Devletin vicdan terazisi, şiddeti şiddetsizliğe karşı tartmak için değil; siyasi kullanışlılığı ve devlet iktidarına sadakati ölçmek için ayarlanmıştır. Devlet, geçmişte çıkarlarına hizmet etmiş şiddet aktörlerine masada yer bulabilirken, vicdani retçinin bireysel ve ilkeli duruşunu varlığına yönelik bir tehdit olarak algılar.
Şendoğan Yazıcı
TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi” gibi ulvi hedeflerle bir komisyon kuruldu. Ancak bu vaat, komisyonun 11. toplantısında, Türkiye Hizbullahı ile tarihsel bağları olan İslami Tebliğ Tedris İlim Hareketi Adamları Derneği (İTTİHAD) temsilcisi Mehmet Beşir Şimşek’i ağırlamasıyla kendi kendisiyle çelişti. Bu davet, organize şiddetin hafızasının, bireysel şiddetsizlik ilkesinden daha meşru bir diyalog zemini olarak kabul edildiği çarpık bir mantığı deşifre ederken, aynı devletin vicdani retçileri “sivil ölüme” mahkûm etmesi temel bir ikilem oluşturur.
Komisyonun gündemi, bu çelişkiyi daha da derinleştiren başka yüzleşmelere de sahne oldu. Kürsüsüne, on yıllardır devletin karanlık dehlizlerinde kaybedilen evlatlarını arayan Cumartesi Anneleri’ni davet etti. Onların “sonsuz acıya mahkûm edildik” feryadını dinledi. Zorunlu göçün yarattığı travmaları, toprağından koparılan insanların psikolojik ve ekonomik yıkımını Mezopotamya Göç İzleme Derneği’nin ağzından kayıtlara geçirdi. Bu acı dolu tanıklıklar, komisyonun en azından kâğıt üzerinde bir hakikat arayışı iddiası taşıdığını düşündürebilirdi. Ancak aynı komisyonun bir sonraki davetlisi, bu iddiayı yerle bir edecekti.
Komisyonun davetinin vahametini anlamak için, Hizbullah mirasının kanlı gerçekliğiyle yüzleşmek gerekir. 1990’lı yıllar, binlerce faili meçhul cinayetin devletin en azından göz yumduğu, hatta Meclis Araştırma Komisyonu’nun 1993 tarihli raporuna göre yer yer güvenlik güçlerinin eğitim ve lojistik destek verdiği bir şiddet sarmalıyla geçti. Bu karanlık dönemin en acımasız faillerinden biri olan Hizbullah, sadece kendi ideolojisine karşı çıkanları değil, aynı zamanda Kürt siyasi hareketinin temsilcilerini ve hakikati yazmaya çalışan gazetecileri de sistematik olarak hedef aldı. Özgür Gündem muhabirleri Hafız Akdemir, Kemal Kılıç ve Ferhat Tepe gibi onlarca basın emekçisi bu dönemde katledildi. Bu cinayetlerin en semboliklerinden biri, Gerçek dergisinin Diyarbakır Temsilcisi Namık Tarancı’nın öldürülmesiydi. Tarancı, Hizbullah’ın Musa Anter gibi aydınların cinayetlerini üstlendiği bir söyleşiyi yayımladıktan kısa bir süre sonra, 20 Kasım 1992’de sokak ortasında ensesinden vurularak katledildi.
Örgütün vahşeti, “domuz bağı” gibi işkence yöntemleriyle hafızalara kazındı. Bu vahşetin en bilinen kurbanlarından biri, kaçırılıp 38 gün işkence edildikten sonra katledilen Müslüman feminist yazar Konca Kuriş’ti. Bir diğeri ise, Hizbullah’a karşı yürüttüğü operasyonlarla bilinen ve pusuya düşürülerek beş korumasıyla birlikte katledilen Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’dı. İşte Meclis’in “Kardeşlik Komisyonu”nun ağırladığı İTTİHAD temsilcisi Mehmet Beşir Şimşek’in konuştuğu derneğin genel başkanlığını, Hizbullah ana davasında yargılanıp ceza alan Enver Kılıçarslan yapmaktadır. Bu davet, geçmişin en karanlık sayfalarından birinin siyasi bir aktör olarak meşrulaştırılma çabasıdır.
