Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Ekolojist Menekşe Kızıldere ile röportaj I

Ekolojik toplum bir ütopya değil

Ekolojist Menekşe Kızıldere ile röportaj I

“Sömürgecileri topraklarından uzaklaştırmak, sadece fiziksel mücadele değil, aynı zamanda ideolojik mücadeleyi, hafıza ve kültürün yeniden inşasını gerektirir; bu da ancak özgür halk meclisleri ve ekolojik bilinçle sağlanabilir.”

Güler YILDIZ

NEDEN?

Ekoloji bir sonuç değil, bir başlangıç sorunudur. Kapitalist modernitenin doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini sorgularken, “ekolojik toplum” fikrinin kurucu temellerine bakmak gerekiyor. “Ekolojik toplum” fikri de giderek derinleşen ekolojik kriz karşısında yeni bir yaşam tahayyülünü gündeme getiriyor. Buradan yola çıkarak, eko-toplum, eko-ekonomi ve komünalizmin günümüz mücadeleleriyle kesişiminin ikinci durağında kadın ve ekoloji diyerek, sözü TJK-E Ekoloji Sözcüsü Menekşe Kızıldere’ye verdik.

SAVAŞIN DİLİ MONOLOGDUR, BARIŞIN DİLİ İSE KARŞILIKLI DÖNÜŞÜMSEL DİYALOG

*Türkiye’de barış çağrılarını ekoloji politik açıdan yorumladığımızda, bunu ekolojik yıkım ve kapitalist sömürü ilişkisi üzerinden değerlendirmek gerektiği gerçeği ortaya çıkıyor. Türkiye’de süregelen savaş politikaları, doğrudan ekolojik tahribatla iç içe geçmiş durumda. Bu yüzden barış talebi sadece çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda doğanın korunması ve sürdürülebilir bir yaşamın savunulması anlamına da gelmeli. Ama nasıl?

Türkiye’de barış çağrılarını ekoloji politik bir perspektiften değerlendirdiğimde, barışın yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda ekolojik yıkımın durdurulması ve doğanın sömürüsünden vazgeçilmesi anlamına geldiğini düşünüyorum. Süregelen savaş politikaları, özellikle Kürdistan coğrafyasında, orman yangınları, baraj projeleri, maden sahaları ve askeri faaliyetlerle doğrudan doğayı hedef alıyor; bu da savaşın yalnızca insanlar arasında değil, insan ile doğa arasında da sürdüğünü gösteriyor.

Kapitalist sistemin hem savaşı hem de ekolojik tahribatı bir araç olarak kullandığını fark ettiğimizde, barış talebinin doğrudan anti-kapitalist ve ekolojist bir zemine oturması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu yüzden barış, doğayla uyumlu bir yaşamın inşasını, yerel halkların ekolojik öz yönetimini, militarizmin doğa üzerindeki tahakkümüne karşı durmayı ve tüm canlıların haklarını gözeten bir yaşamı savunmakla mümkün olabilir. Kürdistan’da insan yaşamına karşı kullanılan ve suç olan zehirli kimyasalların ve taktik nükleer silahların doğaya karşı kullanılmasının ekolojik sistemler üzerinde de geri dönüşü olmayan tahribatları var. Ekolojik yıkımlar durdurulmadıkça devletlerin yaptığı iklim krizi görüşmeleri sadece sermayeye para kazanma yollarını açmaktır.

*Tam burada barışın sağlanması nasıl mümkün olabilir?

Barış, sadece devletler ya da silahlı yapılar arasında bir uzlaşıyla değil, toplumun tüm katmanlarını kapsayan zihinsel, ahlaki ve politik bir dönüşümle sağlanabilir. Öcalan, kapitalist modernitenin krizlerini aşmanın yolunu demokratik modernite paradigmasında görürken, bunun ekoloji, kadın özgürlüğü ve demokratik toplum ilkeleriyle inşa edilebileceğini vurguluyor. Bu çerçevede barış, doğanın ve toplumun yeniden uyum içinde var olabileceği, tahakküm ilişkilerinin çözülerek yerel-demokratik yapıların güçlendirileceği bir yaşam sistemini kurmakla mümkündür. Dolayısıyla barış, sadece silahların bırakılması değil, aynı zamanda kapitalist sömürü düzeninin ve onun doğaya, kadına ve halklara yönelik saldırılarının son bulması, yerine kolektif yaşamı esas alan bir sistemin inşası anlamına gelir. Bu da ancak toplumun kendi öz gücüne dayanarak, ekolojik ve demokratik bir yaşamı örgütlemesiyle mümkün olabilir.

