Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Amed Dicle yazdı |

Paris masası neden kurulmadı? Suriye’den İmralı’ya uzanan hesap

Amed Dicle yazdı |

Masanın kurulduğu an, Kürtler resmî muhatap olarak tanınacak. Bu da Türkiye’nin içeride dillendirdiği “çözüm” söylemi ile Suriye’de uyguladığı dışlayıcı pratik arasındaki çelişkiyi tüm açıklığıyla ortaya çıkaracaktır. Fidan’ın stratejisi, bu çelişkiyi görünmez kılmak için müzakere zeminini baştan sabote etmek; ardından da “Bakın, olmuyor” diyerek Kürtlerle masaya oturmanın anlamsız olduğu tezini güçlendirmektir.

Amed Dicle

Paris’te, Suriye’nin geleceğini yakından ilgilendiren kritik bir masa kurulacaktı. ABD, Fransa ve İngiltere’nin arabuluculuğunda, Şam yönetimi ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ilk kez doğrudan bir araya gelecekti. Ancak beklenen olmadı. Şam, toplantıya katılmaktan vazgeçti. Bu hamle, basit bir diplomatik manevra değil; Ankara’nın uzun süredir izlediği bir stratejinin yeni halkası.

Bu stratejinin merkezinde, Kürtlerin siyasi denklemden tamamen çıkarılması var. İçeride “Türk-Kürt kardeşliği” söylemiyle barış mesajları veren hükümet, sınırın öte tarafında bunun tam tersini yapıyor. Ve bu hattın sahadaki en etkin uygulayıcısı Dışişleri Bakanı Hakan Fidan. Paris’te Kürtlerin aktör olarak yer alacağı bir çerçeveyi dağıtmak için doğrudan devreye girdi; Şam’la temaslarının omurgasını da bu hedef oluşturdu.

Fidan’ın müdahalesi, Paris buluşmasının seyrini belirleyen ana etken oldu. Arabulucu ülkelerin garantörlüğünde planlanan görüşme, Şam ile Özerk Yönetim arasında doğrudan bir müzakere-anlaşma kanalı açmayı hedefliyordu. Ancak 25 Temmuz’da askıya alındı; bu ayın ortasında yeniden yapılması konuşulurken, Şam’ın Paris’e gitmeme kararı öne çıktı. Mesaj net: Kürtlerin masaya oturacağı her ihtimal engellemek, çözüm Kürtler yokmuş gibi kurgulamak.

Şam’ın Paris masasından çekilmesi, diplomasi sahasında tek başına alınmış bir karar değildir; sahada da bu tercihin altyapısını güçlendiren hamleler eşzamanlı olarak devreye sokulmuş durumda. Fidan’ın Şam’la yürüttüğü temaslara paralel şekilde Ankara, üç hattı aynı anda işletmeye başladı:

  • HTŞ kanalı, süreci yokuşa sürmek ve masanın toplanma ihtimalini zayıflatmak için aktif biçimde kullanıldı; gerilim yaratacak başlıklar özellikle öne çıkarıldı.
  • Aşiret kanalı, “SDG’ye başkaldırı” söylemiyle tahrik edilerek müzakere ortamına uygun olmayan bir güvenlik krizi görüntüsü üretildi.
  • Medya ve propaganda ağı, Özerk Yönetimi “kaosun kaynağı” olarak resmeden içeriklerle beslenerek, Kürtlerin siyasi aktör olarak meşruiyetini zedelemeye yöneldi.

Bu hamlelerin ardındaki mantık açıktır: Masanın kurulduğu an, Kürtler resmî muhatap olarak tanınacak. Bu da Türkiye’nin içeride dillendirdiği “çözüm” söylemi ile Suriye’de uyguladığı dışlayıcı pratik arasındaki çelişkiyi tüm açıklığıyla ortaya çıkaracaktır. Fidan’ın stratejisi, bu çelişkiyi görünmez kılmak için müzakere zeminini baştan sabote etmek; ardından da “Bakın, olmuyor” diyerek Kürtlerle masaya oturmanın anlamsız olduğu tezini güçlendirmektir.

