Kawe Karzan
28 Temmuz 2025 günü, İran’da üç çevre aktivisti, yaşam alanlarında çıkan yangını kendi imkânlarıyla söndürmeye çalışırken hayatını kaybetti. Bu trajik olay, ülkede derin bir yankı uyandırdı. Çünkü o gençler, çıplak elleriyle, hiçbir ekipman ya da koruyucu donanım olmaksızın alevlerle mücadele etmişti. O sırada ne bir devlet kurumu, ne bir yetkili, ne de bir müdahale ekibi ortalıkta görünüyordu. Devlet, adeta sessizliğe gömülmüştü. Ancak olay kamuoyunda geniş yankı bulduktan sonradır ki, harekete geçildi: Helikopterler havalandı… Ne var ki bu helikopterler yangını söndürmek için değil, gençlerin cenazelerini taşımak içindi.
Çiyako Yousefinejad, ulusal güreş şampiyonuydu; aynı zamanda bir karma dövüş sanatları eğitmeni. Mehr Haber Ajansı’nın görgü tanıklarına dayandırdığı haberine göre, yangın sırasında elleri ve ayakları yanmasına rağmen arkadaşlarını kurtarmak için tekrar alevlerin içine girdi. Bu son hamlesi, ona ağır yanıklarla birlikte yaşamını da kaybettirdi. Yousefinejad, doğayı devletten, arkadaşlarını ise ateşten korumaya çalışırken hayatını verdi. Bu nedenle hem yaşadığı şehirde hem de ülke genelinde bir kahraman olarak anıldı. Ancak aynı zamanda bu olay, İran genelinde devlete karşı büyük bir öfke patlamasına yol açtı.
Sanendaj’ın Abidar (Awiyer) bölgesinde çıkan yangının nedeni hâlâ resmî olarak açıklanmış değil. Ancak Kürdistan Nojin Kom Derneği üyesi Daniyal Mahmudi, Hammihan gazetesine yaptığı açıklamada, yangının büyük olasılıkla kasıtlı çıkarıldığını belirtti. Mahmudi’ye göre yangın, Awiyer’ın kuzey yamacında başladı ve bu bölgedeki sıcaklık, doğal bir yangını tetikleyecek düzeye normalde ulaşmıyor.
Yangın sırasında yedi kişi bir vadide mahsur kaldı. Alevler çevrelerinde adeta bir hortum gibi dönmeye başladı; bazıları içeride sıkıştı, bazıları ise ağır yaralandı. Mahmudi ayrıca, gönüllülerin doğru ekipmana sahip olmadığını vurguladı. Yangına müdahale edenlerin üzerinde yanmaya karşı dayanıklı giysiler değil, plastikten yapılmış, vücuda yapışarak yanıkları daha da derinleştiren sıradan kıyafetler vardı. Üstelik kurtarma ekipleri de olay yerine çok geç ulaştı.
Sanandaj’ın Awiyer bölgesi, geniş meralarıyla bilinen bir alan. Ancak ne yazık ki bu bölge, yangınlarla anılmaya başlanalı uzun zaman oldu. Yine de, bu son yangın kadar çok sayıda can kaybına ve yaralanmaya yol açan bir felaket daha önce yaşanmamıştı.
Zagros ormanları ve meraları, son on yılda çevre gönüllülerinin adeta birer cephe hattına dönüştü. Bu süre zarfında, doğayı korumak uğruna yaklaşık 20 çevre aktivisti hayatını kaybetti. Altı yıl önce, Kürdistan Eyaleti’nin Merivan kentinde çıkan yangında, çevre aktivistleri Şerif Bacaur ve Omid Hosseinzadeh ile orman bekçileri Rahmat Hakiminia ve Mohammad Pajouhi, alevlere müdahale ederken yaşamlarını yitirmişti. Ancak dönemin yetkilileri, bu dört ölümün yangınla değil, bir kara mayını patlamasıyla gerçekleştiğini iddia etmişti.
Bugün, İran ormanlarının yüzde 40’ını oluşturan Zagros ormanları 11 il boyunca uzanıyor ve yaklaşık altı milyon hektarlık bir alanı kapsıyor. Bu ormanların yüzde 70’ini meşe ağaçları oluştururken, geriye kalan kısmı akçaağaç, kikem, kayın, dişbudak, yabani armut, söğüt, mor, badem çeşitleri ve diğer yerli türlerden oluşuyor. Zagros’un meşe ormanları ise İran’ın kuzeybatısından başlayarak güneybatısına kadar uzanan geniş bir yaşam kuşağını temsil ediyor.