*Türkiye’de barış talebini ekoloji politik açıdan nasıl değerlendirmek gerekir? İnşa sürecinde en çok gereksinim duyacağımız şey ne olurdu?

Türkiye’de barış talebinin yalnızca çatışmaların sona ermesini değil, aynı zamanda kapitalist modernitenin doğa ve toplum üzerindeki yıkımına karşı radikal bir yaşam dönüşümünü içermesi gerektiğini düşünüyorum. Öcalan’ın da vurguladığı gibi, savaş sadece silahlı çatışmalarla değil, aynı zamanda ekosistemlerin tahribi, kadın bedeninin ve emeğinin sömürüsü, toplumsal dokunun parçalanmasıyla da sürüyor. Bu yüzden barış talebi, ekoloji politik bir içerikle, doğanın özneleştiği, toplumun yeniden doğayla kurduğu ilişki üzerinden kendini tanımlamalı.

Barışın inşasında en çok gereksinim duyacağımız şey, bana göre, kolektif hafızayı onaracak ve yeni bir yaşamı kuracak etik-politik bir bilinçtir. Bu bilinç hem doğayla ilişkide sömürüden vazgeçmeyi hem de toplumsal ilişkilerde tahakküme dayalı zihniyeti aşmayı gerektirir. Vandana Shiva’nın belirttiği gibi, doğayı metalaştıran ve kadınları görünmez kılan sistemle barış mümkün değildir; gerçek barış, doğanın bilgeliğini ve kadınların dönüştürücü gücünü merkeze alan bir yaşam felsefesiyle kurulabilir. Ekolojik barış, yalnızca doğayı korumak değil, doğayla birlikte düşünmek ve onunla yaşamanın politik yolunu açmaktır.

“EKOLOJİK TOPLUM BİR ÜTOPYA DEĞİL”

*Öcalan’ın açıklanan perspektiflerinde ekolojik toplum önermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?  Ekolojik toplum fikri sizce bir ütopya mı, yoksa somut olarak inşa edilebilir mi?

Öcalan’ın ekolojik toplum önerisini ütopyacı değil, aksine tarihsel, bilimsel ve etik temelleri olan somut bir inşa çağrısı olarak değerlendiriyorum. Onun perspektifinde ekolojik toplum, sadece doğayı koruyan bir yaşam biçimi değil; aynı zamanda kapitalist modernitenin parçalayarak işlevsizleştirdiği toplumsallığın yeniden onarılmasıdır. Bu görüş, Murray Bookchin’in “özgürlükçü belediyecilik” ve “sosyal ekoloji” kuramlarıyla güçlü biçimde örtüşür; zira her ikisi de insanın doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini, insanın insana kurduğu tahakkümle birlikte ele alır.

Aynı şekilde Donna Haraway’in “bizler yeryüzüyle birlikte düşünmeliyiz” önerisi de Öcalan’ın doğayı sadece bir kaynak değil, etik-politik bir varlık olarak gören yaklaşımıyla örtüşür. Fritjof Capra’nın sistem düşüncesiyle ortaya koyduğu gibi, canlı sistemler arasında kurulan ilişkisel ağlar, Öcalan’ın demokratik konfederalizm modelinde toplulukların kendi aralarındaki dayanışma yapılarıyla somutlaşır. Ekolojik toplum fikri, aynı zamanda Heidegger’in “Varlığın unutuluşu” olarak tanımladığı modern yabancılaşmaya da bir yanıt olarak okunabilir; çünkü Öcalan, insanın hem kendi varlığıyla hem de doğayla kurduğu bağın yeniden tesisini önerir. Bu bağlamda ekolojik toplum, bilimsel verilerle uyumlu, felsefi olarak derin ve pratikte adım adım örülebilecek bir paradigma olarak ütopyadan çok, yaşanabilir geleceğin kendisidir.

