Faik BULUT
“Son Êzidi” kitabının yazarı Dr. M. Kum. Öykü yazarı Hasan Özkılıç’ın kaleme aldığı önsözde muhtevası çok iyi anlatılmış; “Mehmet Kum’un bu ilk romanı, özetle Son Êzidi, bu iklimin, bu gizemli havanın romanı” demekte; birlikte okuyalım:
“Kars’ta Sovyet konsolosluğu varmış soğuk savaş döneminde. Konsolosluğun olduğu binanın önünden geçen insanların, yüzlerini ters yöne çevirdiklerini, korkularından binaya bakamadıklarını biliyorum. Sürekli, sınırın öte yanının düşman Demir Perde ülkeleri olduğu, her an gelip ülkemizi işgal edecekleri anlatılırdı bize.
O Tay (Aras nehrinin öte yanı, karşı taraf yani Sovyet denetimindeki sınırın diğer yakası-FB), korkulan bir coğrafya olduğu kadar, biz çocuklar için bir o kadar da gizemliydi.
Sınır illerinde, ilçelerinde benim çocukken duyduklarım dışında neler yaşandı, hep merak etmişimdir. Mehmet Kum’un romanını okuduğumda, bu merak duygumu büyük ölçüde giderdim, diyebilirim.
Romanı okuyunca, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerine komşu bir küçük kasabada bile ne çok baskıların, işkencelerin, keyfi tutuklanmaların yapıldığını, o günü yaşamış gibi algıladım.
Kasabanın kaderi bir kişinin, İstihbarat Şefi Hüsnü Bingöl’ün elinde. Sınırın öte yanından gelenlerin, kasabada yaşayan muhaliflerin adları bir kara listeye geçirilir.
Êzidi olduğu için baskı gören, dışlanan ve sonunda Hüsnü Bingöl’ün hışmına uğrayan Memê; sevdiği kadın sınırın öte yanında kalan, özlemini gidermek için sık sık Aras’ın soğuk sularına dalıp O Tay’a (öte yakaya) seslenen; demokrat, aydın ve muhalif kişiliğiyle kasabada büyük saygı uyandıran Nağı Bey ve cahilliğin, bilgisizliğin hüküm sürdüğü kasaba halkı…
Devam etmekte olan 2. Dünya Savaşı’nın ve daha yıllarca sürecek olan Soğuk Savaş’ın etkisi, ajan olduğundan şüphelenilen bir ‘Son Êzidi’nin kendini savunma mücadelesi şiirsel bir dille, görsel bir şölenle romanın sayfalarında yer alıyor.”
Arka kapak yazısında şair ve yazar E. Bülent Yardımcı ise şu tespitleri yapmış:
“Acıyla, gözyaşıyla yoğrulmuş bu topraklar kanatılmaya devam ediliyor hâlâ. ‘Neotürkiye’nin panzehri hafızadır’ diyerek bir saptama yapmış gazeteci/yazar Mustafa Hoş.
Mehmet Kum ‘Son Êzidi’ çığlığıyla hafızamıza bir ışık tutuyor. ‘Son Êzidi’ bu yüzleşme isteği törecilere, karanlığa, haksızlığa, adaletsizliğe indirilmiş bir şamardır.
Bu kitap içerdiği tarihsel, toplumsal, sosyolojik ve psikolojik irdeleme ve göndermelerinin yanı sıra dille yaratılmış görsel bir şölen.”
Yukarıdaki iki alıntıya eklemelerim olacak.
Yazar Kum yaşadığı ortamı, insan ile doğanın iç içeliğini şiirsel bir üslupla tasvir ediyor ve şöyle diyor:
“Birçok medeniyete kucak açan Sürmeli Çukuru (Iğdır ve çevresini, bir anlamda Aras havzasını-FB), bozkırın ortasında adeta zümrüt yeşili ışıklar saçar. Dağı taşı yaban kekiği kokusu taşıyan ova, kayısı tadındadır. Nereye giderseniz gidin, yüreğinizden bir parçayı burada bırakacaksınız. Bir yanınızı hep eksik hissedeceksiniz.
Özleminiz, acınız, sevdanız, sevinciniz bir yumak olup yüreğinize oturacak. Hasretiniz türkü olacak, segâh (alaturka müzikte si perdesi ve bu perdedeki makam) olacak, ağıt olacak, muğam (Azerbaycan’da klasik bir müzik türü) olacak. Zılgıt olacak.
