Bugün hâlâ dar ama hayati bir pencere açıktır: çatışmayı donduran değil, siyaseti inşa eden bir yaklaşım. Bu pencere kapanmadan, bölge aktörlerinin korkularla değil, gerçeklerle konuşmayı öğrenmesi gerekmektedir. Suriye’nin sorunu bölünme değil; birlikte yaşamayı mümkün kılacak bir siyasal dilin yokluğudur.
Şam–DSG İlişkisi, Bölgesel Güç Dengeleri ve Ankara’nın Daralan Seçenekleri
Orta Doğu’da ya da yeni deyişle Batı Asya’da savaşlar yalnızca cephede kazanılmaz; asıl mücadele, savaş sonrası düzenin kimler tarafından ve hangi ilkelerle kurulacağı sorusunda yaşanır. Bugün Suriye sahasında yaşanan tam olarak budur. Silahların büyük ölçüde sustuğu, fakat siyasetin hâlâ inşa edilemediği bir dönemde, Türkiye–Suriye ilişkileri de bu belirsizliğin tam merkezinde oturmaktadır. “Normalleşme” olarak sunulan süreç, gerçekte yeni bir denge üretmekten çok, eski korkuların yeni aktörler üzerinden yeniden sahneye konulmasıdır.
Şam’ın Geçiciliği ve Devlet Sorunu
Şam’daki yönetimin uluslararası alanda hâlâ “geçici” olarak anılması, diplomatik bir ayrıntı değil; siyasal bir hakikatin ifadesidir. Gücü merkezileştirmiş fakat toplumsal meşruiyeti yeniden üretememiş bir yapı, klasik anlamda bir devletten çok, sürekliliği sorunlu bir ara rejimdir.
Suriye’nin Alevilerden Kürtlere, Dürzilerden laik Sünni Araplara uzanan çoğul toplumsal yapısı, tek merkezden ve tek kimlik üzerinden yönetilebilecek bir kompozisyon değildir. Bu gerçeği yok sayan her siyasal tasarım, istikrar üretmez; yalnızca yeni kırılmaların zeminini hazırlar.
Şam–SDG İlişkisi: Kaçınılmaz Temas
Bu tabloda Şam ile Demokratik Suriye Güçleri (DSG) arasındaki ilişki, ideolojik bir yakınlıktan değil, sahadaki güç dengelerinden doğmaktadır. DSG, yalnızca askeri bir yapı değil; belirli bir coğrafyada fiili yönetim kapasitesi, toplumsal taban ve uluslararası muhataplık üretmiş bir aktördür.
Şam açısından DSG’yi bütünüyle tasfiye etmek gerçekçi değildir; DSG açısından da Şam’ı yok sayarak kalıcı bir gelecek inşa etmek mümkün değildir. Bu ilişki bastırılabilecek bir sorun değil, ancak yönetilebilecek bir gerilim alanıdır.
Türkiye’nin Güvenlik Merkezli Okuması
Türkiye’nin Suriye politikasında uzun süredir belirleyici olan temel refleks, güvenlik merkezli okumadır. Ankara, DSG’yi varoluşsal bir tehdit olarak değerlendirirken, Şam yönetimini bu tehdidi dengeleyecek bir araç olarak görme eğilimindedir. Bu yaklaşım kısa vadede anlaşılabilir olsa da, uzun vadede ciddi stratejik maliyetler üretmektedir.
DSG’nin bütünüyle ortadan kaldırılması ne sahadaki güç dengeleriyle ne de uluslararası konjonktürle uyumludur. Daha da önemlisi, bu politika Kürtleri sistem dışına itmekte; onları uzlaşının değil, kalıcı çatışmanın öznesi hâline getirmektedir. Oysa Kürt meselesinin bastırılarak değil, siyasal entegrasyonla yönetilebileceği hem bölgesel hem tarihsel tecrübelerle sabittir. Türkiye’nin bu zemini kaybetmesi, yalnızca Suriye sahasında değil, kendi bölgesel etkisinde de belirgin bir daralma anlamına gelmektedir.
Bölgesel Güç Dengeleri: Daralan Manevra Alanı
ABD, DSG üzerinden sahadaki dengeyi korumayı sürdürürken; Rusya ve İran, Şam’ı desteklemekle birlikte sınırsız bir etki alanına sahip değildir. Arap dünyası ise Şam’a temkinli bir dönüş kapısı açarken, Suriye’nin eski merkeziyetçi devlet yapısına geri dönemeyeceğinin de farkındadır.
Bu çok aktörlü tabloda Türkiye’nin sert güvenlik dili, esnek diplomasi imkânlarını genişletmek yerine daraltmaktadır. Sert söylem, her zaman güçlü pozisyon üretmez. Kısa vadeli tehdit algıları, uzun vadeli stratejik körlük üretir.
Merkeziyetçilik mi, Hayatta Kalma mı?
Suriye için temel soru artık “bölünme” değil; “nasıl ayakta kalınacağıdır.” Güçlü yerel yönetimlere dayalı, yetkinin paylaşıldığı ve kimliklerin tanındığı bir model, Suriye’nin parçalanması değil; tam tersine yeniden bir arada tutulmasının tek gerçekçi yoludur.
Merkeziyetçilik, bu denli heterojen bir toplumsal yapıda çözüm değil; kronik kriz üretme mekanizmasıdır. Bir devleti ayakta tutan şey gücün merkezde toplanması değil, meşruiyetin topluma yayılmasıdır.
Sonuç: Kaçırılan Fırsatlar, Kalan İhtimaller
Türkiye açısından gerçek güvenlik, askeri üstünlükten çok siyasal akıl üretme kapasitesine bağlıdır. Şam–DSG uzlaşmasının tamamen engellenmesi, ne Suriye’de kalıcı barış sağlar ne de Türkiye’nin güvenliğini artırır. Aksine, yönetilebilecek bir uzlaşının dışlanması, yönetilemeyen bir kaos riskini büyütür.
Bugün hâlâ dar ama hayati bir pencere açıktır: çatışmayı donduran değil, siyaseti inşa eden bir yaklaşım. Bu pencere kapanmadan, bölge aktörlerinin korkularla değil, gerçeklerle konuşmayı öğrenmesi gerekmektedir. Suriye’nin sorunu bölünme değil; birlikte yaşamayı mümkün kılacak bir siyasal dilin yokluğudur.