18 yaşında iklim aktivisti olarak yola çıkıp şu anda Dünya’nın vicdanını temsil eden Madleen’de arkadaşları ile Gazze’ye giden Greta Thunberg’e ve toplumsal olaylarda sokaklara çıkan gençlere bakın. Bu gençler kadın katliamına, hayvan katliamına, doğa katliamlarına sesiz kalmıyor. İşte gelecek budur.

Öcalan 27 yıllık tecrit sırasında bile dünyadaki bu değişimi tecrit koşullarında izlemiştir. Bu gençlerin yaratacağı gelecek Öcalan’ın yıllar önce kimse konuşmaz, anlamazken işaret ettiği gelecektir. Öcalan çağını aşan bir bilgedir. Bu paradigmayı kurarken savunduğu değerleri şu anda Z kuşağı gençleri savunuyor. Bu ileri görüşü buradan anlayabiliriz. Bu çağrı bir çığ gibi büyüyecek ve kapitalist modernitenin boğduğu dünyanın evlatlarına umut olacak. Tüm kalbimle inanıyorum.

*Öcalan, devlete değil, yerel halk meclislerine, özgür belediyelere dayalı bir demokrasi öneriyor. Kürdistan bu geçişe hazır mı? 2015’te yaşananlar nasıl bir deneyimdi mesela?

Kürdistan’ın böyle radikal bir demokratik dönüşüme hazır olup olmadığı, Öcalan’ın demokratik modernite paradigması ışığında bir toplumsal seferberlik ve bilinç yükselişiyle doğrudan bağlantılıdır. 2015 deneyimi, merkeziyetçi devletin baskıcı politikaları, yerel halkın üzerindeki derin güvensizlik ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle zorluklar yaşadı. Ancak Paulo Freire’nin özgürleştirici diyalog anlayışıyla baktığımızda, bu tür zorlukların demokratik örgütlenmelerin gelişimi için bir basamak olduğunu düşünüyorum. Merkeziyetçilikten uzak demokrasi, yerelden başlayarak kolektif karar alma süreçlerini güçlendirdiğinde, doğa tahribatı ancak böyle engellenebilir; çünkü sömürücü şirketler ve devlet projeleri, yerel halkın örgütlülüğü ve doğaya dair sahiplenmesi sayesinde durdurulabilir veya yönlendirilebilir.

Sömürgecileri topraklarından uzaklaştırmak, sadece fiziksel mücadele değil, aynı zamanda ideolojik mücadeleyi, hafıza ve kültürün yeniden inşasını gerektirir; bu da ancak özgür halk meclisleri ve ekolojik bilinçle sağlanabilir.

KÜRDİSTAN’DAKİ MADENCİLİK SÖMÜRÜ EKONOMİSİNİN PARÇASI

*Kürdistan’da vahşi madencilik, savaşın ekonomi-politik arka planını oluşturuyor. Sermaye, çatışmaları bahane ederek bölgede kontrol sağlıyor ve doğayı tahrip eden projelerini hayata geçiriyor. Eğer sahici bir barış ortamı oluşursa bu durum neye evrilmeli? Şirketler devam mı edecek yoksa doğayı özgür mü bırakacaklar?

Kürdistan’da madencilik faaliyetleri, çatışma dinamikleriyle iç içe geçmiş bir sömürü ekonomisinin parçasıdır. Devlet ve sermaye grupları, güvenlikçi politikaları bahane ederek bölgede doğayı metalaştırıyor; ancak gerçek barışın koşulu, bu vahşi sömürüyü durdurmak ve ekolojik restorasyonu başlatmaktır. Abdullah Öcalan’ın ‘demokratik ekolojik toplum’ paradigması, bu anlamda alternatif bir model sunar: Yerel halkın özyönetiminde, doğayla uyumlu ve kâr değil ihtiyaç temelli bir ekonomi. Barış sürecinde şirketlerin değil, kolektif ekolojik yaşamın hâkim olması gerekir. Aksi takdirde, savaşın bitmesi, sömürünün yeni yöntemlerle sürmesi anlamına gelecektir.