Gözleriniz buğulanacak, yüreğiniz alev alev yanacak, burnunuzun direği sızlayacak. Anılarınız peşinizi bırakmayacak. Sarmaşık gibi dört bir koldan özlemlerinize sarılacaksınız. Renkler solacak. Grileşecek; ayaz vurmuş güç yaprakları gibi savrulacak. Durgunlaşacaksınız, dalıp dalıp gideceksiniz.
Özlemleriniz sizi yiyip bitirecek. Kanatlanıp Karaca-Aras sıradağlarına uçacaksınız; kâh bıldırcın olup buğday tarlalarında kanat çırpacak, kâh keklik olup dağda bayırda süzüleceksiniz. Kartal olup bir kayanın kovuğundan ovayı temaşa edeceksiniz.
Arı olup her çiçekten bal alacaksınız. Zerdali ağacının dalında çiçeğe duracaksınız. Dere olup dağlardan süzülecek, oluk oluk ovaya akacaksınız. Ovanın tozu toprağı başınıza savrulacak. Gözlerinize dolacak. Yitip giden günleriniz gözlerinizin önünden akıp gidecek.
İster Erzurum, ister Kars, ister Doğubayazıt tarafından gelin; göğe başkaldıran yalçın dağları, dereleri tepeleri aşacaksınız. Ağrı Dağı halay başını tutmuş, telli duvaklı gelin gibi size gülümseyecektir. Başınızı kaldırıp baktığınızda anadan üryan bebeler gibi çırılçıplak dağları göreceksiniz.
Bahar olup yaylalar Kürt halçaları (xaliçe) gibi ilmek ilmek işlenir. Yeşilin tonları, maviliğin derinliğiyle kucaklaşır. Gökyüzü şen şakraktır: Saksağan, tepeli toygar, yalıçapkını, kumru, saka, keten kuşu, ibibik kuşu, sığırcık, serçe… daha birçok kuş gökyüzünü bahar yerine çevirmiştir…
Buralarda yürürken aksakallı yaşlıların dillerinden düşmeyen söylenceler kulağınıza çalınacaktır. Onların bitip tükenmeyen nasihatlerini hatırlayacaksınız. Bir taşın üzerine oturduğunuz zaman, etrafınızı kolaçan ediniz.
Taşın dibine bucağına iyice bakın. Gözünüzü dört açın. Uçan yılanlara dikkat edin. Sarı renkli, kızıl renkli, siyah renkli yılanlar arkanızdan sinsi sinsi yaklaşan boz yılanlar göreceksiniz, İki başlı yılanlar, ıslık çalan yılanlar, sakallı yılanlar, bıyıklı yılanlar, maymun suratlı yılanlar, alev püskürten yılanlarla karşılaşacaksınız.
Eğer arkanızdan gelen koca bir engerek yılanı görünseniz, arkanıza bakmadan sağa sola zikzak çizerek kaçın diyenleri hatırlayacaksınız. Sakın birini öldürmeye kalkışmayın! Yılanlar kindardır. Mutlaka aileden biri izinizi sürer, ilk fırsatta sizden intikam alır.
Gelinciklerin arasında Ağrı Dağı’ndan Başköy’e doğru salınırken, Erivan’a bakan boz bir tepenin yamacındaki Ahora mezarlığı karşınıza çıkacak. Kanaviçe gibi işlenmiş renkli mezar taşlarının her biri farklı bir kuyumcunun vitrini gibidir. Gözünüz birine bakarken, aklınız diğerinde kalacaktır.
Ovaya inmeden önce dağın eteklerinden, kayalıkların altından kendine yol bulan Karasu iki koldan sessiz sedasız Aras Nehri’ne doğru kıvrılır. Yeşilbaşlı ördekler, su maymunları, sakarmeke ve daha bir sürü rengârenk kuş; sanki insanlardan kaçıp burada sazlıkların arasında bir getto oluşturmuşlardır.
Zaman zaman Nuh Nebi döneminden kalma köyler göreceksiniz. Bu köylerde yaşayan aksakallılara sorduğunuzda, ‘Eskiden buralarda Şeytan’a tapanların yaşadığını’ söyleyeceklerdir. Kıl çadırların önünde oynayan, yalınayak, boy boy yanık tenli çocuklar peşinize takılacaktır… Çobanların kavalından çıkan nağmelerin ruhunuz okşayacaktır.”
