10 Mart’ta Şam’da imzalanan 8 maddelik mutabakat hâlâ yürürlükte görünüyor. Ancak tarafların aynı kavramlara yüklediği farklı anlamlar ve dış müdahaleler, süreci görünenden çok daha kırılgan hale getiriyor. Gerçek çözüm masası Şam’da değil, Ankara ve İmralı’da kurulacak gibi.
Amed DİCLE
Ortadoğu’da siyaset çoğu zaman imzalanan belgelerden değil, kelimelere yüklenen niyetlerden anlaşılır. Taraflar aynı masada buluşabilir ama farklı sözlüklerle konuşurlar. Şam ile Rojava arasında 10 Mart’ta imzalanan anlaşma da bu gerçekliği fazlasıyla yansıtan bir gelişmeydi. DSG Komutanı Mazlum Abdi ile Şam yönetiminin lideri Ahmet al-Şara arasında imzalanan 8 maddelik mutabakat, ilk bakışta teknik bir güvenlik ve idari düzenleme olarak görünse de, arkasında çok katmanlı bir siyasi denklem barındırıyor.
Peki 10 Mart’ta Şam’da DSG Komutanı Mazlum Abdi ile Şam yönetimi lideri Ahmet al Şara arasında imzalanan anlaşmadan sonra durum nedir ne değildir, anlaşma yürüyor mu, tıkandı mı?
Bu temel sorunun yanıtını ararken sadece resmi çerçeveye değil, sahadaki dinamiklere ve dış güçlerin müdahalesine de bakmak gerekiyor. Anlaşma çerçevesinde oluşturulan ortak komiteler hâlâ zaman zaman toplantılarını sürdürüyor. Teknik düzeyde bir temas ve iletişim var. Hatta bu çerçevede Halep’teki iki Kürt mahallesinde geçici bir anlaşma daha imzalandı ve fiilen uygulanıyor.
Ancak teknik adımların ilerlemesi, siyasal anlamda kalıcı bir uzlaşıya varıldığı anlamına gelmiyor. Çünkü anlaşmanın hemen ardından Şam yönetimi kendi anayasa taslağını kamuoyuna sundu ve yürürlüğe koydu. Bu taslak, mutabakatın içeriğinden ziyade merkeziyetçi ve dışlayıcı zihniyetin hâlâ korunduğunu gösterdi. Demokratik ve kapsayıcı bir vizyonu yansıtmadığı gibi, Özerk Yönetimi’in taleplerine karşı bir cevap da içermiyor.
Bu gelişmenin ardından Türkiye’den gelen diplomatik hamle, sürecin yönünü daha da görünür kıldı. Anlaşmanın hemen akabinde Hakan Fidan ve İbrahim Kalın’ın Şam’a gitmesi, bu mutabakatın sadece iki taraf arasında olmadığını, Ankara’nın doğrudan müdahil bir aktör olduğunu teyit etti. Zira biliniyor ki Şam, Kuzey Doğu Suriye’de Türkiye’nin onaylamadığı bir politikayı hayata geçiremez.
Ankara her ne kadar “anlaşmaya karşı değiliz” yönünde açıklamalar yapmış olsa da, bu retorik içerikten yoksun bir zemin üzerinde duruyor. Anlaşma resmiyette Şam ve DSG arasında imzalanmış olsa da, sahadaki üçüncü aktör olarak Türkiye’nin etkisi sürecin yönünü doğrudan etkiliyor.
Buradaki asıl problem, tarafların ortaklaştığı metnin içerdiği kavramlarda gizli. Anlaşmadaki kritik başlıkların başında gelen “entegre” ifadesi, farklı taraflar için birbirinden oldukça uzak anlamlar taşıyor.
Bu anlaşmadaki en kritik kavram ‘entegre’ ibaresi. Yani DSG’nin Şam yönetimine entegre olması.
DSG ve Rojava Özerk Yönetimi, bu tanımı, olası bir anayasal anlaşma neticesinde orduya dahil olmaları ama kendi yapılarını bozmadan, orduya bir nevi ortak olmak şeklinde tanımlıyor.
Aslında belki Şam’dakiler de bunu kabul ediyor. Ancak Türkiye’nin istediği ve Şam’a söylettiği şey ise bambaşka.
DSG’nin koşulsuz bir şekilde Şam ordusuna dahil olması ve onların içinde erimeleri.
İşte bu kavram ayrışması, anlaşmanın görünürde yürürlükte olmasına rağmen, içerikte neden ilerleyemediğini açıkça ortaya koyuyor. İki taraf da aynı kelimeyi kullanıyor ama biri “ortaklık” derken, diğeri “teslimiyet” anlıyor.
Bu sadece siyasal anlamda değil, sahadaki pratiklerde de etkisini gösteriyor. Nitekim bir süre önce Tişrin Barajı için yapılan anlaşma da bu yüzden yürürlüğe girmedi.
Zira Şam yönetimi barajın tamamının devredilmesini istiyor.
DSG bunu kabul etmedi. Çünkü DSG burayı korumak için 3 ay savaştı. Ama ortak yönetim için hazır.
Buradaki kriz, sadece enerji ya da güvenlik meselesi değil, siyasi statü meselesidir. DSG’nin verdiği cevabın özü şudur: Ortak yönetime hazırız ama kazanılmış haklarımızı tek taraflı devretmeyiz.
Tüm bu yaşananlar, bizi kritik bir soruya daha getiriyor: Bu anlaşmanın nihai şekli nerede belirlenecek? Gerçek karar hangi masada verilecek?
Toparlayacak olursak; Suriye ve Rojava’daki sorunların veya 10 Mart anlaşmasının kaderi öyle anlaşılıyor ki Şam’da değil İmralı ve Ankara’da belirlenir.
Yani Öcalan ile yürütülen görüşmelerin kapsamında bu konu çözülürse o zaman Şam ile DSG’nin anlaşması kolay olur.
Bunun böyle olduğunu gösteren bir diğer işaret de çözüm modelleri konusundaki önerilerdir. Şam ve Rojava arasında sürdürülebilir bir çözümün, merkeziyetçi bir devlet formunda değil, adem-i merkeziyetçi bir idari sistemde mümkün olabileceği yönündeki görüşler, giderek daha fazla zemine oturuyor.
Çözüm nedir; bir çeşit federal bir anayasa. Biraz vilayet sistemi gibi.
Halkın kendi valisini seçtiği ve valiliğin hem devlet işlerinden hem de yerel hizmetten sorumlu olduğu bir sistem.
Mevcut savunma güçlerinin de halkı koruyan bir çeşit asayiş mekanizması gibi.
Ancak Türkiye bunu kabul eder mi şüpheli.
Son gelişmelerle birlikte, Suudi ve zamanla İsrail’in de etkili olacağı Suriye’de Türkiye’nin bu çözüm modeline olumlu yaklaşması kendi çıkarına.
Yani anti Kürt politikaları bırakıp Kürtlerle hareket etmesi herkesin çıkarına…
Sonuç olarak 10 Mart anlaşması, şeklen yürürlükte olsa da, derin siyasal fay hatları üzerinde ilerliyor. Taraflar henüz aynı dili konuşmuyor. Daha önemlisi, aynı masada değiller. Gerçek çözüm için gözler hâlâ Ankara’nın kararında…