“Devleti yeniden üretmeye çalışmadılar, onu aşmaya çalıştılar. Ele geçirilecek saraylar, dayatılacak tek partiler değil; meclisler, kooperatifler, dinleme, arabuluculuk, müzakere alanları kurdular. Ve “dünyanın karar vericileri” bu sonucu görmek istemiyor. Şam düzeni konuşurken, Kobanê adaleti konuşuyor.”
Jean-Paul Nuñez & Mehmet Ali Doğan
Düzenin yeniden tesisine bir başkentteki sükûnetten daha çok benzeyen bir şey yoktur. Resmî binalar yeniden ışıklarını yakar, eski başkanın portrelerinin yerini yenisininkiler alır, büyükelçilikler temkinli biçimde veznelerini yeniden açar. İstikrardan, yeniden kazanılmış egemenlikten, geçiş sürecinden söz edilir — ki bu da, başarısız kopuşları gizlemeye yarayan sihirli bir sözcüktür.
Beşar Esad’ın düşüşünden bu yana, diplomatik, bölgesel ve uluslararası çevrelerin oluşturduğu bir tür “mutfak”, Suriye için yeni bir başlangıcı Şam’dan hayal etmeye başladı. Sanki tarih aynı merkezden, yalnızca boyanarak, yeniden başlatılabilirmiş gibi. Sanki devlete, birliğine, otoritesine dönüş, on iki yıllık savaşın açtığı derin yaraları sarmaya ve parçalanmış bir ülkeye yeniden anlam kazandırmaya yetecekmiş gibi.
Ama bu bir rüya değil, seraptır.
Esad’sız bile olsa Şam, hâlâ dikey bir iktidarın vitrini olmayı sürdürüyor: otoritesine düşkün, artık muhafazakâr İslamcı bir ideolojiye yaslanan, tavizler ve suskunluklarla örülmüş bir yapı. Rejim yüz değiştirse de aynı takıntıyı sürdürüyor: Birleştirmek, hükmetmek, homojenleştirmek. Hiçbir şey öğrenilmedi. Çoğulculuk makyajdan ibaret. Azınlıklar tolere ediliyor ama saygı görmüyor. Kadınlar çağrılıyor ama özgürleşmiyor.
Geleceğin atan kalbi burada değil.
Başka bir yerdedir. Dünyanın kaybettiğini sandığı o Kuzey Suriye kentinde: Kobanê. Düzenli ordusu olmayan, devlet desteği almayan ama ayakta duran bir halkın gücüyle IŞİD’e karşı direnen bir şehir. Sadece geri alınan bir şehir değil yeniden icat edilmiş bir şehir. Kobanê ve onunla birlikte Rojava’daki komünler yalnızca direniş göstermedi. İnşa etti.
Devleti yeniden üretmeye çalışmadılar, onu aşmaya çalıştılar. Ele geçirilecek saraylar, dayatılacak tek partiler değil; meclisler, kooperatifler, dinleme, arabuluculuk, müzakere alanları kurdular. Ve “dünyanın karar vericileri” bu sonucu görmek istemiyor. Şam düzeni konuşurken, Kobanê adaleti konuşuyor.
Şam kasvetli bir normale dönüşü organize ederken, Kobanê eylem halindeki bir ütopyayı canlı tutmaya çalışıyor. Bir başkent değil bir sınırdır. Ama belki de tam da bu sınırda, onurlu bir siyasi yaşamın yeniden icadı başlıyordur. Açıkça söylemek gerekir: Gelecek Şam’da değil, Kobanê’dedir.
Beşar Esad’ın düşüşü, tarihsel bir gedik açabilirdi. Suriye halkları arasında demokratik bir yeniden yapılanma, güç paylaşımı ve geçmişteki hataların gerçek anlamda kabulü için bir fırsat olabilirdi. Ancak Şam’da egemen olan bir devrim olmadı. Bugün İngiliz MI6, İstanbul’daki otokrat Erdoğan’ın yardımıyla dizginleri yeniden ele aldığını iddia ediyor. Bir el değişimi yaşandı, ancak yön değişmedi.
