığı ‘büyüklük fantezisi’ aracılığıyla telafi etme çabası’dır.”

Kaşıntı Metaforu: Sürekli Uyarım, Sürekli Kriz

Farz edelim ki insanın vücudunda bir kaşıntı var. Kişi kaşıdıkça geçeceğini sanır, fakat kaşıdıkça kaşıntı çoğalır. Faşist propaganda tam olarak bu yöntemi izler: Sürekli sorunu kaşımak, sürekli kaşımak, ama asla iyileşmesine izin vermemek. Kriz, kaygı, tehdit ve nefret sürekli çoğaltılır.

Bugün insanlık tarihsel olarak görülmemiş bir refah seviyesinde: eğitim, sağlık, beslenme, seyahat, kültürel çeşitlilik, teknoloji… Ama faşist propaganda negatif bir dünya yaratarak kendisine alan açar. Kötülük anlatısı, ‘çevrili olduğumuz düşmanlar’ imgesi, sürekli kriz retoriği faşizmin oksijenidir.

Faşizmin en büyük tahribatlarından biri, şiddet ile hoşgörü arasındaki mesafeyi yok etmesidir. Şiddet, yavaş yavaş meşrulaşır. Irkçı anlatılarda dinlerdeki gibi bir ‘altın çağ’ fantezisi vardır: Gelecek, geçmişin bir taklidi olarak sunulur. Yani gelecek inşa edilmez; geçmiş geri çağrılır. Bu, psikoanalitik düzeyde toplumsal bir regresyon-çocuksu, idealize edilmiş, tarihsel olmayan bir ‘bütünlük’ fantezisidir…

Bu kadar yıkıcı, zalim ve insanlık düşmanı bir rejime yönelen ilgiyi anlamak zorundayız. Kendi kendini de yok eden, yok ederek var olan bu irrasyonel düzeni yalnızca ahlaki bir çöküş olarak görmek yetersiz kalır. Faşizmin sosyolojik, psikolojik ve psikoanalitik açıklamaları elbette vardır; ancak bunlar tek başına tam bir açıklama sunmaz. Aslında faşizmi mümkün kılan en önemli faktörlerden biri de ekonomidir…”

Faşizmin tedarik ekonomisi: “Yanımda durursan kazanırsın!”

Faşizm yalnızca şiddetle değil; aynı zamanda insanların zaafları, beklentileri ve çıkar ilişkileri üzerinden kendine alan açar. Yani faşizm bir tedarik ekonomisi kurar: ‘Yanımda durursan kazanırsın!’ Bu yüzden faşizm, toplumsal yapıda sadece korku üretmez -aynı zamanda imkân dağıtır, ayrıcalık sağlar, insanların maddi hayatına dokunur.

Bu ekonomik ilişki, faşist düzenin sürekliliğini sağlayan en güçlü bileşenlerden biridir. İmroz adası, Gökçeada olurken mülk de el değiştirmiştir… Aynı şey Cunda adası Alibey Adası olduğunda da yaşanmış mıdır? Ermeni, Rum mallarının dökümü çıkarılmaz bu ülkede… Maraş Olaylarından sonra Alevilerin/solcuların malları kelepir fiyatına faşistlere sermaye olmuş mudur?

Faşist rejimlerde liderin veya elitin yaptığı her şey davanın kendisiyle özdeş sayıldığı için, eleştiri ahlaki değil neredeyse dinsel bir tabu hâline gelir. Türkiye’de son yıllarda bu mekanizmaya sıkça tanık oluyoruz: Sıradan yurttaşların gözünde suç teşkil edecek davranışlar, iktidarın politik çerçevesi içinde ‘feda’, ‘hizmet’, ‘gereklilik’ ya da ‘mücadele stratejisi’ olarak yeniden paketleniyor.

Böylece ahlak, rasyonel kategorilerden çıkarılıp ideolojik sadakat üzerinden yeniden yapılandırılıyor. Faşizmin en tehlikeli yanı da tam burada ortaya çıkıyor: Gerçek suçların suç olmaktan çıkarılması, ‘bizimkiler yapınca başka’ mantığının kurumsallaşması ve kamusal etiğin tamamen çökmesi.

Faşizmin sihirli söylemi: “Gurur Ekonomisi”

Burada işle ilgili çok önemli bir mesele var: İnsanlar iş üzerinden yalnızca para kazanmazlar; iş aynı zamanda aidiyet, kimlik ve toplumsal değer duygusu sağlar. Bir başka psikolojik boyut ise işin insana verdiği işe yarama, gerekli olma ve değerli hissetme duygusudur. İş, yalnızca geçim kaynağı değil, benliğin dayandığı bir temel taş, dünyaya tutunma biçimidir.

Bu noktada Arlie Russell Hochschild’in Trump seçmenini incelediği ve kitleleri neyin motive ettiğini anlattığı çalışması Geraubter Stolz (Çalınan Gurur, 2025) kritik bir kavrayış sunar. Hochschild, modern toplumlarda giderek bozulan bir ‘gurur ekonomisi’nden söz eder. Gurur normalde başarı sonrası hissedilen bir duygudur: Bir emek, bir üretim, bir beceri ve bir katkı karşılığında oluşur.

Ancak faşizm tam tersini yapar: Başarısızlıktan gurur üretir. Başarısızlığı başarı gibi parlatır, değersizlik duygusunu ulusal gururla cilalar, yapısal yoksulluğu kişisel değil kolektif bir şan patlamasına dönüştürür. ‘Biz yine de büyüğüz’, ‘Biz en iyisiyiz’, ‘Bizi kıskanıyorlar’, ‘Ekonomik olarak yoksul olabiliriz ama ruhça zenginiz’, Bu tür abartılı anlatılar, gerçek başarısızlığın ve yapısal sorunların üstünü örter.