Dikkatimi çeken en önemli bölüm ise Iğdır’daki MAH (Milli Âmâle Hizmetleri, 1955’ten sonra MİT teşkilatı) şefi Hüsnü Bingöl ile ilgili olayın anlatımıdır:
“Taşburun’a yerleşen Erivanlı Türkler burada da huzur bulmadı. Hüsnü Bingöl, köyü yakın takibe almış, kimseye göz açtırmıyor. Herkese potansiyel casus gözüyle bakıyor. Adeta köyü ablukaya almış. Dört aileye köy dışına çıkmama cezası vermiş. Geçen ay köyden bir fukaranın yirmi dört saat içinde il sınırları dışına çıkmasını emretmiş. Zavallı, bir gece evini toplayarak çıkıp gitmiş. (Hüsnü Bingöl’ün) Bu köyden dört kişiyi de öldürttüğü söyleniyor.
1931 yılında gönüllü olarak ordudan ayrılan ve binbaşı rütbesiyle emekliye ayrılan Hüsnü Bingöl, bir yıl sonra gelen bir telgrafla MAH bölge müfettişi sıfatıyla Iğdır’da görevlendirilmişti. Bilgili, tecrübeli bir askerdi. Özellikle bu coğrafyayı çok iyi bildiği için bu önemli göreve uygun görülmüştü. Üç ülkeye komşu olan Iğdır’a yerleşmiş, sınırları buradan kontrol altında tutmaya çalışıyordu.
Zamanla halk arasında efsaneleşmiş, adeta kutsanmış. Dolayısıyla hem saygı duyuyor hem de kendisinden çok korkuyordu halk. Iğdır’daki herkes ona ‘Hüsnü Bey Amca’ diye hitap ederdi. Yakaladığı insanları kendisi sorguluyor, cezasını kendisi veriyordu. Kimseye de hesap vermiyordu. Astığı astık, kestiği kestikti.
‘Hüsnü Bey Amca geliyor!’ diye bağıran bir ses, Cumhuriyet Caddesinin dar sokağında yankılandı. Yoldan geçenler, sağa sola kaçışıp hemen yolu boşalttı. Esnaf kendisine çeki düzen verdi, saçlarını başlarını düzeltip dükkânın önüne sökün ettiler.
Hüsnü Bingöl sokağın başında görününce, sokak derin bir sessizliğe büründü. Yüzü bronz bir heykeli andırıyordu. Kendisinden emin, soğuk ve keskin bakışları korku olup caddeyi sarmıştı. Kalın bıyıkları yukarıya doğru kıvrılmış, gür kaşları mısır püskülü gibi gözünün üzerine dökülmüştü.
Her zamanki gibi ceketi tiril tiril, pantolonu jilet gibiydi. Beyaz gömlek giymiş, kırmızı kravat takmıştı. Dik dik yürüyordu. Manifaturacılar, demirciler, bakırcılar, berberler, terziler, hırdavatçılar… eğilerek saygıyla selamlıyorlardı onu.
Suratı hep asıktı, kimse cesaret edip yüzüne bakamaz, bir kelam edemezdi. Sokakta aniden karşısına çıkanların ayaklarının bağı çözülür, herkes sağa sola seğirtirdi.”
Hüsnü Bingöl’ün muhbir ağı hayli genişti. Erivan’a gönderdiği casuslardan biri yakalanıp cezalandırıldı, ikincisini akıbeti meçhul kaldı. İçerideki muhbir vatandaşlar hayli çoktu; o zamanlar Sovyetler Birliği’ne bağlı Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin yayın organı olan Bakü radyosunu dinleyen Iğdırlı Azerileri Hüsnü Bey Amca’ya ihbar ediyorlardı. Aynı şey, Erivan Radyosunun Kürtçe yayınlarını dinleyenler için de geçerliydi.
Hüsnü Bey’e bağlı atlılar köy köy dolaşıp Aras’ın geçtiği sınır boylarındaki (bilhassa Ermenistan ve Nahcivan) köylü ve kasabalıları takip edip, MAH merkezine istihbarat raporları da gönderiyorlardı. Şüpheliler tutuklanıp MAH merkezindeki zindanlara atılıyorlardı. Dr. Mehmet Kum, o sorgu ve işkence merkezini de tasvir etmişti:
“MAH binası Iğdır’da merkezdeydi. İçi zindanlarla ve dehlizlerle doluydu. Daha çok bacayı andıran cezaevi penceresinin paslı demir parmaklıkları arasından süzülen bir demet güneş ışığı, koğuşun toprak zemini üzerine tel tel dökülmüştü. Titrek başak sarısı ışık huzmelerinin içinde toz zerrecikleri oynaşıyor; sivrisinekler, karasinekler uçuşuyordu… Akşamın karanlığıyla beraber bitmeyen geceler başlıyordu. MAH denilen ölüm çukurunu dört bir yandan sarıp sarmalıyordu…”
Erivan’da yaşayıp sonradan İstanbul’a yerleşen Azerbaycan Türklerinden Nağı Bey, ticari işleri nedeniyle sık sık Iğdır’a uğrayan ciddi bir entelektüel, bir o kadar insancıl biriydi. Sevdalısı Senem’in Erivan tarafında kalışını bir türlü içine sindiremiyor; bazen Aras’ın soğuk sularına dalıp karşı tarafa ‘Senem!’ diye bağırıyordu.