Bu amaçla Türkiye, sahada en etkili kaldıraç olarak HTŞ hattını kullanıyor. Bu hat:

  • Kürtlerin dahil olduğu her çözüm formülünü gayrimeşru göstermek,
  • Kontrollü değil, tırmandırılmış gerilim üreterek müzakere iklimini dağıtmak,
  • Paris gibi platformları sürekli erteleme ve iptal döngüsüne sokmak…

Bu tercih, “demokratik ve kapsayıcı çözüm” hedefinden çok, Kürt karşıtlığını stratejik eksen haline getiren bir aklı beslemektedir. Böylece sahada atılan her adım, barışa değil, çatışmanın devamına yatırım anlamına gelmektedir.

Üstelik bu dış politika hattı, Türkiye içindeki çözüm süreci tartışmalarıyla doğrudan bağlantılıdır. Hakan Fidan, İbrahim Kalın’ı yalnızca Suriye özelinde değil, genel olarak Kürt sorununu çözme iddiası üzerinden sabote etmek istiyor. Kalın, şu sıralar İmralı’da Öcalan ile yürütülen görüşmelerin merkezinde, devletin Kürtlerle yeni bir müzakere kapısı aralama çabasının baş aktörü konumunda. Fidan ise bu sürecin kendi kontrolü dışında ilerlemesini istemiyor, hatta başarısız olması için çabalıyor denilebilir.

Suriye zemini, bu amacın en kullanışlı aracına dönüşmüş durumda. Çünkü Suriye’de kurulacak her çözüm masası, doğrudan İmralı’daki çözüm masasını etkileyecek. İmralı’daki Masa da Suriye’deki Masa’yı etkiliyor. Eğer Paris’te Kürtler resmî muhatap olarak tanınsa, bu durum İmralı’daki görüşmelere de güç kazandıracak. Fidan’ın hamleleri tam da bu nedenle devreye giriyor; Suriye’de Kürtlerin taraf olduğu her süreci boşa çıkarmak, İmralı’daki müzakere zeminini de zayıflatmak anlamına geliyor.

Paris masasını dağıtmak bu yüzden sadece bir dış politika hamlesi değil; Kalın’ın yürüttüğü iç müzakere sürecine doğrudan vurulmuş politik bir darbe. Mevcut durumda Suriye sahası, devlet içindeki güç mücadelesinin en görünür cephesine dönüşmüş durumda. Burada atılacak her adım, yalnızca Şam’ı ya da Özerk Yönetim’i değil, Ankara’daki dengeleri ve Türkiye’nin kendi iç barış ihtimalini de doğrudan etkiliyor.

Bu noktada sorulması gereken asıl soru, Paris masasına benzer bir zeminin yeniden mümkün olup olmadığıdır. Bunun yanıtı ancak şu üç gerçeğin kabul edilmesiyle “evet” olabilir:

  • Kürtlerin dışlandığı her alternatif platform kısa ömürlüdür; taraflardan biri eksikse masa çöker.
  • Garantörlük olmadan olmaz; dış aktörler masaya sadece “koltuk” değil, bağlayıcı güvence getirmek zorundadır.
  • Kürtlerin yok sayıldığı her denklemin maliyeti artar; bu maliyet sahadaki gerilimden ekonomiye, diplomatik yalnızlaşmadan toplumsal barışın yıpranmasına kadar uzanır ve sonunda Türkiye’nin kendi iç huzurunu vurur.

Sonuç olarak; Şam’ın Paris’ten çekilmesi, Hakan Fidan’ın doğrudan müdahalesiyle hayata geçen, Kürt fobisi üzerine kurulu devlet aklının bir sonucudur. Kısa vadede “engel olma” hamlesi gibi görünen bu adım, uzun vadede Suriye’de istikrarsızlığı, Türkiye’de ise çözümsüzlüğü derinleştirir.

Gerçek değişmez: Kürtlerin olmadığı bir masa, kurulsa da ayakta kalmaz. Ve tarih tekrar tekrar gösteriyor ki; Kürtlerle barışmayan, kendiyle de barışamaz.

 

Benzer Haberler