Ahmed el-Şara liderliğindeki yeni rejim, otoriter Baasçılığa bir alternatif olarak sunuldu ve bu da ona Batılı güçlerin tüm sempatisini kazandırdı. Böylece süreklilik işaretleri belirginleşmeye başladı. İktidar yoğun biçimde merkezileşmiş durumda: Bölgelere gerçek bir özerklik tanınmadı, devlet yapısında ciddi bir reform girişimi yok. Mart 2025’te kabul edilen geçici anayasa, başkana geniş yetkiler verirken, parlamento yalnızca biçimsel bir organ olarak kaldı. Yargı sistemi kilitli. Güvenlik aygıtı dağıtılmadı, sadece dönüştürüldü.
Bu merkezileşme, devleti “ılımlı” ama temelde dışlayıcı bir söylemle sunulan İslamcı bir renkle daha da ağırlaştırıyor. Yeni anayasa, İslami içtihadın “yasamanın temel kaynağı” olduğunu ilan ediyor. Bu anlam kayması, dini ve sivil alanlar arasında net bir ayrım olmadığını hatırlatıyor. Pratikte, bu kadın haklarının gerilemesine, dinsel çoğulculuğun silinmesine ve otoriter ahlaki muhafazakârlığın normalleşmesine kapı açıyor. İslam artık yaşanan bir inanç değil, Batılı güçleri hayran bırakacak şekilde normatif bir araç hâline geliyor.
Rejim aynı zamanda yapısal olarak ataerkil. Bazı kadınlar vitrin olarak öne çıkarılıyor ama bunlar dikkatle çerçevelenmiş istisnalar. Gerçek güç alanlarında — güvenlik, ordu, yargı, maliye — erkek tekeli sürüyor. Ve onunla birlikte hiyerarşik, eril, paternalist bir dünya görüşü. Bu yalnızca toplumsal cinsiyet dışlaması değil; otoritenin yukarıdan aşağıya, babadan çocuğa, liderden halka aktarıldığı bir toplum anlayışı.
Son olarak, bu rejim çifte bir dille inşa ediliyor: Uluslararası alanda kaosa karşı bir set olarak sunulurken, içeride “gerçek Şam ülkesi”nin bekçisi gibi davranıyor. Dün radikalleşmeyi besleyen güçler bugün yeniden sahneye çağrılıyor. Bazı eski cihatçı savaşçılar “uzlaşı” bahanesiyle ulusal orduya entegre edildi, geçmişteki suçların hatırası bir çırpıda siliniyor. Şam’da hiçbir şey yeniden icat edilmedi. Sadece vitrin değişti. Vitrinin arkasında dayatılmış birlik takıntısı, güç kültü ve baskının normalleşmesi duruyor. Bu bir geçiş değil, bir devamdır.
İşte bu “devam” hali, Rojava deneyimini daha da değerli kılıyor: Çünkü bir iktidar projesinden değil, bir toplum projesinden doğdu. Çünkü hiçbir şeyi yeniden üretmedi. Çünkü başka bir şeyi göze aldı. Şam dayatırken, Rojava öneriyor. Şam aynı şeyi sürdürürken, Rojava yeni olanı icat ediyor.
2012’den beri, iç savaş ve toprak parçalanması ortamında, Lozan Antlaşması (1923) sonrası kaderine terk edilmiş, hor görülmüş halkların mozaiği — Kürtler, Asuriler, Ermeniler, Êzidîler ve diğer Arap azınlık grupları — kendi kaderini yeniden ele almak için çabalıyor. Ortadoğu’da benzeri olmayan bir siyasi proje inşa edildi. Bu bir iktidar ele geçirme değil, sosyal ilişkilerin tabandan dönüştürülmesidir.
Rojava bir devlet değildir. Olmak da istemez. Hayata geçirdiği şey, Murray Bookchin’in yazılarından ve Abdullah Öcalan’ın cezaevinden yaptığı yeniden yorumlardan esinlenen demokratik konfederalizmdir. Bu düşünce, sosyal ekoloji, yerel özerklik, kooperatif ekonomisi ve kadın özgürlüğünü birleştirir. Bunlar sadece slogan değil; kurumlara, uygulamalara, yapılara dönüşmüş ilkelerdir.
Merkezi bir iktidar yerine, Rojava mahalle meclislerinden, ilçe konseylerinden, ardından federasyonlara uzanan öz-yönetimli komünler üzerine kurulu. Her seviye tabana karşı sorumlu, temsilciler geri çağrılabilir. Bu temsili değil, katılımcı, yavaş ama canlı bir demokrasidir. Kararlar yukarıya doğru iletilmez, aşağıdan doğar.