Êzidi Memê de gönül verdiği kızın hasretinden fırsat buldukça Erivan’a kaçak gidip gelmekteydi. Ol nedenle Hüsnü Bingöl, Nağı Bey’den hiç hoşlanmıyor, hatta onun casus olmasından şüpheleniyordu. Nağı Bey, Hüsnü Bingöl hakkında şöyle demekteydi: “Benim yıldızım pek barışmadı. Rus casusu olduğumdan şüpheleniyor. Ayrıca eşraftan bazı insanların kıskançlığı, çekememezliği de var. Arkamdan laf ediyorlar. Bu köye gelip gitmemi istemiyorlar. Her gün Hüsnü Bingöl’e yalan yanlış haberler götürüyorlar!”
İşte bu Nağı Bey, günün birinde yakalanıp MAH binası zindanlarında sorguya çekildi. Akıbeti karanlıklarda kalmış; muhtemelen ortadan kaldırılmıştı.
Nağı Bey ile ahbaplık eden bir ayağı sakat Êzidi Memê de aynı nedenle MAH zindanlarında sorgu sual sırasında eziyet işkence görmüştü. Bir fırsatını bulup (bir görüşmesinde anası Fatê’nin kendisine verdiği kaşıkla zindanın kerpiç duvarını delip kaçtı. Uzun ve meşakkatli bir firardan sonra Hüsnü Bingöl’ün dört bir yana saldığı muhbir ağından kurtulmasına rağmen asker arkadaşı tarafından yakalanıp Halfeli’deki bir ağanın eliyle MAH merkezine teslim edildi.
Gerek Nağı Bey gerekse Êzidi dostu Memê ile dünyadan bihaber Ermeni Mıkırdıç (Mıgırdıç) gibi onlarca günahsız olağan şüpheli sıfatıyla Hüsnü Bingöl’ün hışmına uğradılar. Böylece Iğdır’daki “Son Êzidi” de yok edilmiş; Sürmeli çukurundaki bin çiçekten biri daha kökünden koparılmış oldu.
O hikâye burada bitti. Gökten hiç elma düşmedi! Manevi gazap yağdı kardeşlik ve dostluk bağına!
Iğdır’da bir kardeşlik ocağı: Düşünce Otağı
Dr. Mehmet Kum’un da kurucu öncüsü olduğu Düşünce Otağı isimli bir oluşum var Iğdır’da. Temmuz ayındaki gidişimde kurucularından bazılarını tanıma şansım da oldu. İstanbul’a döndüğümde oluşumun tanıtımı için hazırlanan bir video çekiminde, soyca Azeri Türkü sayılan Dr. Kum’un şu sözleri zihnimde dönüp duruyor:
“İki yıldan buyana bir araya gelip fikir alışverişinde bulunuyoruz. Ağırlıklı olarak kültür, sanat, edebiyat konuları ele alınıyor. Bu arada kent ve çevresinin sorunları masaya yatırılıyor. Kimi zaman da memleket meseleleriyle ilgili değerlendirmeler yapılıyor. Ara sıra da konuşmak üzere akademisyen, düşünce erbabı, kanaat önderi ve aydınlar davet edilip fikirlerinden yararlanılıyor.
Amaçlarımızdan biri kent kültürüne katkı sunmak, diğeri de birlikte yaşama kültürünü geliştirmektir. Birlikte yaşama kültürü doğu ülkeleri, özellikle Türkiye için çok önemlidir. Birbirimizi ötekileştirmeyeceğiz, ırkçılık yapmayacağız.
Irkçılık şizofrenik bir davranıştır. Artık bundan kurtulmamız lazım. Kolay mı? Kolay değil! Iğdır genelinde düşündüğümüzde bazı siyasiler ile çevreler seçimden seçime ırkçılıktan nemalanmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunlara karşı her zaman dik durmamız gerekiyor.
Her zaman diyorum; biz, bir ağacın dallarıyız. Aynı çiçeğin renkleriyiz. Bir elmanın iki yüzüyüz. Ve birbirimize asla rol biçmemeliyiz. Ötekileştirmemeliyiz. En büyük yanlışlarımızdan biri ötekine rol biçmemizdir. Oysa ötekini dinleyip anlamamız ve fikirlerine saygı duymamız lazım.”