Savaş, beklenenin aksine herhangi bir rejim değişikliği getirmedi. Ancak bu çatışmalar, İran’da içsel bir değişim sürecinin başlayabileceği sinyallerini veriyor. Değişim, yalnızca dış müdahaleyle değil, halkın kendi içinden gelişen demokratik dinamiklerle mümkün olabilir.
Kawe KARZAN
12 günlük çatışmaların ardından, bazı arabulucu ülkelerin devreye girmesiyle İran ile İsrail arasında ateşkes sağlandı. Ateşkesi takip eden saatlerde her üç tarafın da resmi makamları zafer ilan etti. Resmi söylemlere göre bu savaşın kaybedeni yok; herkes bir biçimde kazanan taraf olduğunu iddia ediyor. Ancak açıklamalar ne kadar zafer vurgusu taşısa da, savaşın bilançosu son derece ağır ve insanlık dışı. Gerçekte kaybedenler; iki halkın insanları, çocukları ve sivil toplumlarıdır.
24 Haziran itibarıyla İran Sağlık Bakanlığı, ülkede 610 kişinin yaşamını yitirdiğini, 4.746 kişinin yaralandığını duyurdu. CNN’in 16 Haziran tarihli haberine göre İsrail’de 24 kişi ölmüş, 592 kişi yaralanmıştır. İran devlet medyasına göre, aralarında İran Atom Enerjisi Örgütü’nün eski başkanı Fereydoun Abbasi ve Azad Üniversitesi Başkanı Muhammed Mehdi Tehranchi’nin de bulunduğu 11 nükleer uzman öldürüldü. Kadınlar ve çocuklar dahil pek çok sivil hayatını kaybetti. Savaşın son günlerinde yaşananlar adeta bir “gösteri savaşı” niteliğindeydi. Ortada ne somut bir askeri zafer ne de stratejik bir üstünlük varken yapılan keskin zafer açıklamaları, içinde yaşadığımız sistemin ne kadar demagojik ve içi boş olduğunu gözler önüne seriyor.
İran, aldığı ağır darbelere rağmen “yılmayan direniş ruhu” imajı çizmeye çalışıyor; siyasi yapısını koruduğunu ve Ali Hamaney’in iktidarını sürdürdüğünü öne sürüyor. Öte yandan Donald Trump, “savaşı bitirdiğini” ve “İran’ın nükleer tehdidini ortadan kaldırdığını” iddia ederek NATO zirvesinde bunu diplomatik bir başarı olarak sundu. Trump, ülkeyi bir yıpratma savaşına sürüklemeden “hızlı bir zafer” elde ettiğini savunuyor.
İsrail ise Hamaney hükümetini devirememiş olsa da, İran’ın nükleer kapasitesine ciddi zarar verdiğini iddia ediyor. ABD’li analistlere göre, İran’ın nükleer altyapısının yeniden inşası en az 8 ila 10 yıl sürecek. Ancak bu savaşta üç ülke de aslında kaybeden tarafta yer aldı. İran, hem insan kaybı açısından hem de altyapı tahribatı bakımından en çok zarar gören ülke konumunda. Öte yandan İran’ın gerçekleştirdiği saldırılar, İsrail’in hava savunma sisteminin mutlak geçirimsiz olmadığını da ortaya koydu.
Bu savaş, her yeri kana bulayan ulus-devlet savaş makinesinin doğası gereği başka türlü sonuçlanamazdı. “Yıkımın gölgesinde zafer çığlıkları” atmak, ulus-devletlerin demagojik propaganda düzeninin bir ürünüdür. Bu açıklamalar sadece inandırıcılıktan uzak değil; aynı zamanda içe dönük, seçim odaklı, yüzeysel ve yozlaşmış bir siyaset dilinin parçasıdır.
İran cephesinde ise önemli bir adım geldi: İran Parlamentosu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) üyeliğinden çekildiğini ve ajansın nükleer tesislerde denetim yapmasına izin verilmeyeceğini açıkladı. Bu gelişme, mevcut ateşkese rağmen tansiyonun düşmediğini ve yeni çatışma ihtimallerinin güçlendiğini gösteriyor.
İran’ın geleceğiyle ilgili hem içeride hem dışarıda geniş bir tartışma yürütülüyor. ABD ile İsrail arasında da bu konuda görüş ayrılıkları mevcut. Trump yönetimi, İran rejimini değiştirme niyetinde olmadığını vurgularken; İsrail – özellikle Netanyahu liderliğindeki hükümet – rejim değişimini hedefleyen daha radikal bir strateji izliyor. Bu farklılık, İran-İsrail geriliminin 50 yılı aşkın geçmişiyle doğrudan bağlantılı. İsrail, ABD ve diğer ülkeleri bu çizgiye çekmek için zaman zaman baskı da uyguluyor. Örneğin, İsrail’in doğrudan Ayetullah Hamaney’i hedef göstermesi bu yaklaşımın açık bir işaretidir.
