Rojava Devrimi’nin başladığı kent olan Kobanê’ye yönelik vahşi bir saldırı başlamıştı. 5 Ekim’de Miştenur Tepesi’nde Arin Mirkan, yoldaşları ile devrimi korumak için canları pahasına mücadelede tarih yazıyorlardı. Sonrasında öğreneceğim Yunus’u da bu zaman diliminde sonsuzluğa uğurlamışız…
Ercan Jan Aktaş
Yunus ile 2012 yılı Sonbahar’ında, kapalı, gri bir İstanbul sabahında, yoldaşlarım ile bir eyleme yürürken tanıştım. Taksim’den Şişli’ye yürüyorduk. Ortak arkadaşlarımız vardı, ilk kendilerinden bir kaç cümle aldım. Eskişehir’de üniversite okuyor, eylem için yoldaşları ile oradan gelmiş. Kalabalık içinde kendisine dair ilgimi çeken ilk şey, heyecanlı, güleç ve dolu dolu sohbetinden gelen coşkulu sesler oldu. Sonra eylem kalabalığı içinde her birimiz bir yerelere doğru yol alırken birbirimizi bir daha görmedik. Ancak o bir kaç dakikalık tanıklığımdan bir kez daha anlayacaktım ki; insanlar ile ilk merhaba’nda yakaladığın ne ise o insan da odur. Bu anlamda Yunus bende coşkulu, heyecanlı, güleç etrafına dostluk ve yoldaşlık saçan güzel bir insandı.
Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, Boğaziçi Üniversitesi’nden bir ortak yoldaşımız beni aradı; “Ercan, Yunus üniversiteyi bırakıp İstanbul’a gelmiş, ancak kalacak yer sorunu var, senin ev uygun mudur? Gelip bir süreliğine sende kalabilir mi?” dedi. Hiç düşünmeden evet dedim. Bu yoldaşım ile birlikte kaç saat sonra Alibeyköy’deki öğrenci/aktivist evimize elinde bir valiz ile çıkageldi. Evet güleçti Yunus, kendisi ile ikinci bir yüz yüze temasımızda aklıma kazınan ilk şey Yunus’un o sıcak, güleç yüzü oldu. Hanemizin üçüncü üyesi olması kapıdan girişi ile başladı.
Uzun ve heyecanlı sohbet, politik tartışma ve tatlı sert ideolojik çatışmalarımız hemen başladı. Hanemizin diğer ferdi, kendisinden çok daha heyecanlı ve tarih, felsefe, ideoloji birikimleri ile benimle kavgaya doymayan diğer yoldaşım ile aynı saflarda yer aldı. İçinde geldiğim politik gelenekten doğru, “Ya siz bu büyük hevaller topluluğundan ne arayıp da bulmadınız da, sıralı harflerden havalı o yapıya meylediyorsunuz?” diye az çatışmadım ikisi ile de. Hatta bizim bu dolu dolu, sohbet ve tartışmalar kimi zaman o kadar uzun sürerdi ki, gecenin bir saatinde ikisini odamda kovduğum durumlarda kapının önünde “Baskılar bizi yıldıramaz” sloganlarına karnım ağrıyana kadar gülmüşlüğüm de az olmadı.
Hanemizin Cizreli filozofu Mimar Sinan Üniversitesi’nde tarih okuyordu. Benim ikisi için en şaşkınlıkla karşıladığım şey de, sahip oldukları o muhalif / anarşik duruma rağmen ‘Neden Tarih?’ Sonrasında resmi tarihi hak ettiği yere oturtacak bilgi ve birikim sahibi olduklarını gördüğümde kendi soruma kendi cevabımı almıştım. Biz Kürtlerin en büyük meselelerinden bir tanesi de tarihle heaplaşmamızdı. İstanbul’un kışlarını hiç sevmem. Ancak o kış nedense bana çok iyi gelmişti. Cizreli hane yoldaşımızı memlekete uğurlamıştık, en yoksul hallerimizi büyük bir keyifle yaşıyorduk. Evimizi sert bir inişin kıyısında idi. Karlar sokakları doldurduğunda keyfini tıpkı çocukluğumuzdaki gibi yaşadık. Uzun yürüyüşlerimiz oldu, evin mutfağında derin sohbetlerimiz.