Günümüzde yoksulluk çoğu kez bireysel bir hatanın değil, yapısal eşitsizliğin ürünüdür. Fakat birey, sorumlusu olmadığı bu yoksulluktan utanç duyar. İşte faşizm tam da bu noktada devreye girer: Yapısal yoksulluğu bireyin suçu olmaktan çıkarır gibi yapar ve onun yerine ulusal bir gurur hikâyesi koyar. Yani yoksulluğu çözmez; yoksulluğun yarattığı utancı başka duygularla boyar. Utancı dönüştürmek yerine onu milliyetçi bir öfke ve kibir ile kaplar.

Bu mekanizma psikoanalitik olarak çok katmanlıdır: Utanç  değersizlik duygusu. Faşizm  değersizliği kolektif gurura dönüştüren sahte bir “onarım”. Gurur  gerçek üretimden değil, fanteziden türetilmiş bir his. Bu nedenle Hochschild’in “gurur ekonomisi” dediği şey, sahte bir narsistik telafi mekanizmasıdır. Kişi ekonomik olarak güçsüz olabilir, işsiz olabilir, ya da kendini geleceksiz hissedebilir; ama faşist anlatıda ‘milletinin büyüklüğü’ üzerinden ödünç bir gurur kazanır.

Paul Mason, Faschismus (2. basım, 2022) adlı çalışması ile faşizm üzerine en yetkin isimlerden biri olarak kabul edilir. Mason, Hannah Arendt’ten hareketle faşizmin toplumun iki zıt kutbunun -seçkinler ile ‘ayak takımı’nın yani marjinallerin ve serserilerin- koalisyonuyla iktidara geldiğini belirtir. Bu koalisyon, faşizmin hem yukarıdan gelen iktidar arzusunu hem de aşağıdan yükselen öfke ve hıncı aynı potada eriterek kitleselleşmesini mümkün kılar.

Faşizm bireyi önce hiçliğe indirger, sonra onu bu hiçlikten kurtaracak tek yolun kendisi olduğunu söyler. Değersizliği değerliliğe, sıradanlığı seçilmişliğe, yetersizliği kahramanlığa, utancı gurura dönüştürdüğü iddiasıyla büyülenmiş bir kimlik yaratır. Bu nedenle faşizme katılım sadece politik bir tercih değil; ruhsal bir kurtuluş yanılsamasıdır…

Faşizme ilgi kaçınılmazdır; çünkü faşizm: güven vaat eder, güç duygusu verir, sadistik haz üretir, ekonomik çıkar dağıtır, narsistik kırılganlığı tamir eder, baba imgelerini canlandırır, mağduriyet-kibir sarmalını besler. Bu nedenle faşizm sadece bir rejim değil; insanın karanlık çekirdeğine hitap eden, duygulanımsal ve ekonomik bir ‘bütünsel sistem’dir.

Faşizm aynı anda hem mağduriyet hem de üstünlük hissi yaratır. Bu paradoksal yapı çok anlamlıdır: mağduriyet narsistik yaralanma ve üstünlük narsistik tamir. Bu döngü bireyi cezbeden bir duygusal ritim yaratır: ‘Biz mağduruz, biz üstünüz, geçmişte de üstündük; üstünüz, bu nedenle bizden korkulduğundan mağdur edildik.’ Bu, faşizmin hem ‘kederli’ hem ‘kibirli’ sesiyle uyumludur.”

Şahap Eraslan’ndan alıntılarımız burada bitiyor. Son paragrafların bendeki çağrışımlarını Bişar isimli iletişim uzmanı bir dostum örneklendirdi. Yeşilçam’ın “Sezercik, Ayşecik” filmlerinde çocukların masumiyet ve mağduriyetinin gerçek nedenleri, toplumsal arka planını irdelenmiyor, merhametli varlıklı “babalar” himayesinde mutlu olmaları dile getiriliyordu.

Keza sanat alanında “Küçük Emrah”, “Küçük Ceylan” figürlerinin çürümüş sistemin devamlılığı ve popülarite kazanmasında oynadığı roller üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor. İbo veya Ferdi Tayfur gibi simgelerin en dipteyken mevcut sistem içinde başarıya ulaşıp sosyal hiyerarşinin basamaklarını tırmandıklarını göstermesi masum bir tesadüf müdür?

12 Eylül cuntasının karanlığında türetilen “gözünden yaş akan masum çocuk portresi” önce minibüslerin arka camına yapıştırıldı. Daha sonra Fethullah Gülen cemaati çevresinde kullanıldı. Ardından Refah Partisi mitinglerine taşındı ve giderek egemen kesimlerin simgesi haline geldi-getirildi. Bu masum çocuk, kitlelere hem bir halkın geçmişteki mağduriyetini hem de günümüzdeki kudretini hatırlatıyordu. Nitekim AKP iktidarı böylesi bir mağduriyet (dindar kitlelerin ezilmişliği, dışlanmışlığı) ve zafer söylemi eşliğinde başa geçip otoriterliğini dayatmış oldu.

Devamı gelecek…

Benzer Haberler

Düşen Libya uçağı |

Kara kutu ile kamera kayıtlarına el konuldu

11’inci Yargı Paketi yasalaştı |

Adalet Bakanı açıkladı: Tahliyeler başladı

Diyarbakır’da peynir tesisinde patlama |

6 işçi yaralandı ikisinin durumu ağır

“AKP, MHP ve CHP raporlarında Kürt sorunu yok” |

Beştaş: Nihai rapor önerilerin ortaklaştığı zeminde hazırlanacak

Faik Bulut yazdı |

Siyasetin estetikleştirilmesi-I