Ve karar alınamıyorsa, tartışmaya devam edilir. Otoriteyle kestirip atılmaz.
On yıllarca süren şiddetle örselenmiş bir bölgede, Rojava intikam döngüsünü yeniden üretmemeyi seçti. Yerel adalet komiteleri, özellikle sivil davalarda arabuluculuğu, onarımı, diyaloğu önceler. Amaç yalnızca cezalandırmak değil, bağı yeniden kurmaktır. Bu model çatışmaları idealleştirmez: Devlet olmadan da güven, şeffaflık ve kolektif sorumluluk kültürüyle yönetilebilir kılar.
İşte Şam’la olan en belirgin karşıtlık burada. Rojava’da her kurum bir kadın ve bir erkek tarafından eşbaşkanlıkla yönetilir. Kadınların kendi özerk yönetişim, eğitim ve savunma yapıları vardır. YPJ (Kadın Savunma Birlikleri) sadece Kobanê’nin kurtuluşunda değil, savaşın sembolik yeniden tanımında da belirleyici bir rol oynadı: Savunmacı, toplulukçu ve özgürleştirici bir savaş.
Kadınlar tarafından yaratılmış bir kadın bilimi olan jineoloji, okulları, düşünce çevrelerini ve toplumsal pratikleri besliyor. Sadece biçimsel eşitlikten değil, patriyarkanın kökten sorgulanmasından söz ediliyor.
Tek halk, baskın bir İslam ya da dayatılmış bir kimlik hayalinin aksine, Rojava tüm dillerin, dinlerin ve hafızaların tanınması üzerine kuruldu. Okullarda Kürtçe, Arapça ve Süryanice öğretiliyor. Dini bayramlara saygı gösteriliyor. Komiteler çok etnili, temsil organları bölgenin gerçek çeşitliliğini yansıtmak zorunda. Bu küçümseyici bir hoşgörü değil. Kurumsallaştırılmış bir birlikte yaşama biçimidir.
Elbette her şey kusursuz değil. Gerilimler var, zayıflıklar, büyük baskılar var.
Ama mesele çaba göstermekte. Radikal biçimde farklı bir siyasi niyete sadakatte: Yukarıdan otoriteyi yeniden üretmemek, aşağıdan ortak yaşamı yeniden kurmak.
Rojava ihraç edilebilir bir model değil. Saf bir hayal değil. Ama ellerini kirleten, dayanışma, müzakere ve kolektif cesaretin araçlarıyla gerçeklikle yüzleşen bir ütopya.
Şam’ın otoriter barış illüzyonuna karşı, Rojava başka bir anlatı sunuyor: Yalnızca hayatta kalmak değil, başka türlü yaşamak isteyen bir toplumun anlatısını.
Rojava’dan önce, Zapatistler de bunu hayal etti ve gerçekleştirdi.
Kobanê direnişinden önce, Chiapas ayağa kalkmıştı. Kürtler kendi kolektif anlatılarını yazmadan önce, Meksika’nın güneyindeki yerli halklar dünyayı çepeçevre saran duvarda bir gedik açmıştı. 1 Ocak 1994’teki Zapatista ayaklanması yalnızca silahlı bir isyan değildi; bir olasılıklar başkaldırısıydı, yüzyıllardır dayatılan merkezi, dikey, baskıcı iktidar anlayışının sorgulanmasıydı.
Zapatistler Mexico City’ye yürümediler. Sarayları ele geçirmediler. İlk günden itibaren stratejileri devlet olmak değil, devleti aşarak ondan vazgeçmek oldu. Destek üslerinde özerk bir yönetim kurdular: Juntas de Buen Gobierno (İyi Yönetim Konseyleri), topluluklarca seçilen, dönemsel, görevden alınabilir temsilcilerle, mecliste alınan kararları uygulamakla görevli yapılar.
Tıpkı Rojava’da olduğu gibi, yukarıdan aşağıya değil, halkın karar verdiği ve yetkililerin itaati esas aldığı bir düzen (mandar obedeciendo). Yavaş, zahmetli, yerel ama gerçek bir demokrasi. “Zapatistleri iktidar ilgilendirmez,” diyordu Subcomandante Marcos. “Onları ilgilendiren şey özerkliktir.”
Zapatistler kendi okullarını, kliniklerini, adalet biçimlerini inşa ettiler.