Zagros ormanlarının yok oluşu, yalnızca birkaç ağacın kaybı değil; bölgenin biyoçeşitliliğinin ve ekosisteminin kökten çöküşü anlamına geliyor. Son yıllarda, bu kadim ormanların altıda biri çeşitli nedenlerle yok oldu.
Eyaletlerin doğal kaynaklara dair verileri, bu yıkımın boyutunu net biçimde ortaya koyuyor. Örneğin 2016 yılında, Loristan (Kohgiluyeh ve Boyer Ahmad) eyaletlerinde 75 yangın meydana geldi ve sadece Kohgiluyeh ve Boyer Ahmad bölgesinde 950 hektarlık orman alanı kül oldu. 2017 yılı sonuna dek, aynı eyalette çıkan 110 yangın, 700 hektarlık ormanlık alanı yok etti. 2019’da ise bu rakam 364 hektarı buldu. Yani istatistikler, bir doğa felaketinden değil, sistematik bir yıkımdan söz ediyor.
İran Çevre Koruma Örgütü, yıllık milyonlarca dolarlık bütçeye rağmen, bu yangınlara karşı etkili ve önleyici hiçbir yapı ortaya koyamıyor. Çünkü bu ormanların yanışı, sadece doğa olaylarıyla açıklanamaz. Bu yıkımda politik, güvenlik temelli ve hatta kasıtlı yönlerin olduğu da her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor.
Loristan Eyaleti Çevre Koruma Genel Müdürlüğü’nün İnsani Çevre Müdür Yardımcısı Mojtaba Ahour’un itiraf niteliğindeki açıklamaları da bu tabloyu doğruluyor. Ahour, dün verdiği bir demeçte şunları söyledi: “Zagros ormanlarının yaşlanması, yaygın afetlerin saldırısı, usulsüz ve dengesiz kesimler, aşırı sıcaklık artışları… Tüm bunlar, Zagros’a yönelik topyekûn bir saldırıdır. Ne yazık ki bu gerçekliğe gereken önemi vermiyoruz ve politikalarımız bu krizlerle mücadele etmeye yönelik değil.”
Bazı araştırmalar, eğer mevcut gidişat değişmezse, önümüzdeki otuz ila kırk yıl içinde Zagros ormanlarını tamamen kaybedeceğimizi öngörüyor. Oysa bu yalnızca ağaçların yok olması anlamına gelmiyor. Zagros ormanları yok olursa, İran’ın merkez platosu da büyük bir ekolojik çöküşle karşı karşıya kalacak. Çünkü bu plato, yaşam kaynağını Zagros’tan alıyor; bölgenin su döngüsü, nem dengesi ve ekosistem yapısı doğrudan bu ormanlara bağlı. Zagros’un sağladığı su, merkez platoya can veriyor.
İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Şina Ensari de bu ekolojik krizlerin temelinde yatan politikaları açıkça dile getirdi. Ensari, hava kirliliği, sulak alanların kuruması, toprak erozyonu ve su kaynaklarının azalması gibi çevre krizlerinin, çevresel etki analizleri yapılmadan alınan kalkınma kararlarının bir sonucu olduğunu ifade etti. “Geçmişte birçok endüstriyel ve üretim projesi, yerel kapasiteler dikkate alınmadan hayata geçirildi. Bugün yaşadığımız sonuçlar da işte o yanlış kararların ürünüdür” dedi.
Yirmi birinci yüzyılda artık açıkça görülüyor ki, doğaya yönelik tehditler yalnızca çevre sorunu değil, doğrudan insan yaşam alanlarına yönelik bir tehdit olarak algılanıyor. Hava ve su kirliliğinden, iklim değişikliğine; ormansızlaşmadan gezegenimizin tüm ekosistemine kadar her alan ciddi bir tehdit altında.
Bugün doğa sevgisi, dar anlamda bir yurtseverlik anlayışını çoktan aşmış durumda. İnsanlık artık aynı gemide olduğunu, bu gemi batarsa kimsenin kurtulamayacağını fark etmiş görünüyor. Doğaya yönelik farkındalık, aslında insanın kendine, kendi varoluşuna dair geliştirdiği en temel bilinç hâline geldi.