Bununla birlikte, ne İsrail İran’ın siyasi rejimini kolayca değiştirebilir, ne de İran İsrail’i dünya haritasından silebilir. Bu tür hedeflerin gerçekleşmesi, milyonlarca insanın ölümüne mal olacak senaryoları zorunlu kılar. Militarist ve düşmanlığı körükleyen politikalar, görünüşte sistem karşıtı olsa da nihayetinde mevcut dünya sistemine hizmet eder.
12 günlük savaş, dış müdahaleyle İran’daki rejimin kolayca değiştirilemeyeceğini de göstermiştir. ABD’de yaşayan bazı sürgündeki muhalif figürlerin, halk desteğinden uzak ve gerçek dışı söylemleri İran toplumunda ciddi tepki toplamaktadır. Buna karşın, İran’ın içinden de rejimin sürdürülebilirliği konusunda eleştirel sesler yükseliyor. Reformcu çevreler, küçük de olsa bazı adımların zorunlu hâle geldiğini, aksi takdirde çok daha büyük sarsıntılar yaşanabileceğini dile getiriyor.
İran’a yönelik dış müdahalelerin sona ermediği de açıkça görülüyor. İsrail ve ABD cephesinden gelen açıklamalar, ateşkesin yalnızca geçici bir ara olduğunu gösteriyor. Eğer İran nükleer zenginleştirme faaliyetlerine devam ederse, yeni saldırıların gelebileceği güçlü biçimde ima ediliyor. İsrail’in kamuoyuna yaptığı açıklamalarda, bu savaşın yalnızca İran’ın nükleer programını bir yıl geciktirdiği belirtiliyor. Bu da aslında ateşkesin kırılgan yapısını gözler önüne seriyor.
Savaş, beklenenin aksine herhangi bir rejim değişikliği getirmedi. Ancak bu çatışmalar, İran’da içsel bir değişim sürecinin başlayabileceği sinyallerini veriyor. Değişim, yalnızca dış müdahaleyle değil, halkın kendi içinden gelişen demokratik dinamiklerle mümkün olabilir. Rejimin savaşın yarattığı yıkımı halka mal etmeye çalışması, geçmişte olduğu gibi kendi meşruiyetini daha da zayıflatacaktır.
İran’ın karşı karşıya olduğu yol ayrımı nettir: Ya demokratikleşme ya da çöküş. Toplumun inançları, etnik ve kültürel kimlikleri artık “velayet-i fakih” eksenli oligarşik bir yapıyla yönetilemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. En gerçekçi ve sürdürülebilir seçenek, iç dinamiklere dayalı bir dönüşüm ve demokratikleşmedir. Aksi yollar, sadece rejime değil; milyonlarca sivilin hayatına mal olabilir.
Dış güçlerin İran’ı parçalamak, içten rejim değiştirmek için milliyetçi ideolojiyi kullanarak oluşturduğu uydu muhalefetler de ayrı bir tehlike. Demokratik olmayan bir muhalefet, demokratik bir İran inşa edemez. Bu nedenle değişimin demokratik ilkeler temelinde ve toplumun talepleriyle uyumlu biçimde gerçekleşmesi hayati önemdedir.
Bir yanda ülkesine bombalar yağan, ölümle yaşam arasında sıkışmış bir toplum; diğer yanda rejimin baskı, tutuklama ve idam uygulamalarıyla daha da daraltılan bir yaşam alanı. Evin Cezaevi’nde tutulan birçok siyasi tutukludan hâlâ haber alınamıyor. Toplum militarize edilmiş, güvenlikçi yaklaşımlar yaşamı kuşatmış durumda. Esasında rejimi daraltan ve halkla karşı karşıya getiren bu despotik uygulamalardır. İç siyaset bu güvenlik eksenli mantıkla şekillendikçe, dış müdahalelere de zemin hazırlanıyor.
Son günlerde dikkat çeken bir gelişme ise, İran medyasının ve devlet söyleminin dini referanslardan çok milliyetçi unsurları ön plana çıkarmaya başlamasıdır. Hamasi bir milliyetçilikle halkın yurtsever duygularını harekete geçirme çabası, kısa vadeli bir motivasyon sağlasa da uzun vadede rejimin ayağına kurşun sıkmaktan öteye gitmeyecektir.
İran, ne Suriye’dir, ne Irak’tır, ne de herhangi bir Ortadoğu ülkesidir. Tarihin derinliklerine uzanan bir kültür ve demokrasi geleneğine sahiptir. Ortadoğu’nun kalbi sayılabilecek İran, uzun vadeli otoriterliği ve dış müdahaleyi kabullenmez. Bu ülkeyi ancak demokratik bir vizyon, zihniyet ve siyaset yönetebilir. İç savaş, dış müdahale ve parçalanmaya karşı en güçlü savunma, demokratikleşme ve özgür bir İran Cumhuriyeti inşasıdır.