Kendi topluluklarında bile karar süreçlerinden dışlanmış olan Zapatista kadınlar, kolektif, kararlı ve yaşam gerçekliğine kök salmış seslerini duyurdular. Batılı kalıplarla değil; içerden bir özgürleşmeyle, kendi sözcükleriyle, kendi ritimleriyle, kendi öncelikleriyle.
Akademik terimlerle dile getirmeden, Zapatistler bedenleşmiş bir politik ekoloji de icat ettiler. Toprakla, ormanla, suyla, topluluk yaşamıyla kurdukları bağ, onları devletin veya çokuluslu şirketlerin dayattığı yıkıcı büyük projelere (madenler, barajlar, kıtalararası otoyollar) direnmeye yöneltti.
Zorunluluktan değil, bağımlılığı reddederek seçilmiş bir sade yaşam sürüyorlar.
Zapatizm folklorik bir hareket değil. Romantik bir yerli nostaljisi değil. Kapitalizm sonrası, devlet sonrası, sömürgecilik sonrası bir toplum projesidir. Egemen olmak istemez, onurlu biçimde var olmak ister. Egemen dünyanın yarıklarında kendini inşa eder, ödün vermeden, satılmadan.
Ve işte burada Rojava ile bağ netleşiyor: Aynı dikey iktidar reddi, aynı toprakla köklenen, kadınların taşıyıcısı olduğu, çoğulluğa açık toplumlar kurma arzusu; savunma zorunluluğuyla, mücadele edilen şeye dönüşmeme isteği arasında aynı gerilim.
Chiapas dağlarından Kürdistan tepelerine: Aynı düş, eylem halinde.
Zapatizm evrensel olmak istemedi. İhraç edilmez. Model hâline getirilemez. Ama ilham verir, ışık tutar, emsal oluşturur. Ve Rojava, onu taklit etmeden, bu yankıyı taşır.
Bunlar, ezip geçen iktidar mantıklarına karşı, yavaş, adil, kök salmış ortak yaşam biçimleri için verilen ahlaki bir başkaldırının iki kutbudur.
Bize gösteriyorlar ki başka bir dünya mümkün — burada ve şimdi — yeter ki yukarıdan gelmesini beklemeyelim.
Yeni soluk, restore edilmiş başkentlerde, doldurulmuş parlamentolarda ya da yeniden yazılmış anayasalarda doğmaz. Bu soluk aşağıdan gelir.
Unutulmuş köylerden, kuşatılmış tepelerden, hor görülmüş halklardan desteği, kesinliği, modeli olmayan kadınlar ve erkekler farklı bir yol seçmeye karar verdiklerinde.
Şam’da iktidarın biçimi reforme ediliyor, ama mantığı değişmeden kalıyor: Merkezileşme, dikeylik, erilcilik, üniforma.
Kobanê’de ise iktidar bir sahiplik değil, paylaşılan bir sorumluluk hâline geliyor. Aynı duvarlar değil. Aynı sözler değil. Aynı bedenler değil.
İktidar yoğunlaştığında, toplum susar.
Toplum örgütlendiğinde, iktidar gereksizleşir.
Gelecek, ortak olanı deneyimleyenlerindir.
Ne Zapatizm ne de Rojava soyut ütopyalardır. Mücadele içindeki ütopyalardır.
Dünyanın değişmesini beklemezler: Oldukları yerden, ellerindekilerle onu değiştirirler.
Zafer aramazlar: kalıcılık ararlar, dünyayı, zamanı, ilişkileri başka türlü yaşamanın yollarını somutlaştırırlar.
Kobanê başkent olmayacak. Olmasına gerek yok. Çünkü zaten başka bir olasılığın yaşayan sembolüdür.
Dünya, eski iktidarları yeni kılıflarla yeniden kurmakla meşgulken, gerçek gelecek tarihin kıvrımlarında, kenarlarda şekilleniyor.
İşte orada onur, ikiyüzlülüğe direniyor; özerklik, kaderciliğe meydan okuyor.
Gelecek Şam’da değil, Kobanê’dedir.
Hatta belki sadece Kobanê’de de değil.
Belki de insanlar biraraya gelip şöyle dedikleri her yerdedir:
“Bu sefer kurtulacağız, ama eskisi gibi değil!
¡Adelante! Pêş ve!”