Terazinin diğer kefesi ise boştur. O boşlukta, vicdanları adına konuşan, ancak sesleri devletin sağır duvarlarına çarpan vicdani retçiler vardır. Onlar komisyonun davetlisi değil, adalet sisteminin sanığıdır. Vicdani ret, bireyin ahlaki, felsefi veya dini inançları gereği zorunlu askerliği reddetmesidir. Türkiye’de bu bir hak olarak tanınmadığı gibi, retçiler ömür boyu süren bir kovuşturma, para cezaları ve her an tutuklanma tehdidiyle yaşarlar. Bu durum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) deyişiyle bir “sivil ölüm” halidir. Retçiler yasal olarak çalışamaz, banka hesabı açamaz, seyahat edemez, hatta oy bile kullanamazlar. Vicdani Ret Derneği’nin verileri, bu sistematik yıldırma politikasını belgelemektedir. Türkiye, Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler arasında vicdani ret hakkını tanımayan tek ülkedir.
Ankara, AİHM’den gelen ve hukuken bağlayıcı olan kararlara karşı sistematik bir direniş sergilemektedir. AİHM içtihadında dönüm noktası, 2011 tarihli Bayatyan/Ermenistan kararıdır. Bu kararla mahkeme, “yaşayan belge” doktrini uyarınca, vicdani reddi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesinde güvence altına alınan “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” kapsamında temel bir hak olarak kesin bir şekilde tanımıştır. Bu emsal, Türkiye aleyhine açılan davalarda da istikrarlı bir şekilde uygulanmıştır. AİHM, Türkiye’yi defalarca mahkûm etmiştir. Erken tarihli Ülke/Türkiye (2006) davasında mahkeme, sonu gelmeyen yargılama döngüsünün AİHS’nin 3. maddesinde yasaklanan “insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele” teşkil ettiğine karar vermiş ve bu durumu tanımlamak için ilk kez “sivil ölüm” ifadesini kullanmıştır.
Bayatyan kararının ardından gelen Erçep/Türkiye (2011) ve Tarhan/Türkiye (2012) gibi davalarda ise Türkiye, doğrudan 9. madde olan vicdan özgürlüğünü ihlal etmekten mahkûm edilmiştir. Tarhan davasında ayrıca askeri cezaevindeki kötü muamele nedeniyle 3. maddenin de ihlal edildiğine karar verilmiştir. Ancak Türkiye, Anayasa’nın 90. maddesine rağmen bu kararları uygulamamakta ısrar etmektedir.
Meclis’teki komisyon sahnesi, bu absürtlüğün bir yüzleşme anıydı. İTTİHAD temsilcisi Mehmet Beşir Şimşek, kendi cemaatini hem devletin hem de PKK’nin mağduru olarak konumlandıran bir anlatı sunarken, temsil ettiği yapının kanlı geçmişine hiç değinmedi. DEM Partili vekiller, “Domuz bağlarıyla insanları katlettiniz” diyerek salonu terk ederken, MHP’li Feti Yıldız’ın tepkisi ise şiddetin geçmişine değil, konuşmacının askere yönelik eleştirisine odaklandı: “Sizi buraya davet ettik de askere, devlete, polise hakaret edin diye çağırmadık”. Komisyon Başkanı Numan Kurtulmuş’un “Prensip olarak geride bırakalım” müdahalesi ise , barış adına stratejik bir hafızasızlık çağrısıydı.
Sonuç olarak, Meclis’te yaşananlar, bir istisna veya hata değil, devletin adalet ve vicdan anlayışını yansıtan bir kuraldır. Devletin vicdan terazisi, şiddeti şiddetsizliğe karşı tartmak için değil; siyasi kullanışlılığı ve devlet iktidarına sadakati ölçmek için ayarlanmıştır. Devlet, geçmişte çıkarlarına hizmet etmiş şiddet aktörlerine masada yer bulabilirken, vicdani retçinin bireysel ve ilkeli duruşunu varlığına yönelik bir tehdit olarak algılar. Çünkü retçi, sadece bir emri değil, devletin vatandaşının hayatı ve ahlaki yargıları üzerindeki nihai iddiasını reddeder. Bu, affedilemez bir itaatsizliktir. Komisyonun kürsüsünde açılan sahne, bir yüzleşme değil, bir meşrulaştırma çabasıydı. O sahnede eksik olan tek bir şey vardı: “Terörsüz bir Türkiye”nin en samimi, en ilkesel ve en sessiz savunucusu olan vicdani retçinin sandalyesi. O sandalye boş kaldığı sürece, terazinin kefeleri asla dengeye gelemeyecektir.