*Tüketim kültürü ve büyüme ekonomisiyle şekillenen kapitalist sistem, sizce ekolojik bir dönüşüme açık mı?

Kapitalist sistemin tüketim kültürü ve büyüme odaklı yapısı, Fritjof Capra’nın sistem teorisi ve Johan Galtung’un yapısal şiddet kavramıyla birlikte ele alındığında, ekolojik dönüşüme kapalı görünüyor çünkü sistem, sürekli genişlemeyi ve kaynakların sınırsızca sömürülmesini zorunlu kılar. Öcalan’ın kapitalist ve erkek egemen sisteme karşı koyan demokratik modernite ve ekolojik toplum önerileri, bu kör döngüyü kırmanın yolunu gösteriyor. Ekolojik topluma geçiş, ancak üretim ve tüketimin sınırlandırıldığı, doğayla uyumlu, yerel ve kolektif ekonomilerin örgütlendiği, kadınların öncü olduğu bir toplumsal dönüşümle mümkündür. Yöntem olarak ise, Paulo Freire’nin diyalog ve bilinç yükselişi stratejisi, Murray Bookchin’in yerel demokrasi önerileri ve Donna Haraway’in yeryüzüyle beraber düşünme paradigması temel alınmalıdır. Bu dönüşüm, politik iradenin, toplumun bütün kesimlerinin katılımının ve derin bir etik-politik bilinçlenmenin ürünüdür.

“KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ OLMADAN GERÇEK BİR KOMÜNALİZM MÜMKÜN DEĞİL”

*Öcalan yeni toplumun inşasında kuruculuğu kadınlara veriyor.  Komünalizmin kadın özgürlüğüyle birlikte yükselmesi gerektiği fikri sizde nasıl bir his uyandırıyor?

Öcalan’ın kadınların kuruculuğunu önceliklendirmesi bana göre tarihsel bir dönüm noktasıdır; çünkü erkek egemen kapitalist sistemlerde kadınlar hem doğanın hem toplumun tahakkümü altında tutulmuş, öznellikleri gasp edilmiştir. Bu noktada, Hannah Arendt’in özgürlük kavramı ile Donna Haraway’in “toprakla beraber düşünme” anlayışı arasında bir köprü kurarak, Öcalan’ın kadın özgürlüğü ve komünalizm vurgusunun sadece siyasal bir söylem olmadığını, aynı zamanda ekolojik ve toplumsal dönüşümün öznesi olma iddiasını taşıdığını görüyorum. Kadınlar, doğayla kurdukları organik bağ ve yaşamı yeniden üretme rolleriyle, yeni toplumun ekolojik temellerini atmada anahtar role sahiptir. Bu nedenle, kadın özgürlüğü olmadan gerçek bir komünalizm ve ekolojik toplum inşası mümkün değildir; çünkü kadınların özgürleşmesi aynı zamanda doğaya, yaşam ağlarına ve kolektif hafızaya dair egemenlik biçimlerinin kırılmasıdır. Öngörüm, bu kurucu rolün güçlendirilmesiyle ekolojik toplumun hem politik hem etik düzeyde somutlaşacağı yönünde.

*Bookchin’in hiyerarşi eleştirisiyle, Öcalan’ın kadın-doğa tahakkümü bağlantısı arasında sizce nasıl bir bütünlük var? Sizce bu teorik yaklaşımların günümüz sosyal hareketlerine ve belediyeciliğine nasıl bir yön verici gücü olabilir?