Dost gecelerinin birisinde anlattığı hikayesi ile hepimizi ağlattığında Yunus’a olan saygım bir o kadar daha arttı. Yunus annesiz kalmanın / yaşamanın izlerini en derinlerinden yaşayan biriydi. Daha çocukluğunda çıktığı ilk uzun ve ülkeler arası yolculuğu sonsuz uykusunda yatan annesini görmek olur. Bir kazak hikayesi vardı Yunus’un… Onu başka bir zamana bırakıyorum. Sonra bir şekilde Yunus Eskişehir’e dönme ve okuluna devam etme kararını verdi. Bunu hangi sebeple nasıl yaptı bilmiyorum, ancak bir mevsim sonra tekrardan aynı evde derin sohbetimizeki alıntılarında, ‘Hevalim ben onun defterini tutsaklığımda okudum’ demiştim büyük bir keyif ve kendisine duyduğum gurur ile. Su yolunu bulmuştu…
Yolunu bulan Su’yun nehirler ile karışma vaktini hiç birimiz bilemiyoruz. Bir şekilde ailesinden ulaşanlar oldu, izini bulamıyorlardı. Sen izini saklı tutmak için bir yola çıkmış isen, geride kalanlar artık sen istemeden senin izine denk gelemezler. Yunus tercihini yapmıştı. O büyük kavganın bir parçası olmak için beklediğimden çok erken bir yolculuğa çıkmıştı. Taki bir gün çalan telefomuna sesi ile katılana kadar bende bir daha izini bulamamıştım, heyecanlıydı Yunus, sabahın erken saatinde Kobane sokaklarının sesleri ile İstanbul’a karışmıştı. Yaralanmış ve iyileşmek için dinlenmesi gerekiyordu Yunus’un… Ancak Yunus iyileşmeyi beklemeden yeniden kavgaya dahil olmuştu.
Rojava’da hayat her zamankinden daha zorluydu. Rojava Devrimi’nin başladığı kent olan Kobanê’ye yönelik vahşi bir saldırı başlamıştı. IŞİD, devrimi filizlendiği yerden boğarak askeri olduğu kadar politik bir zafer de elde etmek istiyordu. Kara bayrağın Irak ve Suriye’deki alan hakimiyetinin en geniş sınırlarına vardığı bu dönemde büyük bir askeri güç, Kobanê’yi 3 cepheden kuşatmaya almıştı. Köylerde başlayan katliam saldırıları kısa bir sürede kent merkezine dayanmadan İstanbul’dan onlarca otobüs ile Kobanê’yi gören ‘sınır’a kadar yol almıştık. Yunus ile aramızda bir kaç yüz kilometre kalmıştı.
5 Ekim’de Miştenur Tepesi’nde YPJ savaşçısı Arin Mirkan yoldaşları ile devrimi korumak için canları pahasına mücadelede tarih yazıyorlardı. Arin Mirkan şahsında simgeleşen eylem, açık bir gerçeklik ortaya koyuyordu: Sayıca az, teknik olanakları kısıtlı ve etrafı sarılmış YPG-YPJ savaşçıları sadece Kürtler için değil, insanlık adına süren mücadelenin tarihini yazıyordu. Sonrasında öğreneceğim Yunus’u da bu zaman diliminde sonsuzluğa uğurlamışız…
Bende Yunus’un her türlü zorluk ve karmaşaya rağmen inatla bir direniş alanına dönüşen yüzündeki tebessümü kaldı. İnsanları severdi Yunus, dostluğu da, yoldaşlığı da çok güzeldi. Sahip olduklarını ve elindekilerini paylaştıkça mutlu olan biriydi Yunus. Sokak hayvanları için yüreği yanardı, elindeki yemeğini sokak hayvanları ile paylaşmasına o kadar denk geldim ki. Gülmeyi severdi Yunus, hayatın içinde zaman zaman bir dervişe dönerdi, içsel yolculuklarını her zaman paylaşmazdı.
Yunus dokunduğu her hayatın içinde kendisine has naif, sıcak, güleç, kavgaya aşkla bağlı bir kalp olarak yaşamaya devam ediyor. Ben Yunus’un gidişine hiç alışmadım, belki bir gün bir eylem kalabalığında, sokalarımızda çocuklar ve hayvanlar özgür ve rahat koşuştuklarında, o kocaman kahkahası ve güleç yüzü ile ‘hey anarşik erco!’ diye çıkagelir…