Ve bu bilinç, özellikle genç kuşaklarda çok güçlü. Öyle ki, kimi zaman can pahasına da olsa doğayı korumaya yönelik kararlılıklarını ortaya koyuyorlar. Çünkü artık birçokları için doğayı savunmak, sadece çevreyi değil; geleceği, yaşamı, kendini savunmak anlamına geliyor.
Devletlerin, ulusötesi şirketlerin ve daha küçük ölçekli sermaye gruplarının varoluş biçimlerine baktığımızda, doğayı ve yaşamı korumaktan çok, onları tahrip etmeye yöneldiklerini açıkça görebiliyoruz. Bu felaketler “doğal” değil; kendiliğinden hiç değil. Gezegen, tarihinin en sıcak dönemini rastlantı sonucu yaşamıyor. Bunlar yalnızca “insan kaynaklı” da değil; bunlar, iktidarların ve sermaye odaklarının sınırsız kâr iştahı, dizginlenemeyen açgözlülüğü yüzünden yaşanıyor.
Bu farkındalık, bir anlamda 68 kuşağını dünya meydanlarına döken özgürlük bilinciyle eş düzeye ulaşmış durumda. Her ikisi de vicdanı sarsan bir gerçeklikten doğuyor, insanın değer yargılarını altüst eden ortak bir kaynaktan besleniyor. Artık içinde yaşadığımız dünyada, özgürlük ve demokrasi bilinci, doğa bilinciyle iç içe geçmiş durumda. Saldırgan kim belli, savunan da.
Geçtiğimiz yüzyılda savaşlar daha çok insanla insan arasındaydı. Bugün ise tablo farklı: artık sermaye-iktidar odakları ile doğa arasında da bir cephe oluşmuş durumda. Saldıran, azami kârın peşindeki sistem; savunan ise ormanlar, topraklar, su kaynakları ve onları korumaya çalışan insanlar.
Bu yüzden İran’da yaşananlar, dünya genelindeki benzer tablolarla örtüşüyor. Kaliforniya’daki yangınlar, Rusya’da yaşanan 8.8 büyüklüğündeki deprem ya da Türkiye’nin Bursa ilindeki orman yangınları… Hepsi aynı ekosistem krizinin farklı yüzleri. Kök neden aynı.
Ve bu gencecik insanlar… Onlar bir sıcak savaş cephesinde, bir ülkeyi dış işgalden kurtarmaya çalışırken değil; bir devletin asli görevi olan çevreyi koruma sorumluluğunu kendi vicdanlarında hissederek can verdiler. Yeşil alanları, ormanları, suyu ve yaşamı korumayı kendilerine görev bildikleri için hayatlarını feda ettiler.
Acaba savaşlara ve savaş sanayisine ayrılan devasa bütçelerin, ileri teknolojilerin ve insan gücünün sadece üçte biri, bu tür çevre felaketlerini önlemeye ayrılsaydı… Ne olurdu? Ya da gezegenimizi sistematik biçimde tahrip eden devlet ve şirket politikaları yasal çerçevede ciddi biçimde sınırlandırılsaydı… O zaman sivil insanlar, çıplak elleriyle, canlarını hiçe sayarak alevlerin içine atılmak zorunda kalır mıydı? Ya da dünya, yok oluşun eşiğine bu kadar yaklaşır mıydı?
Ortadoğu’da her gün şehirleri, köyleri, yaşam alanlarını hedef alan bombalarla yüklü modern uçaklar, eğer bombalamak yerine orman yangınlarını söndürmek için havalansaydı, yaşadığımız bu çevre tahribatı kesinlikle bu boyuta ulaşmazdı. Askerî gücün doğaya karşı değil, doğa için seferber edildiği bir dünya mümkün olabilirdi.
Ama İran’da yaşanan bu son trajedi karşısında, devlet yetkilileri bırakın sorumluluk almayı, mağdur ailelere bir taziye bile sunmadılar. Bu sessizlik, bu ilgisizlik, acının boyutunu daha da derinleştirdi.
İşte tam da bu yüzden, artık ekoloji mücadelesi yalnızca çevreci bir hareket değil; vicdani, ahlaki ve hatta varoluşsal bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Bugün doğayı savunmak, tıpkı savaşın ön cephesine yürür gibi bir cesaret, bir kararlılık gerektiriyor. Ve bu mücadele, doğa düşmanlarına karşı verilmek zorunda.