Murray Bookchin’in hiyerarşiye dair eleştirisi ile Öcalan’ın kadın-doğa tahakkümünü birlikte okuduğumuzda, ikisinin de temel eleştirisinin, modern kapitalist devletlerin merkeziyetçi ve erkek egemen yapılar üzerinden hem insanları hem doğayı sömürdüğünü görüyoruz. Bookchin’in sosyal ekoloji teorisi, doğayla toplum arasındaki kopuşun toplumsal hiyerarşilerle yakından bağlantılı olduğunu söylerken; Öcalan, bu tahakkümün kadın bedeninden doğaya kadar uzanan bir şiddet döngüsü olduğunu ortaya koyar. Bu iki yaklaşım, günümüz sosyal hareketlerine ve özellikle özgür belediyecilik ve demokratik konfederalizm deneyimlerine, yerel katılımcılığı güçlendirme, kadın temsiliyetini artırma ve doğa ile uyumlu politikalar geliştirme açısından çok güçlü bir rehberlik sunar. Böylece, belediyeler sadece hizmet mekanları değil, aynı zamanda tahakküm ilişkilerinin çözüldüğü ve ekolojik-erdemli yaşamın örüldüğü özgür alanlar haline gelebilir.

*Kürt kadın hareketi içinde ekoloji nasıl ele alınmakta, perspektiflerle ilgili nasıl bir yol haritası düşünüyorsunuz? Öncelik ne olmalı ve nasıl olmalı?

Kürt kadın hareketi, ekoloji mücadelesini erkek egemen kapitalizmin, kapitalist modernitenin yıkıcılığına karşı bir direniş hattı olarak örüyor. Doğanın talanıyla kadın bedeninin metalaştırılması aynı iktidar mantığının ürünüdür; bu nedenle ekolojik kriz, Jineoloji perspektifiyle ele alınmalıdır. Demokratik konfederalizm modeli, komünal ekonomi ve ekolojik yaşamı merkeze alarak, sömürüsüz bir toplum inşasını hedefler. Öncelik, yerelden başlayan ekolojik özyönetimlerle kadınların doğayla kurduğu organik bağı restore etmek olmalıdır.

Bu çok sarsıcı bir fikri önerme ve sağlam bir alt yapı, örgütlenme ve bilgi birikimini sağlamış olmayı gerektiriyor. Bu fikriyatı güçlendirme adına kurucu, tanıtıcı çalışmalar, bu aşamada yerine getirdiğimiz çalışmalardır.

*Abdullah Öcalan Jineoloji çalışmalarına içinde bir dal kuru eğrelti otu olan bir mektup gönderdi. Öcalan aslında bu mesajla ne demiş oldu kadınlara?

Eğrelti otu, yaşamın direngenliğinin ve sürekliliğinin kadim bir sembolü olarak, Jineoloji çalışmalarında derin bir teorik ve pratik sembol olarak böylece yerini almış oldu. Öcalan’ın bu vurgusu, doğanın diyalektiğini anlamak ve kadın özgürlük mücadelesini ekolojik bir perspektifle bütünleştirmek açısından oldukça önemli. Eğrelti otunun zor koşullara rağmen varlığını sürdürmesi, Kürt kadın hareketinin baskı altında geliştirdiği direniş stratejilerine benzer bir yaşam direncini temsil ediyor. Bu metafor, Jineoloji’nin doğayla kurduğu organik bağı güçlendirirken, aynı zamanda bilimsel çalışmaların toplumsal dönüşümle nasıl iç içe geçebileceğini gösteriyor. Eğrelti otunun bu bağlamda ele alınması, hem ekolojik bir bilincin gelişimine katkı sunuyor hem de kadın özgürlük ideolojisinin doğayla uyumlu yeni bir yaşam paradigması inşa etme potansiyelini ortaya koyuyor. Bir Bilge’nin hediyesi derinlikle ele alınmalı. Eğrelti otu yaşamın ilk göstergesi ve zor zamanlarda hayatta kalmanın sembolüdür. Öcalan fikriyatının öncü alanına çok yakışan bir armağandır.

 

×KİMDİR?

Menekşe Kızıldere, Kürt kadın özgürlük hareketinden gelen bir siyasetçi ve ekolojisttir. Uzun yıllar sivil toplumda ekoloji ve kadın çalışmaları alanında çalışmalar yaptı. Şu anda Avrupa Kürt kadın hareketinde (TJK-E) ekoloji çalışmaları yürütüyor.

Benzer Haberler